28 Ocak 2011
Acıtan Sakatlıklar.!
İnsanın canını acıtıyor kimi sakatlık haberleri. İki tanesi bugünlerde gerçekleşti.
Kagawa'nın tam da şu noktada sezonu kapatması hem kendisi hem de kulubü adına talihsizlik. Dortmund lider, oyuncunun peşinde pek çok avrupa devi koşturur durumda iken bunu yaşaması... Dün geldi ve ameliyat olması gerekiyor. 2009 da aynı şekilde ayağı kırılmış ve ikinci defa aynı yerden olması işleri daha da zorlaştırıyor. Hoffenheim da Bundesligaya ilk çıktığı sezon lider olur iken parlayan İbisevic'in sakatlığı sonrası hızlı bir düşüş yaşamıştı ve fakat burada bunun olmayacağını tahmin ediyorum zira tam o bölgede Greusskreutz'un yanı sıra Götze, Kuba gibi oyuncular bulunmakta ve bu dörtlüden her daim birisi yedek kalmak zorundaydı.. Mesele şu ki bunlardan birisi daha sakatlanır, cezalı duruma düşerse yerine oynayan oyuncu sonrası kalite düşecektir.. Eskiden sadece Nuri'nin yeri doldurulamazdı ve fakat şimdi forvetin arkasındaki ön üçlü de sınıra yaklaştı... Bu güzel oyun, bu güzel takım şampiyon olmazsa "güzel futbol" kaybedecektir.. Hem Kagawa'nın kısa zamanda kendisine gelmesi ve aynı zamanda bu yokluğun şampiyonluğun yitirilmesi anlamı taşımaması dileğiyle..
Geçmiş oLsun..
Ben Ersan'ın yeteneğinden bihaberdim. Trabzonspor maçı içerisinde üzerine yazı yazdıracak kadar iyi oyun sergilemişti ve takımı pek çok açıdan rahatlatmıştı. Yabancı kontenjanını ön bölgelerden kullanabilecek iken tandemde Toraman'dan dahi daha fazla güven veriyordu. İleriye çıkışlarında ise ön bölgeyi tehtit edecek eylemlerde bulunuyordu. Elbette basit pas hataları yapması gibi kusurları vardı ama ortalamanın da çok çok üstündeydi performansı. Benim gibi pek çok insan oynadığı futbol karşısında böbürlenir ve milli takım ile ilgili güzel hayeller kurduğu sırada o acı haber geldi.. Rakip takım taraftarlarının dahi içini acıtan bir sakatlık haberi..
Ersan'ın bu sakatlığına rağmen bonservisini alması gerekliliği bir yana Beşiktaş mutlak suretle bir yerli stoper transfer etmek durumunda..
Yalan yok, en az bir beş yıl daha benim iyi diyebileceğim bir stoperin çıkmayacağını düşünür iken bu memlekette o tek başına bu konuda yanılabileceğimizi gösterdi bize. Kısa zamanda tekrardan kendisine gelmesi dileğiyle..
Geçmiş oLsun...
27 Ocak 2011
Sevmiyim seni..!
Ne diyim ben daha ? Adam deyim yerindeyse leblebi gibi gol atıyor ama gelin görün bir başka oyuncunun topa vurması kadar olağan karşılanıyor. Böyle vardır bir kaç tane.. Misal Nonda.. Atardı o yaşına ve o kısırlığa rağmen golleri ve fakat daha çok yapamadıklarıyla konuşulurdu. Keza Beşiktaş Buca maçı. Hücum etmek var, hücum etmek.. Adamlar saldırdı resmen, delirtti rakibi ve pozisyon zenginliği bir yana muhteşem hareketler filan.. "Hemen sevinmeyin aslında ya dişli rakip ikili orta saha.." Lan sevinmedin ki zaten ? O tadı aldırmadın ki hemen farklılaşmak adına ilk uyarı yapan oldun ve tebrik ediyorum ilk mağlubiyetinde sen demiştin zaten diye özenle geleceğim yanına.. Bunun için yazıyorsunuz çünkü.. Bucaymış.. Trabzon başka mı oldu ilk yarıda ? Keza Querasma.. Saha içerisinde gerçekleştirdiklerinin elli birini yapana roman yazıyorlar ve fakat konuşulan daha çok atamadığı bir pas, yapamadığı çalımı sonrası bencillik filan felan.. Galatasaraylılar olarak ellide birini Yekta yapınca büyüleniyoruz biz.. Konuya dönersek..
