Fotoğraflar: Ayşe Nur Şenel
1968 yılında Emirdağ’da dünyaya gelen bir adam. 4 yaşında
ebeveynlerinin peşine takılıp memleket memleket geziyor. Önce Fransa ve hemen
ardından uzun yıllar yaşayacağı Belçika’ya ailesiyle beraber göç ediyor.
80’lerin başında ailem beni “burada gurbetçilerin çocuklarının okuma şansı yok”
diyerek Türkiye’ye gönderiyor ama 70’li yıllarda çocukluğuna üç farklı ülkeyi
sığdırmış Fuat Çapa bu kaostan yara almadan sıyrılıp Belçika’da üniversite
eğitimini ekonomi üzerine alarak farklılığını göstermeye başlıyor. Öyle bir nokta geliyor ki futbol ve eğitim
arasında seçim yapmak zorunda kalıyor. Hikâyenin geride kalan kısmını ise
Gençlerbirliği teknik direktörü Fuat Çapa'dan dinleyelim..
Kubat ile aynı
köydensiniz ve sanırım yurt dışında onunla beraber geçen bir çocukluğunuz var.
Yanılıyor muyum?
Ben ondan 5-6 yaş büyüğüm. Abisi Kadir ile daha çok
ilişkimiz vardı ama Kubat’ı da sever dinlerdik çok. Özellikle onun babasının
besteleri müthiştir. Bir kaçını sanırım kasetlerinde de kullandı.
Türkü de seviyorsunuz
anlaşılan?
Çoook.. Özellikle bizim yöremizim günümüzde çok popüler
olmayan ezgilerini..
Hocam hemen herkes şunu merak ediyor: Bankacılık mesleğinden futbola nasıl bir geçiş oldu?
Aslında bir geçişten bahsedemeyiz zira futbol benim
hayatımdan hiç çekip gitmedi. İkinci ligde oynayacak seviyede profesyonel
olarak futbol oynuyordum ama 18 yaşımda ya okul ya da futbol demeliydim.
Siz futbol dediniz
muhtemelen..
Ama ailem eğitim dedi ve ben de onları dinledim. Futbolu bırakıp üniversite eğitimine
yoğunlaşsam da bir yandan futbolla ilgilenmeye devam ettim. 30 yaşımda belki de
en genç teknik direktörlerden birisi olarak üçüncü ligde takım çalıştırmaya
başlayınca bugünlere gelen yolu açmayı başardık.
Bir 3.Lig takımı olan
KV Turnhout’u şampiyon yapmanız mı kırılma noktası?
4 yıl bu takımı çalıştırdım. Birisinde şampiyon olup üçünde
de play-off oynadık.
Röportaj esnasında
içeriye İlhan Cavcav girer ve hemen gidip selamlaşırız..
Bir efsaneyi görmüş
gibi hissettim kendimi.
Öyledir kendisi. Türk Futboluna ve bu kulübe hizmetleri
düşünüldüğünde tartışmasız bir efsane başkandır o.
Yalnız ilk
Gençlerbirliği maceranız sadece beş hafta sürmüştü. Benim aklımda kalan en
önemli ayrıntı geldiğiniz anda size takınılan tavır. “Bu sizin takımınız ve bu
da sizin ekibiniz” İkinci gelişinizde bunlar değişti mi ya da kabaca neler
değişti diyebiliriz?
Şöyle diyelim. İlk geldiğimde ben Belçika’da bir
üniversiteden mezun olmuştum ama Türkiye’deki okula daha yeni başlamıştım.
Elbette kültürel olarak buradan belki hiç kopmadık ama biz orada yaşarken
buradaki yaşamı kaçırdığımızı fark ettim. Aradaki fark nedir dersen bu ülkenin geldiği
noktayı kavramak, kendisine has kurallarını algılamak ve buradaki okuldan da
artık mezun olmuş bir insan olarak ikinci seferimize başlamak diyebilirim. Bizler yabancı
bir ülkede uzun yıllar yaşadıktan sonra buradaki değişimi kaçırdık biraz.
