Buradan anladığımız Atletico'nun en çok istediği takım Olympiakos.. Ve GS'ı da dördüncü yapmışlar ilginç..
12 Aralık 2013
Taraftarca..
Aslında duygular karışık. Sonuç çok şeyse eğer Galatasaray
bugün üst üste olması nedeniyle iki kat daha önemli olan Şampiyonlar Ligi grup
maçlarında tur atlayan takım oldu. Samimiyetle
söylüyorum ki bu paradan kazanılan milyon Eurolardan filan çok daha önemli bir
şey. Ne bileyim bu tanınırlık, bu bilinirlik. Hani sevgililer yokluğunda ne
olduğunu size hatırlatır ya? Galatasaraylıların da uzunca bir dönem Şampiyonlar
Ligi’nin ve hatta bu cümlenin olmazsa olmaz yandaş öznesi Porto ile beraber en
çok katılanı olduğu yıllarda farklı bir havası, başarılı bir geçmişi
vardı. Bir dönem tanımaktan şeref
duyduğum Fransız kırması Olga’nın Almanca şivesiyle dediği gibi “gağatasahay”
dedikleri vakit içeriğini de biliyorlardı ve herkes de bunu diyordu. Başka
bakıyorlardı, ben buna yakından tanık oldum uzunca bir süre. 2004’te Almanya’da
dil kursuna gittiğim vakit yetmiş milletten insanla iki ders arası o ufak
teneffüslerde ortak payda futbolda birleştiğimiz zaman Hakan Şükür ve Tarkan’ın
yanı sıra Meksika’dan avukat, Peru’dan gelen öğrenci arkadaşlar Hasan Şaş’ı
bana anlatıyorlardı. Velhasıl arkadaş üst üste bu ikinci kez gruplardan çıkıp
onlarca takım arasından en çok izlenip merak edilen turnuva olan Şampiyonlar
Ligi’nin son 16’sınadır 8’inedir kaldı mı büyük
başarı. Elit takımlar arasına
ismini yazdırmaktır. Düne kadar Bundesligaya üçüncü lig kırmızı grup muamelesi yapan ecnebiler
Dortmund-Bayern finali sonrası bir de anlamadan bilmeden gegenpressing’tir x’tir
y’dir makaleler döşemeye, farklı bir
saygı duymaya da başlaması da hep buradan. Ben yıllarca yazdım ama gel gör ki
üç dört yıl sonra hak verenler filan çıkmaya başladı. Bayern Dortmund maçına misal bi ilgi bi ilgi..
hep bunlar işte Şampiyonlar Ligi müziğinin getirisi. Niye ve nasıl olduğuna geleceğim ama hepsini
bir kenara bırakın iki kez üst üste Şampiyonlar ligi gruplarından çıkmak çok büyük
başarı. Taraftarların yüzde doskanını ilgilendiren konu bu. Bak koskoca Fransa’nın
1 takımı var ki Cavani ve İbra oynuyor aynı yerde. Koskoca İtalya’nın biraz kar
biraz şansızlık ama çokça çekirdeğinde Avrupa geni barındıran Galatasaray
nedeniyle yine 1 takımı var. İki yıldır oraya Türkiye de 1 takım gönderiyor,
bunlar çok önemli ve mühim başarılar. Artık seneye nasıl bir kaos ortamı
yaratılır bilmiyorum ama en kötü gruptaki ikincilik adayı güçlü takımın
ülkesinden bir hoca getirip Mancini’yi kovarak taktik filan yaparaktan “bir
şekilde” gruplardan çıkılırsa sevinç katmerlenerek büyür. Çünkü biz işin doğrusu daha çok gruplardan “bir
şekilde” çıkıyoruz. Aslanlar gibi
oynayarak filan değil. Hesap kitap meselesi. 1996-00 arası deyim yerindeyse
fırtına gibi esildiği o dört yıl içerisinde bir kez olsun gruplardan çıkamayan
Galatasaray geçmişte biriktirdiği borcunu faiziyle alıyor, Juventus sen de azıcık
hoş gör. Çünkü o dönemin Galatasaray’ı
bir Şampiyonlar Ligi finalini hak edecek futbol ortaya koydu. Bu ne ki
allahaşkına? Futbol bile diyemiyorum bak en mutlu günümde. Salla gitsin
burasını bugün.