Geçen Mario Gomez hattrick yaptı Kaiserslautern karşısında. 3 gol.. Van Gaal'i dinliyorum maç sonrası ve şöyle diyor: Atması gerekenleri kaçırdı ve benim için dördüncü veya beşinci golün önemi yok.. Lan adam tam da rakip seni skor nedeniyle baskı altına alacak iken (2-1 idi durum) üçüncü golü atıp maçı koparıyor, daha ne olsun ? Kaiserslautern 2-1 sonrası baskıyı arttırmıştı.. Üçüncü golün değeri olmaz mı ?
Van Gaal'i severim ama anlamadığım çok başka bir mantığı da var. Bugün misal Rangnick'in en iyi altı numara diye bahsettiği ve 17 milyon euro verdiği Gustavo'yu sol bek oynatıyor ve fakat sol bek olan Pranjic'i de defansif orta saha.. İkincisi güzel de birincisi tuhaf.. Saygı duyuyoruz ve fakat her zaman onaylamıyoruz efendim.
Gomez konusunda ise mesele Mario'nun kendisi değil daha çok Hoeness'in hollandalı hocaya çatması ve hatta haklı olma nedenidir Mario Gomez. Sezon başı teknik adamın kendisini üçüncü sıraya yerleştirdiğini gören Mario Liverpool'un kiralık teklifini kabul etti ve gitmek istedi. Nedeni de belki Premeire Lig'de golleri atarsam burada yeterli saygınlığa kavuşurum oldu.. Van Gaal izin verdi ve fakat Hoeness engelledi. Sonrasında ise bu oyunculara (Timo-Gomez) yeteri kadar şans vermediğinden teknik adamına çattı. Bugün her ikisi de Van Gaal'ın vazgeçilmezi oldular.. Bizzat Hoeness'in büyük paralar vererek aldırdığı iki oyuncudur. (30+11 eşittir 41 milyon euro) Her zaman sahip de çıkmıştır ve Gomez attıkça Van Gaal'den ziyade sevinen daha çok Hoeness'tir zira haklılığın bariz göstergesidir..
Gomez dünyanın en iyisi mi ? Değil tabi. Rıdvan Dilmen deyimiyle bir Torres değil ama Dzeko'dan da aşağısı olmadığını söylüyorum. 34 milyon Dzeko ediyorsa Gomez de 30 "rahat" eder..
Bu sezon itibari ile oynadığı resmi 28 maçta 26 gol atmış adamdır.. Şampiyonlar liginde altı maçta altı gol.. Sevilmez mi böyle oyuncu ?
26 Ocak 2011
Nereden Nereye ?
1932 yılında 25 maçta 24 gol atan dönemin alman milli futbolcusu Hoffman elinde "bulgaria" plakası ile farklı bir reklam denemesine girişmiş ve fakat milli takımdan atılmakla sonlanmıştı. Reklam zaten yasak ve o içerik ise iki kere... böyleydi. Başarılı olamasa da sigara markasının yasağı futbol üzerinden ilk delme girişimiydi..
Aslında forma reklamı fikri ilk olarak Bundesligada Wormatia Worms klubünde 1967 yılında dile getirildi. Fikir buraya ait ve fakat hayata geçirilemedi. Bugün bölgesel ligde oynasa da o dönem sürekli en yüksek kategoride oynayan takımdı..
1973'de ilk reklam bu şekilde alındı Almanya'da.. Uzun ama çok uzun tartışmalar sonrası Jägermeister ile anlaştı Eintracht Braunschweig.. Beş yıllığına o dönem 500 bin mark almıştır bu gögüs reklamı sonrası. Hali hazırda Madrid'den Breitner'in gelmesi de bir nevi reklama çok şey bağlamış kulubün politikası olsa gerek... Nerden baksan bir devrimdi.. Arkasından Hamburg "Campari" ile devam etti. Reklamların tarihine baktığınızda bu devrimlerin hemen hepsini sigara ve içki markalarının yapmış olduğunu görüyoruz.