5 hafta sonra siz
gittiniz yerinize Reinhard Stumpf geldi.
Benden sonra beş teknik adam daha geldi.
Daha çok Stumpf ve
bugünkü Prosinecki seçimleri üzerinde durmak istiyorum. Bayern Münih için dünyanın
en iyisi olarak addedilen Guardiola ve hatta Bundesliga için Mourinho gündeme
gelse dahi hemen dil tartışması başlıyor. Diyorlar ki: Almanca bilmiyor, nasıl
olacak? Avrupa’nın beş büyük ligine baktığınız zaman teknik direktör
seçimlerinde bir dil birliğinden bahsedebiliriz. İngiltere daha çok Galler,
İskoçya tarafına yöneliyor. Almanya misal Almanca bilen insanların yaşadığı Avusturya,
İsviçre.. İspanya dil birliğinden kaynaklı Güney Amerika’ya inebiliyor. Lakin İngiltere'de İsviçre'den İspanya'da İskoçya'dan ya da Almanya Uruguay'dan teknik adam getirmiyor. Bizde
bu yabancı adı altında biraz işleniyor ama doğru bir şekilde de tartışılmıyor. Dil aslında
fazlasıyla önemli değil midir bu meslek içerisinde?
Kesinlikle ve hatta sonuna kadar katılıyorum. Bir
futbolcunun performansını belki de son tahlilde teknik adam ile olan iletişimi
belirler. Elbette teknik, taktik pek çok detay önemlidir ama kabaca sonuca etki
eden teknik direktör ve futbolcu ilişkisidir. Bir antrenör sadece teknik
konularla ilgilenmez, aynı zamanda yöneticidir.
Sıklıkla psikolog olmak durumundadır. İletişim çok çok önemli. Sizinle
şu an var olan iletişimde dahi aynı dili konuşuyor olmamızın avantajlarını
yaşıyoruz. Siz bazen benim mimiklerimden, kelimeleri kullanma biçimimden
sesimin tonuna kadar kendinize bir şey çıkarıyorsunuz ve elbette ben de sizden.
Futbolcular da aynı şekilde. Bu da sahaya yansır. Kendinizi saha içerisinde
oyun olarak ifade etme oranınız dil ile beraber azalır ya da artar. Dil bazen
her şeydir.
Uzun yıllar boyunca bu ve benzer pek çok detay önemsenmedi. Bizde içerik, uyum ikinci planda kaldı hep. Sizce neden?
Bizde marka her şeydir. Vitrine çıkardığınız anda taraftarların algısında nasıl bir ses
getireceği gerçekte var olan uygun olup olmama durumundan daha önemlidir. Size
uyar mı ya da bir teknik adamın başarılı olduğu koşullar burada var mı gibi pek
çok önemli soru önemsiz kalır. O marka, o vitrinde durduğu sürece çıkaracağı
ses ve taraftarı yatıştırmak asıl hedef.
Taraftarlar da o markanın sevdiği kulübün içerisinde olmasından mutluluk
duyuyor. İşlerliği ikinci planda kalıyor. Öncelikli hedef kamuoyunu
rahatlamaktır ve bu yüzden “isimler” daha önemlidir içerikten. Taraftarlar
rahat olsun ki rahat bir çalışma ortamı doğsun yöneticiler için.
Transferde söz sahibi
iş adamları olduğu vakit markalaşma kaçınılmaz değil midir? Detaya inemez, algılayabildikleri de "markaların" dışına çıkamaz. Oysa bilirkişi ancak teknik detayları önemseyerek gerekli transferleri
yapabilir. Siz de transferler nasıl yapılıyor?
