19 Kasım 2010
No Surprises.!
Hemen herkesin farklı bir hayatı yaşadığı yerde hepsine birden ortak kimi kuralları dayatmanın manasızlığı en az babasının sahip olduğu ve kendisinin inanmaktan başka çaresinin olmadığı yerde bunu evrensel doğru/olması gereken diye insanlara sunma gayretinde olanlar kadar tuhaf bulurum.. Mevzu bahis konu bir insanın neye inandığı ve ne yaptığı değil; ötekinin neye inanması gerektiğini ve ne yapması gerektiğini kendi yaşamına ve algısına bakarak karar veren insanlardır.
Özellikle ebeveynlerin çocukları üzerinde yaptığı en büyük hatalardan birisi de budur sanırım.
Samimiyetsizlik ile ahlaklı olmak bana çok yakın gelir hep.. Bunların içerisinde din olgusunu da ekleyip muhteşem bir yazı çıkabilir becerene. Beş yaşında çok şeyin farkında olmazsınız ve hatta aslında on ya da on beş yaşında da.. Ve fakat bazı şeyleri birileri sizden istiyor ya da toplum algısı içerisinde bir değeri olduğu için yapmak istersiniz aslında çok hoşunuza gitmese de.. kimi düşünceleri dışarıya vuramazsınız düşünseniz de.. Çünkü kabul edilenler arasında değildir. Ancak bu ahlaksızlığı göze alan birden fazla insan çıktığı vakit sizden çok sonra bir başkasının kendi özelini bastırması için ancak 'kabul edilenler' arasına girebilecektir. Pek çokların dile getirdiği gibi Ahlaksızlık bir bakıma Ahlaklılığın'ın ardılıdır.
Birisi bir gün 'Kürtçe Müzik yapacağım' dedi linç ettiniz.. Linç edenleri alkışlayanlar arasında bulunan onun açtığı yoldan kürtçe müzik de söyleyebildi. Burada dile getirilen Ahmet Kaya ve Mahsun Kırmıgül arasındaki ilişkiyi tarih içerisinde toplumdan topluma değişen ahlak yasalarına da uygulabilirsiniz.. Aynı şekilde 'ahlaklı' ile 'ahlaksız' arasında doğru-yanlış demeden 'samimiyet' farkını da gözetebilirsiniz kesinlikle..
Ahlaksızlar, özgürlük düşkünüdürler. "Zamanın Ruhunun" oyuncağı/soytarısı olmadan kendilerini gerçekleştirebilen insanlardır.
Örnek olarak mahallede, okulda orda burda gösterilen hiçbir çocuğu sevmedim ki bunlardan birisi de ben'dim.. Kendimden biliyorum; samimiyetsizler ordusu. Çocukluğumun, hayallerimin katili.
Benim kabul etmediğim doğruların peşinden koşarken terk ettiğim hayallerimin kırıntısının peşinden bugün koşturuyorum. Benden istenileni değil benim istediğimi gerçekleştirmek üzere futbolun içerisinde olduğu bir işin peşinde koşturuyoruz ve bayramdan ziyade budur yokluğumuzun sebebi.. Belki buralar biraz daha sessiz olacak ama güzel olan biz futbolun içerisinde olacağız hep...
Hepinize iyi Bayramlar..
16 Kasım 2010
İvan Ergiç'in Yazısı.!
Futbolcular bir ürün, taraftar ise tüketici
Futbolu ve sporu geniş anlamıyla bir metaya dönüştüren aşırı ticarileşme, oyuncuları taraftara
yabancılaştırma sürecinden başka bir şey değildir. Toplumda olduğu gibi, sporun küçük dünyasında da her şeyin bir fiyat etiketi var. İş dünyası temsilcileri spordaki rant potansiyelini gördüklerinde, o güne değin temiz kalmış bu bedensel faaliyete ticaretin ruhunu ve sermayeyi bulaştırdılar.
Zamanla her şey satılık bir eşyaya dönüştü, profesyonellik ve pazarlama spocuları seyircilerden –en yumuşak ifadesiyle sonsuza dek- kopardi. Oyuncular bir ürün, seyirciler ve halk da gündelik bir tüketici; hatta bir müşteri oldu. Artık herkes bunun farkında.