London bir prezervatif markası. Homburg denedi bunu ve 1988'de büyük tartışmalara neden oldu ve hatta Fedarasyon tarafından puanların silinmesi ile tehtit edildi filan.. Sonrasında kabul edildi ama bir yıl boyunca "nasıl olur bu" gibi tartışmalar yaşandı.. Şimdi Hertha Berlin'in Olimpiyat stadının içerisinde bir firma altı haneli rakamı sunup reklam hakkını satın aldı. Kimdir bu ?
Artemis..
Berlin'in dünyaca meşhur genelevi. Aslında tam olarak da değil. Fikir sahibi bir Türk. Haki Şimşek beş milyon avro harcamış buraya. Bir güzellik salonu diyelim. 80 avro verip içerisindeki saunalardan sinemalara kadar pek çok olanağından faydalanabiliyorsunuz.. Alkolsüz içeçekler filan bedavaya ve alkollü içeceklere de sınır getirilmiş filan felan.. Aynı şekilde o günlük 80 avroyu hayat kadınları da veriyor. Müşterileri ve Hayat kadınlarını birleştiren bir kurum aslında. Bu da onları resmi genelevi statüsünden kurtarıyor. İki insan orada tanışıp kiraladıkları odalarda muhabbet ediyorlar diyelim. Gerçekte burasının çalışanı olarak gözüken tek bir hayat kadını yoktur, onlar da burasının bir müşterisidir zira iki farklı müşterisinin kendi arasındaki işinden herhangi bir kesinti de almıyor lakin fiyat düzenlemeleri her şeye rağmen kulube ait.. Daha fazla bilgi almak isteyen şuraya baksın.
Bu reklam anlaşması sorun çıkarmadı. St.Pauli taraftarları kendilerine ait özel bir odada müşterilerine farklı maç seyrettirme adına striptiz yapılması karşısında delirir iken burada maça gelen onlarca on sekiz yaşın altında olan kitleye rağmen bir genelev reklamı yapılabiliyor.
Welt'den "Udo Muras" bu sessizliğin nedenlerine eğildiğinde internetin yeni ortamında çok da sakıncalı bir içerik olarak görmüyorlar gibi bir fikir ortaya attı. Keza çok net hatırlamıyorum ama aynı kurumun bir kaç yıl önce otobüslere reklam verdiğini ve Berlin'in parlementosunda büyük tartışma yarattığın da hatırlıyorum. Bir Türk'ün aklı aslında bildiğin genelevi statü olarak güzellik salonuna çevirmiş.
Bir prezervatif reklamı için bir yıl boyunca tartışma yaşanılan yerden buraya gelindi sonunda... Nerden nereye..
Fotoğraf.!
Dünün özeti. Ne görüyorsunuz ? 17 yaşında bir yetenek.. Julian Draxler.! geçen hafta galibiyet golünün oluşumunda katkı sağlaması bir yana final yolunda rakibi uzatmanın son dakikasında attığı gol ile saf dışı bırakması.. da eksik.!
Diğer yanında 17 yıldır dünyanın en büyük kuluplerinden birisi olan Real Madrid'de oynamış Raul'un inancına ve sevincine bakın. Sahada sanki 17 yıldır oynamıyor da 17 yaşındaki Draxler gibi koşturuşuna. Geçen hafta galibiyet golünü atması değil topla buluşma sayısı ve sahanın her yerinde olmasıyla azminden gram kaybetmemiş olmasıyla Magath onu öne çıkarıyordu.Gün geçtikçe gençleşiyor yorumları söz konusu.
Abartı yok.. Onun kariyerinde hiç lig kupası olmamış belki ama öyle bir azim ki on yedi yaşındaki veletin hayatındaki ilk resmi golün sevincinden bile fazla aslında.. Yetenekleri görüyorsunuz her gün bir yenisini futbol size sunuyor ama böyle karakteri çok zor.. Draxler'in yeteneğinden ziyade karakteri bu adama benzerse yolu açık..
Panini Sevdası.!
Harry Redknapp'ın Forlan'ı izlemek adına Madrid derbisi için İspanya'ya geldiği vakit altı kişi tarafından soyulduğu haberi üzerine 11Freunde diğer soygun haberlerini yapmış. Van der Vaart hanımın otelde soyulmasından bir dönem Liverpool'ların soyulmasına kadar.. Kölnlülerin geçen Leverkusen maçı sonrası soyunma odasında soyulmalarından Grafite'ye kadar top 20 yapmışlar.
Bunlardan benim ilgimi çeken ise Panini konusu..