Bizler de senin dediğin şekilde teknik bir transfer
yaptığımızda denetleyici mekanizma ya da tirbün de aynı şekilde tepki veriyor. Bir oyuncu
aldığımızda misal bizim en üst düzeydeki futbolcumuz olan Arda Turan gibi
olmasını bekliyorlar. Hızlı bir şekilde sonuç almak istiyorlar. Diğer bir
ihtimale yer vermiyorlar. Oysa bu işin Avrupa’daki en iyisi olarak bilinen
Arsenal’e baktığınızda bütün yıldız oyuncularının belirli bir süre sonunda
piyasaya çıktığını görürsün. Son dönemin
en formda takımı Dortmund’a bakarsan eğer transfer edilen oyuncunun bir süre
sonra ancak yıldızlaştığını görürsün. Lewandowski ilk geldiği sene hem kulübün en
pahalı transferi hem de Barrios’un yedeğiydi ama bugün Manchester United’a
gitmemesi için uğraş verilen konuma geldi. Biz transfer yaptığımız zaman hızlı
bir şekilde sonuç bekleniyor. Burada
önemli olan takımın bir program dâhilinde yapılandırılışının sürece dayalı
olması gerektiğidir. Her hafta, her ay
yine yeniden yapılandırmalarını söz konusu olması yine bu sabırsızlık ve hızlı
sonuç alma beklentisiyle ilgili.
Yeterli zaman
tanınmıyor mu diyorsunuz?
Araba sürmeyi öğrenirken önce debrajın, gaz pedalının
yerlerini öğrenirsin ama ayağa kaldırmak için senden istenilen bu ikisi
arasındaki geçişi yapabilmendir.
Başlarda sıkıntıyla ve pek çok deneme sonrası başardığın bu eylem zaman
içerisinde otomatikleşir. İşte futbol takımı da buna benzer. Takım olmak ancak zaman içerisinde herkesin
bir diğerinin saha içi bir sonraki hamlesine kadar olan kısmı öğrendiğinde
kazanılan otomatizasyon sonucu gelişir. Bunun için önkoşul ise kadro
istikrarıdır. Her altı ay ya da her sezon başı yedi sekiz oyuncu değiştirerek
başarılı olmanız çok zor. Avrupa’da başarılı olan takımlara baktığınızda kadro
istikrarı birkaç istisna dışında önemli farklılıklarıdır. Ligimizde de başarılı olmuş takımlarda kadro
istikrarı yine öne çıkar.
Sizde durum bu açıdan
çok iyi değil zira kadronuzun yüzde ellisini sezon başı değiştirmek durumunda
kaldınız.
Altyapıdan gelen oyuncular ve yapılan 6 transferle beraber bu sezonun başında yine yüzde elli değişim geçirmiş oluyoruz. Orta seviye takımların genel sorunu
budur. Öne çıkan takımın önemli oyuncularını kaybediyorlar. Benim takımımın yüzde ellisi
değişti ama sadece bu değil. Giden oyunculardan Herve Tum’un 17 Yasin’in 7 Soner’in
6 golü vardı. Asistlerini bir kenara
bırakalım ama geçen sezon atılan 50 golün 28’ini atan oyuncularıyla yollarımızı
ayırmak zorunda kalmışız. Yeniden takım olmak kolay değil. Geçen senenin iyi oyuncularını elimizde tutma
şansımız olsaydı ve bunların üzerine ekleme yapıp ybu sezona girebilseydik her
şey çok başka şekilde gelişebilirdi.
Kadro istikrarı kadar
bir felsefeye sahip olunup bunun korunması da sanırım bizdeki eksiliklerden bir
tanesi.
Bugün en çok konuşulan takımların başında Borussia Dortmund
geliyor. Dikkatli bir şekilde incelerseniz eğer orada sistem aslolandır. Çok
iyi oyuncular vardı Mladen Petric ya da Alexander Frei gibi. Bu oyuncular kötü
performans gösterdikleri için değil Klopp’un temel felsefesine uyum
gösteremeyecekleri için kulüpten gönderildiler. Barça’da örnek olarak
İbrahimovic aynı şekilde. Herhangi bir insan belki de şu an dünyanın en iyi
santrforu olan İbrahimovic’in yeteneğini ya da oynadığı takımlara katkısını
inkâr edebilir mi ama takımların özenle korudukları sistem burada başarıya
giden asıl yoldur. Barça’nın bugünkü konumunun temeli 70’li yıllarda atan Rinus
Michels’dir. Ondan sonra beş tane Hollandalı teknik adam üzerinden geçti ama
temel felsefede değişim olmadı. Altyapılarını ziyaret ettim Orhan ve
görmelisin.. A Takımı ile aynı şekilde oynuyor gencecik çocuklar.