Semih’ler filan artık Şampiyonlar Ligi maçlarına sakız
çiğneyerek çıkarlar ki bu özellikle bu ligde çok önemli bir farklılık. Koskoca
Selçuk İnan o geçen sene ilk mençıstır maçında titredi heyecandan, ben buradan gördüm.
İyi oynanan pek çok maçı bu deneyimsizlik sonucu kaybetti. Tecrübe çok şey demek aga. İki yıl önceki finalde kimsenin sallamadığı
Çelsi ile uzay takımlarını dahi uzaya gönderen Bayern München arasında mavilerin
tek bir avantajı vardı: Drogba, Lampard, Cech v.s. gibi lider oyuncuların fazlalığı ve tecrübe! Kupayı
getiren buydu. O Drogba tecrübesi o gün Çelsi’ye kupayı aldırttı bugün de her
iki maçın önemli iki golünün kafayla asistini yaparak Galatasaray’ı yukarı
çıkardı. O da Çelsi’nin Hiddink
zamanında Howard Webb’in hakkını yediği finalin diyetiydi diyelim. Yazık olunan
Bayern ise hak ettiğini şaşalı bir şekilde aldı ki futbolda er ya da geç adalet
tecelli ediyor derim hep. Hülasa bugüne
dönersek Elmanderli Umutlu Enginli takım ligi Sneijderlı Drogbalı takımdan çok daha
iyi götürürdü ama Devler Ligi’nde de bu tecrübeler iş yapıyor hep.
Biraz burukluk var onu da anlatayım. Şimdi bakıyorum,
Galatasaray diyorlar hemen Drogba. Daha geleli bir yılı doldurmadı bile. Adam oynuyor, Sneijder’lardan Lincoln’lardan
Kewell’ardan farkı ne biliyor musun bu
büyük futbolcunun? Her maç oynuyor adam abi her maç. Bu takımda bir Melo bir
Selçuk bir Muslera bir de Drogba her maç oynuyor. Efendim misal başarılarda payı yadsınamaz
olup da hakkı verilmediğine inandığım
Sneijder mesela. İnsan ister
istemez burada bir Hakan Şükür etkisini arıyor geçmiş yıllardan kalma. Selçuk
İnan ile biraz gideriliyor ama yetmiyor o da. Burası tamamen taraftarlıkla
ilgili. Yabancı ayrımı filan değil bu ki beni bilirsiniz. Eğer gerekli gelişimi
gösterirse ileride Bruma da olabilir. Galatasaray’ın parlatacağı bir isim
olması keyfi arttırıyor. Mesela Muslera’nın başarısından ben daha çok keyif
alıyorum, daha bi Galatasaray’a ait kavram oldu. Keza Melo.. Ama sanki Galatasaray özellikle benim yabancı
arkadaşlarımdan tutun da yabancı medyaya kadar Drogba ve Sneijder’dan ibaretmiş
gibi algılanıyor, yargılanıyor ve bugün olduğu gibi havalara uçuruluyor. Yıllardır
yapılan yanlış ya da yönetilemeyen oyuncuların bocalamasından sonra sil baştan
kadro yapmanın getirisi bu. Bir de tabi altyapı diye bir şeyin hepten
kaybolması filan. Girmeyelim şimdi bu mutlu günlerde oraya.