Nisan 2010'da Brezilya'nın Sao Paolo'sunda bir tükkan polisin deyimiyle oldukça profesyonel bir şekilde soyuluyor. Dahası adamlar kaçmadan önce 30 insanı rehin alıyorlar. Peki nedir çalınan ? Dünya Kupası için taze basılmış 135 bin panini resimleri.. E yuh.!
Holger Houben aslında uyuşturucu bağımlısı bir insan. Bu bağımlılığın getirisi olan küçük çaplı hırsızlıkları olmuş ve hatta bu yüzden sekiz ay kadar bir süre hapis yatmışlığı da var ve fakat 2006'da yine hırsızlık yapar iken yakalanıyor. Bir kartonun içerisinde 100 tane Panini.. Polis" olm bu nedir la" diye sorduğu vakit adamımız şöyle diyor: Benim Panini alnümümün içerisinde 402 tane var ve 96 tanesi ise eksik.. Onu tamamlamaya çalışıyordum..
Bir yanıyla bizden birisi diyelim..
" Çoğunluk "
Bir film. Ve mutlaka..
Süper, muhteşem filan değil ama izlenmesi gerekir. Dahası film size kendisini hikayesi, kurgusu ve oyunculuklarıyla değil gerçekçiliği ile izlettirecektir. Kusurları da bir hayli fazla olsa da film çoğunluğun iki yüzlülüğünü sinemaseverlere değil bu ülke insanına anlatabilmenin güzel bir yolunu bulmuş. Aslında bir mesaj değil toplumun içeriğine dair bir bilgi. Sadece bir şeyi görün diyor size.. Pek çok söylemin içerisinde sızan kavramların çıkış noktasını gösteriyor bir bakıma. faşizm, ırkçılık ve daha görünmez suçların aslında ne kadar da gözümüzün önünde olduğunu ve daha belki de onu nasıl sıradanlaştırdığımızı bize çaktırmadan söyleme derdinde.. O kadar çok olağanlaştırılmış ki ayırdına bile varamıyoruz.. Farkında olsak da içselleştirdiğimizden dolayı tepkisizleştirildiğimizin görsel anlatımı.
Ben derim ki bu ülkede yaşam sürmüş insanoğlunun bilmediği bir kare yok bu filmin içerisinde. O kadar bilindik ve tanıdık ki başladığınız anda film bitiveriyor, gerçekçiliği akıcılığını sağlıyor. Nedenleriyle, nasıllarıyla uğraşılmamış.. Sonucu da önemsiz ama aslında bu şekilde ilerler iken yaşamın içerisinde normal hayatta damgaladığınız, kabul etmediğiniz pek çok suçun nasıl işlendiğinin ve sonucunda bunun farkına varılması yönetmenin derdi olsa gerek..
Bir yerde çoğunluğun algısı konusunda şüpheye düşüp kimi ayrıntıları abartı bulabilirsiniz ama tam da bu noktada durup düşünmek gerekir; nerede duruyorum ben ?
Arena programının zirvede olduğu dönemde Uğur Dündar'ın ortaya çıkardığı bir Muz tarikatı vardı. Orada insanlar yaşamının son anlarında olduğunu algıladığımız yaşlı başlı bir dedenin pipisini öpüyorlardı inancı gereği. Yuh demiştim, ohaa diye haykırmıştım durduğum yerden ve hatta haberin düzmece olduğuna gönülden inanmıştık.. Ve fakat İzmir ve Ankara gibi büyük şehirlerin dışarısına çıkıp diğer şehirleri ziyaret etmenin dışında köylülerin temelini oluşturduğu ve bu yüzden ülkeye göre ezelden beri daha muhafazakar olan kesimin yaşadığı Almanya'ya da gelince bu gibi inançların aslında çok da olağandışı olmadığını görebiliyorum..
Bazı ayrıntıları gerçek dışı buluyorsanız o daha çok durduğunuz yerin çoğunluğu algılayabilecek konuma sahip olmadığını gösterir. Dahası filmin sonunda "e ne var bunda" diyorsanız inandığınız ahlaki değerleri sorgulamadan geçirmelisiniz. Şunları sormakla başlayabilir çok şey: Acaba benim kimi değerlerim toplum baskısıyla oluşmuş ve diğerlerine zarar verici niteliğe sahip midir? Bunlar benim belirlediğim bir içerik midir yoksa çoğunluğun algısı tarafından belirlenmiş olanı kabul etmekten başka şansım kalmamış mıdır ki dünyanın en büyük suçlarından birisine "ne var ya bunda" diye yaklaşıyorum ?