Teknik adam istikrarı
diyoruz ama şuna ne dersiniz: Arsenal ve Man U’yı dışarıda bırakırsanız Real
Madrid’den Bayern Münih’e Barça’dan İnter ve Milan’a kadar bütün takımlar 2-3
yılda bir teknik direktör değiştiriyorlar ama başarılı olma konusunda sıkıntı
yaşamıyorlar.
Her şeyden önce kulübün felsefesi önemlidir. Siz teknik direktör
olarak felsefe belirleyemezsiniz.
Uzun süre kalırsanız?
Yine de olmayabilir. Sizin belirlediğiniz programa yönetim
uymayabilir zira buna göre onlar bir bütçe çıkarmalı, transferler yapmalı ve
pek çok önemli detayı gerçekleştirmeleri gerekir. İngiltere’de menajerlik sistemi vardır. Teknik adama belirli bir bütçe verirler ve
antrenör bu bütçe doğrultusunda çeşitli harcamalar yapar ve sonucu devre arası
ya da yıl sonunda değerlendirilir. Bu bir yöntem. Mesela Hollanda’da çok başka
şekilde işleyiş var. Takımların bir transfer komitesi şeklinde çalışan kadro
planlayıcıları olarak görülen bir ekip vardır.
Bunlar kadroyu oluşturur ve bu kadroya uygun bir şekilde teknik adamı
belirlerler. Biz oyuncu kadromuz ve vizyonumuza göre sizi seçtik derler. Biz böyle kadro oluşturduk, yeterli buluyor
musunuz diye teknik adama sorarlar.
Yeterli bulmuyorsanız misal kaç tane ve hangi mevkilere transfer
istiyorsunuz? Siz mevkilere uygun birkaç
isim verirsiniz ama bu o isimlerin alınacağına dair bir garanti değildir. Sıklıkla
da başka isimler alınır. Onların zaten uzun süreli çalışma sonucu o mevkilere
göre belirledikleri isimler vardır. Bu da bir anlayış. Türkiye’de ise bu
ikisinin karışımı var. Yönetim transfer yapar, hoca transfer yapar.
Sizde bu durum
nasıldı?
Biz geçen sene transfer yapamadık zira ben geldiğimde
transferler yapılmıştı. Bu sezon ise sportif direktör değişikliği olduğu için
biraz geç kaldık. Mehmet Dilber gitti
Cem Onuk geldi ve zamanımız kalmamıştı.
Yaptığımız transferlerin bazılarını biz gidip izleyip aldık bazılarını
ise uzun zamandır kullanılan Wild Scouting sistemi ile kulüp tarafından uzun
incelemeler sonucu alındı. Bilgisayarda verileri var ve çeşitli istatistiki
verilerine bakılıp alınıyor.
Sorun nedir burada?
Futbol aslında bir denge oyunudur. Futbolcunun önemi ve
hatta değeri kadro yapısına göre değişebilir. Çok iyi futbolcu daha çok o
takımın içerişinde ihtiyaca göre bir yer iştigal edebiliyorsa ancak iyi
olabilir. Bu da oyuncunun nitelikleri kadar diğerlerinin oluşturduğu bütünle
alakalı bir durumdur.
Sanırım bizim değerlendirme
kriterlerimiz biraz daha başka.
Bizde topla ilişki çok önemli. Biz futbolu sadece topla
oynandığını düşünüyoruz. Topla ilişki her şey.
Dortmund üç topla kendi yarı sahasından çıkıp pozisyon üretiyor, bizde
oyuncu on beş kez dripling yapmadan topu ayağından zor çıkarıyor. Üstelik
tribün bunu seviyor. Ayak üstü ya da içi ortayı kesmek önemli ama bunu ne zaman
ve hangi koşullarda nereye yapıldığı önemsiz. Kabaca “verim” denilen çok önemli
ayrıntı sıklıkla gözden kaçıyor.