Bu yukarıda bahsedilen başarının ülke içerisine etkisi çok
daha fazla. Zaten dışarıda etkisi olan
bir şeyi biz sıklıkla üç ile çarpıp kendimize alıyoruz. Böyle başarılar sonrası
“Ama işte Kadıköy’de yenemediniz ki” çıkışı komik kalıyor ve o kepazeliği ancak
böyle tarihi başarılar püskürtür
İki gündür yataklardaydım. Bu yüzden Juve maçı öncesi
yazacaktım daha iyi anlaşılsın diye ama kısmet olmadı. Öyle ki uykusuz bırakan bu hasta olma hali
nedeniyle saat kurdum GS maçını izledim, maç bitti yattım saat kurdum yine GS
maçı öncesi ancak kalkıp izledim. Nasıl bir halsizlik çöktüyse 27 saat uyudum
desem yeridir. Beni başka herhangi bir
şey yataktan kaldıramazdı işin doğrusu. Ve fakat işin Aysal-Mancini-Terim
üçgenine gelince başka şekilde bakıyoruz. Moral bozucu konular bunlar.
Bu zaferin temeli Mancini’nin taktiksel başarısıdır. Gerçekte GS için önemi ve getirisi çok olsa da futbol açısından bakarsak takım daha iyiye gidiyor değil aslında. Farkı sadece Mancini’nin İtalyan olması yarattı. Sadece bu açıdan bakarsak grup şansı da var. Nihayetinde Austira Wien’den 4 gol yiyen Zenit 1 galibiyet ve 6 puanla gruptan çıkarken 12 puanla Napoli Avrupa Ligi’ne gidiyor. Napoli nere Zenit nere.. GS Real’den iki maçta 10 gol yedi. Bir Limassol efendim Dinamo Zagrep’ten farkı yoktu. Aynı zamanda GS Kopenhag’ı evinde yenip dışarıda da yenildi. Burada da aslında üçüncü torba iki takımın olası rekabetinden çıkacak en doğal sonuç. Ne bir zafer ne de bir farklılık söz konusuydu. Lakin iki Juventus maçı işte Galatasaray’ın ve daha özelde Mancini’nin başarısı burada. Sıkıcı detayları “Mancini’nin Juventus Doğruları” diye bu akşam yazıya saklıyorum, taktik maktik ama gerçekten üçlü savunmadan bekleri açık oynatmaya kadar Juventus’u değersizleştirecek nice görünmez atılımı oldu ki ecnebiler daha doğru analizler yapmış. Zaten bizim basında bir maçın taktiksel içeriğine dair okunacak tek adam yok ki bunları yazsın.
O oldu bu oldu.. Galatasaray tarihi başarıya imza attı.
Tartışılmaz gerçek bu.
Bu bizim memlekette çok şeyi değiştirir ama benim için Terim’e
yapılan haksızlığı, sezon ortası takıma ve dahası ülkeye yabancı bir hoca
getirmenin anlamsızlığını, kurumsallaşma adı altında anlamsızca atılan adımları
doğrulatmaz. Yüzyıllık camiayı “abi sen
bizi destekledikçe oylarımız azalıyor” diyerek Fenerbahçelilerin desteğinin
dahi zararlı gördüğü bir ROK gibi ne olduğu ortada olan adamların oyuncağı etmesine
“anlam” kazandırmaz. Koskoca gazeteye
tam sayfa röportaj verip Serhat Ulueren’e salladıktan iki gün sonra özür diler
mahiyetinde açıklama yapmak gibi sayısız hatalarını, Tulunları filan görmezden
geldirmez. Teknik adamın demecini
yalanlamaktan neredeyse atılan her üç adımdan ikisinin yanlış ve bazen utanç
verici nitelikte olmaları gibi pek çok detay. Nihayetinde kısaltır ve
özetlersek eğer “Juventus” galibiyetleri yönetim bazında yapılmış tonlarca
hatayı daha başka okumamıza izin vermez.
Gerçek şu ki..