Adam Smith´in eli!
Uefa ve Fifa´da „koltukları“ olup futboldan ve spordan zerre kadar anlamayan pazarlama güruhu &bürokratların desteğiyle, taraftar-sporcu ilişkisini piyasa mantığına göre belirleyen bir spor ekonomisi yapısı oluştu. Smith´in şu ünlü „görünmeyen el“ i futbolcuları ve taraftarları, onlar ne kadar direnseler de bir kukla misali oynatiyor, onlara kimlik ve anlam veriyor. Sonuç olarak sporcu-taraftar ilişkisi yabancılaşmakla beraber gizemli bir hale de geliyor. Oyuncu, tüketici için daha cazip olsun diye -pırıl pırıl ve sadece vitrinden görülebilen pahalı bir aksesuar misali -dokunulmaz mertebesine yükseltiliyor. Futbolcu-taraftar ilişkisinde en yanıltıcı noktayı bize takım otobüsleri anlatır. Takım otobüsleri stadyumlara giden birçok kişinin dikkatini çekmiştir; oyuncular görünmesin diye pencereler karartılmıştır, bir de otobüse eskortluk etmek zorunda olan güvenlik güçleri krallara özgü gizemli bir sadakat etkisi yaratır.
Sporcu : İnsan değil, pazarlama sembolü
Artık otobüslerin arkasından „kahramanlarını“ görmek icin koşan çocuklar yok. Bu çocukları daha çok mağazalarda, televizyonda izlemiş oldukları yıldız futbolcularin ayakkabılarını almak için ebeveynlerini çekiştirirken görürsünüz. Bazı kulüpler stadyuma geliş için takım otobüsü tutmak yerine direk VIP salonları ile bağlantılı, giyim kabini olan, futbolcuların kendi arabaları ile gelmesi ve kimselere görünmemesini sağlayan, yeraltında bulunan park alanları yapıyor. Birçoğunun belki de önemsemediği bu küçük detaylar, spor endüstrisindeki yabancılaşmanın son basamağını oluşturuyor. Guy Debord bu yüzden „Gösteri Toplumu“nda bugünlerde her şeyin birbirinden çok uzak olduğunu,insanlar arası ilişkilerin bile hayal ve tasarımlarla sürdüğünü yazıyordu. Taraftar sporcuya normal bir insan gibi değil de, bir pazarlama sembolü gibi, cisimleştirebildiği bir hayal gibi bakıyor, ve ilişkisini böyle kuruyor.
Zamanında futbolcular taraftarlarla içmeye giderlerdi
Artık futbolcularla taraftarların buluşabileceği bir nokta yok. Elit-kapitalist hayat felsefesine göre
yüksek maaşla çalışan sporcularin toplumdan kopması normaldir. Sporcunun kendisine hayran olan sıradan kişi ile hiçbir temas noktası kalmaz. Daha önceleri oyuncular maçlardan sonra bugünün aksine taraftarların olduğu yerlere gider, onlarla bira içer ve fikir alışverişinde bulunurlardı. Bugün yıldız ve yıldız adayı oyuncular toplumdan ayrı bir hayat tarzı yaşıyor, ve ayrı hareket ediyorlar. Dokunulmaz oldular. Tıpkı bir zamanlar Hollywood prodüktörlerinin sanatçıları daha çekici hale getirmek için özel yaşamlarında ve beyaz perdede gizemli bir kimliğe büründürmelerinde olduğu gibi, sporcular da farketmeden kendi kimliklerinin Hollywood´laştırılmasına maruz kalıyor.