Oysa tüm bunların
dışında modern futbolda alan, zaman ve hız çok daha önemlidir sanırım.
Futbolda 4 önemli zaman dilimi vardır. Top rakipte iken..
topu rakipten aldığınız zaman.. Topa sahip olduğunuz zaman ve topu
kaybettiğiniz zaman. Topun sizde ve rakipte olduğu zamanlar karşı taraf organize
olmuş bir şekilde sizi bekler. Lakin topu rakipten kaptığınız ve topu
kaybettiğiniz anlarda yapılan aksiyonlar ise belirleyicidir. Burada hız önem
kazanırken fazladan atacağınız bir çalım ya da pası vermekte geciktiğiniz bir
saniye skoru lehinize ve aleyhinize değiştirir.
Bu iki geçiş sürecinde alana ve zamana sahip olursunuz. Bunu iyi bir
şekilde değerlendirmek doğru oyunla ancak mümkündür ve bazen tribünün çok
hoşuna giden yetenek gösterileri burada sizin skor almanızın önüne
geçebilir. Bu anlar ve duran toplar
futbolda belirleyicidir.
Duran toplardan bu
sene oldukça iyi sonuçlar aldığınızı söyleyebiliriz sanırım.
Attığımız 25 golün 14’ü duran toplardan.
Bundesligada ilk
devre bitti ve bu devrenin sonundaki istatistiklerden bir kaçı oldukça ilgi çekici.
En çok ikili mücadeleye girmiş olan üç futbolcu –Kiessling-Szalai-Lewandowski-
da forvet. Ne düşünüyorsunuz bu ayrıntı hakkında?
Futbol artık 11 kişiyle oynanıyor. 8 ya da 9 kişiyle
oynayamazsınız. Başta da söylediğim gibi bu bir denge oyunu. Bu şekilde siz
orta sahanızda mücadele gücü daha az olan teknik bir oyuncuyu
barındırabiliyorsunuz. Juventus’da Pirlo ya da son dönem üst düzey futbol
oynayan Dortmund’da İlkay’ın yeteneğini o bölgede sergilemesini bu şekilde
sağlayabilirsiniz. Lewandowski ile beraber sağında ve solunda oynayan Götze ile
Reus’un baskı yapıyor oluşları orta sahanın da topla ilişkisini bir seviye daha
arttırıyor. İlerideki üçlü bu baskıyı yapmazlarsa eğer gerideki üçlünün oyuncu
karakteri de değişecektir ve topla ilişkisi azaldığı ölçüde oyun olarak da
gerileyecektir.
Lucien Favre’de
görmüş ve çok etkilenmiştim. Santrforlarına belirli alanlara baskı yaptırarak
rakibin hücum organizasyonunun yönünü tayin ediyordu.
Onu biz de yapıyoruz.
Stoperlerin oyun kurucu rolünde olanına baskı yapıyoruz ya da kendi savunma
bloğumuzun güçlü olduğu yere rakibe baskı yaparak yönlendiriyoruz. Bunun adı
kolektif futboldur.
Dortmund’un
başarısının sırrı gençlerde ve bunun da altına inerseniz modern futbola göre
yetiştirilmiş, yeniden kurgulanmış olmalarına ve elbette bizdeki altyapı
eksikliğine geliyoruz. Bizim durumumuz nedir?
Dortmund yönetimi altyapıya geçtiğimiz yıllarda toplam 38
milyon euro yatırım yaptıklarını belirtmişlerdi. Son derece güzel tesislerin
yanı sıra yeni çıkan teknikleri gençlerin hizmetine sunuyorlar. Biz ne
veriyoruz Altyapı hocasına bin lira maaş ve 15 takımın çalışacağı suni çim
saha. Altyapıdaki bir oyuncuya biz ne veriyoruz? Çalışma sonrası duş alıyor, hepsi bu. ? İnanılmaz yetenekli oyuncular var burada.
Dünyanın en zeki adamını okula göndermeden verimli olması ne kadar mümkündür?