Süper değil ama güzel bir film.. Anlatım biçimi açısından aslında çok çok başarılı.
Bayern'in Lideri Milan'da.!
Temel kural: Kaptanlık istenilmez. Kaptan olunmadığı için ağlanılmaz. Beni kaptan yapmadılar, küstüm size asla ve asla bir liderin tavrı olamaz. Zira.. Her kim ki kaptanlık kendisine verilmediği için ağlar, tavır yapar o güce karşı zaafiyetini gösterir ki asla ve asla kaptan yapılmaması gerekenler arasında benim lise başımdır. Elbet bir gün o gücü kendi çıkarına, egosunu tatmine doğru kullanacaktır. iki artı iki dört.
Kaptanlığı efendilikle ölçmek büyük bir hatadır. Ergün Penbe olsaydı eğer en kötü kaptanlardan birisi olurdu Emre Belözoğlu'nun her zaman kaptan adaylarından birisi olduğu gibi.. Sadece bir zaman sonra efendilikten öte işlevi olmayanlar ancak deneyimi nedeniyle bu noktaya gelebilir futbol yaşamının sonlarına doğru.. Efendi olmasından ziyade takımın üzerindeki etkisidir bu işin ölçümü..
Van Bommel Bayern'in önemli kaptanları arasındadır. Effenberg, Kahn geleneğinin bir devamıdır.
O artık Milan'da dört farklı ülkede şampiyon olma adına futbol oynamaya devam edecektir. Van Bommel gibi bir oyuncudan yoksun olmak takımın futbol karakterini etkileyecektir. Git gide arenaya dönüşen futbol sahalarının günden güne daha fazla ihtiyacı olduğu o sert karakterin oluşumunda oyuncuların etkisi sanıldığından çok daha fazladır. Bugün onun yokluğu futbol açısından şüphesiz ki Bayern gibi bir takımın içerisinde sorunsuz giderilir ve fakat kadro içi güç dengelerini sarsacaktır yeni liderini bulma çabasında..
Zira geride iki eşit güce sahip kaptan bırakılıyor. Aynı sorun aslında milli takımda da var. Lahm mı Schweinsteiger mi ? İkisi de her yerde vazgeçilmez.. ikisi de hem Bayern'de hem milli takımda uzun zamandır oynuyor. Van Bommel gider iken "Ben arkada çok güzel bir kaptan bırakıyorum" diyordu ve bu "Bastian Schweinsteiger".
Kesinlikle katılıyorum. Şu an için ikinci kaptan Lahm ama kusurları olsa da aslında saha içi gerçek lider Schweinsteiger.. Kaptan olduğu için değil karakteri gereği gençlerle ilgileniyor ve sahada da pes etmeyen kazanma hırsını takıma yayıyor.. Zamanla çok daha iyi olacaktır..
Lahm'ın o Ballack kaptanlığı sonrası yaptığı açıklamanın takımın final öncesi dengesini bozacak zamansızlığı bir yana içeriğindeki tek bir nokta bana tuhaf gelmiştir. Zira kaptanlığı gerekmedikçe bırakmak istemediğini, Ballack geri dönse dahi yukarıdan bir emir gelmeden kendi isteğiyle onu vermeyeceğini.. Böyle bir güce ihtiyaç duyan bunu kendi kişisel ego tatmini açısından kullanmaya müsaittir. Oysa liderlerin belki de en önemli özelliği kaptan olmak istedikleri için değil kaptan olacak karaktere sahip olduğu için ona bu yetki verilir. O vasıflardan birisi de o etiketi gereğinden fazla önsememektir yoksa diğer türlü onun gücü altında ezilir kalırsınız..
Çok önemli bir oyuncuydu.. Giderken kavgalı olduğu hocasına dahi kötü bir kelime kullanmadan transferinde kolaylık sağlayan kulubüne büyük övgüler düzerek vedasını gerçekleştirdi. Üç farklı ülkede şampiyon oldu ve bu sene Milan'la bunu gerçekleştirirse avrupanın top beş liginin dördünce şampiyon olmuş olacak...
Güle güle kaptan..