Firma müşteri ilişkisi
İster oyunun başındaki zorunlu seramoniler, ister oyunun sonunda „desteğiniz icin teşekkür ederiz“ alkışları, sporun içinde biraz da rastlantısal olması gereken sporcu-taraftar ilişkisini yapmacık kılıyor. Eğer bir de maç kaybedilmişse ve morali bozuk futbolcu bir an evvel soyunma odasına gitmek isterken saha kenarında onu bekleyen öfkeli teknik direktörü veya basın sözcüsü „seyirciye gidin, selamlayın“ diye buyuruyorsa...Bu zorunlu davranış aslında müşterisine velinimet gözüyle bakan ve onu her daim tatmin etmek durumunda bulunan bir firmanın davranışlarından farksızdır. Oyunculara zül gelen imza günleri ve taraftar derneği ziyaretleri gibi organizasyonlar da bu tip ilişkilerde var olan „promosyon“ faaliyetlerindendir. Saydığım bu faaliyetlerin tamamı, müşteri ilişkilerine dikkat eden ticari şirketlerin çalışanlarıyla yapmış olduğu anlaşmalarda olduğu gibi, oyuncu sözleşmelerinin zorunlu maddelerindendir. İş gününün son saatlerinde yorgunluktan neredeyse bayılacak olan bayan satış elemanının müşteriyi etkilemek icin gösterdiği yapmacık gülümseme, futbolcu-taraftar ilişkisinin bir muadilidir.
Kibirli, sabırsız taraftar
Taraftar da nihayet, bayağı bir müşteri olduğunun, bir tüketiciye indirgendiğinin bilincine vardi.
Oyuncular şımarık yıldızlarmış gibi davranırken, seyirciler de bilet paralarını ödemiş, birinci sınıf
maç bekleyen ve mümkünse şov da isteyen şımarık müşteriler gibi davranıyor. Müşteri olarak
memnuniyetsiz kaldığı anda hıncını çıkarması için ona her yol mübah görünüyor. Hatta kulüplerine diğer tüketicilerden farklı olarak gönülden bağlı olanlar bile bazen sabrını yitirip, tepkisini alkışlarla ve sözlerle ortaya koyuyor.
Futbolcular için söylenen şarkılardan, yapılan tezahüratlardan belki de en dikkat çekici olanı
Bundesliga´da. Takım kötü sonuçlar aldığında veya beklenen oyun sergilenemediğinde tüm
stadyumdan „rezil milyonerler“ (scheiß Millionäre!) tepkisini duyarsınız. Bu tepkinin arkasında spor endüstrisinin gizlenmiş özünü ve amacını görürsünüz. Aşırı pazarlanmış bu spor dalında futbolcu paraya ve ilgiye boğulur ki, basit bir sonuç elde edildiğinde hedef tahtasına o oturtulsun, futbolu idare edip de kargaşadan hasarsız olarak çıkacak yöneticiler tarafından suç ona yüklensin.
İğnelerle Maça Çıkmak
Taraftarlar ve futbolcular yadsınamaz bir şekilde ayrılmışlardır ve bu, yabancılaşmanın olabilecek en kötü şeklidir. Her iki taraf birbirine daha yakın olup empati kurabilseydi son parasını maça veren taraftarı, futbolcu; ağrıdan duramazken iğnelerle sahaya çıkmak isteyen ve sürekli baskı altında oynayan futbolcuyu da taraftar daha iyi anlardı. Fakat şimdi hem onun, hem de diğerinin belirlenmiş rolleri, beklentileri var. Karl Marx´ın formülasyonundan her iki taraftan birinin bu yabancılaşmada kendini diğerinden daha rahat hissetmesiyle sadece birazcık ayrılan şu ortamda taraftarlar da futbolcular da kendilerine dayatılan yüksek kar amaçları ve ticarileşme uğruna kurban edilmiştir. Bir tarafın kendini daha rahat hissediyor olmasi da şüphelidir. Oyuncu ve taraftar arasındaki ilişkiye bir anlam katarak, onu ticari nedensellik seviyesinden yukarı çıkarmak hemen hemen imkansızdır. Her iki taraf için birbirine yakınlaşmak ilkin yabancılaşma gerçeğinin bilincine varıp onun doğasını anlamak ile
mümkün olur.
......
Çeviri blog okuru Berlin'de buluşamadığımız Hasan Koç'a aittir. Bu emeğinden dolayı ona çok çok teşekkürler..