Sen burada altyapısı hocasına bin lira veriyorsun. Başka işte çalışıyor, gelip
yan iş olarak bu çocukları çalıştırıyor, geleceğin büyük yıldızları. Sorun
belli, sır değil. Çözümü de belli sır değil ama olmuyor. Kimse o bütçeyi
yaratıp buralara akıtamıyor. Hocaların
pek çoğu maaş yetmezliğinden başka meslekte çalışmak durumunda kalıyor ve yarı
mesai ile ilgilenebiliyor çocuklarla.
Sorun yetenek değil
eğitim diyorsunuz?
Kesinlikle. Bu ülkede en son dert edilmesi gereken konu
yetenekli oyuncunun azlığıdır. İnanılmaz yetenekler var ama onların eğitimi
konusunda sorun çok fazla. Kime sorsanız bu sorunu ve aslında çözümünü de hemen
söylerler ve fakat birisi de çıkıp bütçe ayırıp buraya yatırım yapmıyor.
Peki ama neden?
Biz her zaman kolayına kaçarız. Evde yemek yoksa eğer
markete gidip bir şeyler alıp yapmaktansa lokantaya gidip yapılmışını yemek
isteriz. Bunun gibi düşünebiliriz.
Yetiştiremiyoruz mağlubiyetini hemen kabullenip yetiştirilenleri satın alma
yolu çok daha cazip geliyor.
Türk Futbolu’nun
temel sorunu bu mudur?
Başka ne olabilir ki? Hemen herkes milli takımın turnuvalara
katılıp katılmayacağına odaklanmış durumda. Oysa biz Dünya üçüncüsü olduk,
Avrupa Şampiyonasında yarı final oynadık, değişen ne oldu? Eğer başarı
kriterimiz buysa neden biz bu başarıyı elde eden teknik adamları gönderdik?
Eğer bu başarıysa neden Türk Futbolu’nu kurtarma planları yapmaya o zaman da bu
zaman da devam ediyoruz.. Belçika on milyonluk nüfusu ile bugün milyar euroya
yaklaşan bir milli takım kadrosu oluşturdu. Üstelik kendi evinde gerçekleşen
turnuva hariç son on yılda turnuvalara katılım göstermeden bunu başardı.
Almanya 98’de bu atılımı yaptı ve 2000 ile 2004 yıllarında tarihlerinde daha önceden
bize Derwall’in gelişini sağlayan ve sadece bir kez yaşadığı gruplardan
çıkamama başarısızlığını bu dönemde iki kez üst üste Avrupa Şampiyona’sında
yaşadı. Başarısız süreci göze alıp temele indiler, bizim temel eğitime inmemiz
gerekir.
Yön belirleme
konusunda bir öneriniz var mı?
Fatih Terim, Şenol Güneş, Mustafa Denizli gibi teknik
adamların yanı sıra Hakan Şükür, Rüştü Reçber ve Bülent Korkmaz gibi deneyimli
oyunculardan oluşan bir kurulun oluşturulması ve milli takıma yön vermesini
isterdim. Böylesine büyük tecrübelerin toplamından yanlış çıkmaz. Bunu yapardım
Sportif direktörlerin
ilk fırsatta teknik direktörlüğe geçişini nasıl yorumluyorsunuz?
Almanya’da bu sistem yaygın bir şekilde kullanılır ve hiç
böyle bir şey gördünüz mü? İçeriden antrenör atarlar ama asla sportif direktör
teknik adam olmaz. Bizde kimse olduğu yerde mutlu değil ve hemen hepsi Süper
Lig’de takım çalıştırmak istiyor. Altyapı hocasının da sportif direktörünün de
hedefi hep aynı. Mutlu değiller, yetinmiyorlar.
Daha çok yönetim olarak amatörüz.
Yöneticiler sınırlarını biliyorlar mı? Bu ülkede başkanlık ya da bir
numaranın önde olup her şeyi belirmeye çalıştığı bir sistem var. Ülkenin dahi yönetim biçimi bu şekilde. Dolayısıyla başkan giderse sistem çöküyor.
Başbakan’a bir şey olsa iktidar ayakta kalamaz, ülkede kaos yaşanır. Oysa misal
Belçika iki yıl başbakansız kendisini sorunsuzca idare etti, sistemdir aslolan.
Görev dağılımı yapıyorsunuz ama o görevleri o insanlara bırakmıyorsunuz.
İşverenin her şeyi belirlemeye çalıştığı yerde profesyonel anlayıştan bahsetmek
zor. Sportif direktör meselesi sadece
bunun bir yansıması.
-Oğlunuz
Gençerbirliği’nde oynuyor. Ve siz ona sadece kupa maçında bir kere o da
sonradan girmek koşuluyla forma vermişsiniz.
Öncelikle yurt
dışından gelen oyuncuların futbola değil Türkiye’ye adapte olmasını
sağlamalıyız. Oğlumla beraber bir iki futbolcu var ve her şeyden önce onların
buraya adapte olmaları için zaman gerekir.
Geleceğinden ümitli
misiniz?
Öyle olmasaydı buraya getirmezdim kesinlikle.
BLOGDAN GELEN SORULAR
Futbolkolik1: Geçtiğimiz
yıllara baktığımızda Gençlerbirliği'nin ligi hep orta sıralarda bitirmiş olduğunu
görürüz.Bu senede benzer bir durum söz konusu.Gençlerbirliği'nin temel
hedefleri nelerdir?
Bu fikre çok katılmıyorum. Bizden önce kümede kalma
mücadelesi veriyorlardı. Bir şeyi bozmak
kolaydır, yaratmak zaman alır. Bizim hedeflerimiz var ve bunlar sürece dayalı
şekilde belirlendi. Yıllık planlar yaparsanız yıllık kalır. Beş yıllık on
yıllık olursa hedefler de büyür. Geçtiğimiz sezon dördüncü bitirseydik Avrupa
kupalarına gidecektik ama buna hazır olmayacaktık kesinlikle. Hedef koyduk. Geçtiğimiz
sezon 9-12 bu sezon içn 6-9 ondan
sonraki sezon 4-6. Bunun için zaman gerekiyor.
Junior: Elazığ
mağlubiyetinden sonra niye birden böyle olduk hocam, galatasaray'a kök
söktüren, avrupa takımı gibi oynayan takım neden birden böyle çöktü? Bir de
yönetimden olsun, görüşebildiği taraftar çevrelerinden olsun, hak ettiğiniz
desteği, istikrar isteğini görüyor musunuz?
Güzel soru sormuş. Biz diğer takımlardan uyumu daha hızlı
bir şekilde yakaladık. Daha çabuk organize olduk. Geçtiğimiz sezondan bu seneye
alt yapıdakilerle beraber 25 oyuncudan 12si gitti. 11 tane yeni futbolcu dahil
ettik. Bunların 6’sı transfer 5’i altyapıdan. Giden futbolcu sayısı yüzde 50. Önemli ve takımın iskeletini oluşturan
oyuncuları kaybettik. Bu değişimin oturması zaman ister biz bu değişime rağmen iyi
başladık ve Galatasaray maçına kadar iyi bir dönem geçirdik. Savunmadaki sakatlıklar ve fikstür bu kötü
dönemi oluşturdu. İkinci devre ben takımımızın yüzde 30-35 daha iyi
oynayacağını düşünüyorum.
FC Start: Devre
arası transfer hedefleri var mı?
Üç transfer düşünüyoruz. Bir
forvet iki orta saha.
brkcn1027:Takımın
hücumda Hurşut'a bu kadar bağlı olmasının sebepleri nelerdir? 19 Mayıs Stadı
hakkındaki düşünceleri nelerdir?
Hurşut çok önemli bir oyuncu ve oldukça da iyi performans sergiliyor ama hücumda Azo’yu dan
unutmamak gerekir. 3 golü 7 asisti var.
Diğer açıdan stat konusuna gelirsek; Seyrantepe’yi, Kayseri’nin stadını
düşününce bizim başkent takımı olarak çok daha önce güzel bir stadımızın olması
gerekiyordu.
Pelezinho: Fuat
Çapa’nın gıpta edilesi bir ilişkisi var iki taraf da birbirini tamamlıyor. Bu
uyumu dört büyük kulüpten hangisi ile yakalayabilir. Taraftar kulüp yapısı iç
dinamik.
Şu kulüp diyemem ama
genel olarak şunları söyleyebilirim: Karakteriniz her kulübe uymayabilir.
Profesyonel olabilirsiniz ama yine de uyum gerçekleşmeyebilir. Futbolla ve
hatta yaşamla ilgili düşünceleriniz uyuşmayabilir. Kendinize yakın bir yerde
başarılı olabilirsiniz. Her teknik adam bir yerde başarılı olabilir ama her
yerde başarılı olabilir mi? Bilinmez. Guardiola mesele bu uyumu yakalamak adına
doğru yeri seçmek için bence bekliyor. Bu açıdan verilen kararlar oldukça
önemlidir. Seçim yapılmalı ve uyum gözetilmelidir.
İlker: Orta
sahada iki ön libero (Cem Can, Özgür, Petroviç'ten ikisi) ve bir forvet (Azo)
arkası oynatmakta karar kıldı bu sene. Sezon başında hayal ettiği 4-4-2
sisteminden vazgeçip buna mecbur oldu sanki? Sezon başındaki planları neden
tutmadı? Neden 4-2-3-1'e dönmek zorunda kaldı?
Doğrudur. Bazı oyuncular beklediğimiz seviyede olmadı. Antalya’ya 1-0
mağlup iken 4-4-2’ye geçip maçı çevirdik. Galatasaray maçında 1-0 mağlup iken
4-4-2’ye çevirip 3-2 öne geçtik. Geriye düştüğünüz zaman bunları yapabiliriz ama
maça bu şekilde başlamak için taktiksel ve fiziksel anlamda hazır değiliz.
İlker: Gençlerbirliği'nin
top rakipteyken takım savunmasının agresifliğinin az olduğunu düşünüyorum.
Kendisi ne düşünüyor acaba?
Doğru bir tespit. Elimizdeki oyuncu
karakterleri/profilleriyle alakalı bir durum. Biraz önce Dortmund önreğini
verdik; Lewandowski, Götze ya da Reus. Ben bunu Hurşut’tan ister ve bu durumu
zorlarsam Hurşut’un artılarını kaybederiz. 29 yaşından sonra bu denli bir
değişim geçirmesini beklemek çok doğru değil.
Son iki haftada oyuncularımız fiziksel anlamda yükseliş içerisinde ve
problem zaman içerisinde çözülüyor. Bunun bir nedeni de aldığımız oyuncuların son iki sezonda
oynadıkları takımda çok fazla forma giymemeleri. Son dönemde dikkat ederseniz bu açıdan bir iyileştirme olduğunu görürsünüz. Zamanla ve çalışarak bu sorunu halledeceğiz.
Ozan Kartalkaya: Gençlerbirliği
bence ligde yabancılarından az katkı alan takımlardan biri. Özellikle hücum
bölgesindeki yabancılar sıfıra yakın katkıyla oynuyor. Bu konuya bir müdahelesi
olacak mı?
Müdahale çok fazla çalışmak olabilir ama oyuncuları ben
yerli ya da yabancı diye ayırmıyorum. Hepsi bizim oyuncumuz. Bunun bizde yerlisi yabancısı olmaz.
Emre Ayan: Antrenör
veya Analizci kadrosunda futbolculuk geçmişi olmayanlara yer veriyor mu?
Ben daha çok verim alabiliyor muyum almıyor muyum buna
bakıyorum. Burası staj yeri değil, bana net bir katkı yapıyor olup olmaması, etkin bir rol oynayabiliyor mu daha çok bunlar önemlidir.
Neverlong: Teknik
direktörlüğün yöneticilik kısmına, futbol dışı iş yaşamının olumlu veya olumsuz
bir katkısı olduğunu düşünüyor mu?
Özellikle planlama ve programlama anlamında yüzde 70 katkı
yaptığını düşünüyorum.