Drogba ve Sneijder geldiği günden beri Galatasaray’ın her
maça zar atıp hiçbir maça “kesin alırız” güvencesi ile çıkmadığını en iyi
taraftarlar bilir. O gün bozulan sistem henüz daha kurulmadı. Geçtiğimiz sezon
Şampiyonlar Ligi’nde belki bir maç var Drogba ve Sneijderlı kazanılan oda
deplasmandaki Schalke maçı. Bozulan sisteme ilk darbeyi aslında Telekom’daki
Schalke maçı vuracaktı, kaçırdıkça kaçırdılar. Bunun dışında ne var allah
aşkına? Real Madrid’e elenildi. Aradaki
puan farkı da Terim’in çıkardığı olaylar sonucu rakibi farklı şekilde geride
tutarak saldırılıp alınan o 6 puan belirledi.
Şöyle bir bakın Drogba’nın yaptıklarını yukarıda yazdım ama bu
transferler Umut Bulut’u kesti. Madrid’de beraberliği getiren, burada akını
başlatan ve toplamda Drogba gelmeden devreyi 12 golle kapatan, sistemi
rahatlatan, eğer oynasaydı aslında Sneijder’ı da tek başına oynatacak olan
takımın en değerli oyuncusunu… Demem o ki Galatasaray geçen seneden bu yana “idare
ediyor” ve bugünkü sorun çok eski. Ben
düşündüm düşündüm ve bu kadro içerisinde Burak-Drogba-Sneijder’lı doğru bir
sistemi bırakın pratiği teoride bile bulabilmiş değilim. İlk defa Elazığ
maçında bir umut ışığı belirdi ya hayırlısı..
Mancini’den ümitliyiz ama bu tarihi başarı var olan durumu
başka göstermez. Önümüz aydınlık değil bu daha çok düşme potasındaki Çelsi’nin
Şampiyonlar Ligi Kupası’nı alması gibi.. Ligi sallayan Juventus ve Benitez ile
çok başka futbol oynayan Napoli yerine tarihin en kötü sezonuna imza atan Milan’ın
gruplardan çıkan tek İtalyan takım olması gibi bir şey. Austria Wien’den 4 gol yiyen Zenit’in 1
galibiyet ile gruplardan çıkmasının başka versiyonu. Geleceği yok ama artık ne
var? Bu sezon başı üzerinde kalın kalın geçilen Terim’e ait yanlış kadro
planlamasının düzeltilmesi için teknik kadroya zaman kazandırması önemli ve
ayrıca yalan yok Juventus galibiyetinden dolayı değil yense de yenilse de
ciddiyetini koruyan, hep akıllı konuşan,
Galatasaray’a büyük saygı duyduğunu her halinden anladığımız Mancini
kalitesinin kendisini ispat etmesi için gerekli fırsatı kazandırması da güzel. Benim Avrupa’da elit teknik adamlar listemde
Mancini bulunmuyordu ama burada günden güne tanıdığımız Mancini’nin Dany’i geç
keşfetmesinin dışında pek çok eylemi umut verici. Her şeyden önce bence tarzı da
oldukça iyi.
16’ya kalmak çeyrek finale kalmaktan bile daha güzel be
dostlar. Çünkü iki ay boyunca hayal kurabiliyorsun her şeyden önce. Şunu geçtik
mi çeyrek final.. Arkasından iki maçı daha alırsak final diye hayal kuruyorsun.
Bence bu hayali kurabilecek konuma gelmek her şeyden önemlisi. Biliyoruz yahu
imkansız ama şöyle düşün bak çeyrek final sonrası iki maçtan evimizde olanı..
9 Aralık 2013
Conte'nin Juventusu
Conte'nin Juventus'u... En azından benim gözüme çarpan özellikleri, Mancini'nin ilk maçtaki doğruları.. Bu maça "bence" nasıl çıkması gerektiği ve daha pek çok şeyi yazarken o kadar uzun yazmışım ki galeri ile ancak;)
8 Aralık 2013
7 Aralık 2013
7'n bitirdin beni arkadaş..
Bir dönem Dutt'un başında olduğu Freiburg Schaaf'ın Bremen'inden sürekli fark yerdi. Mesut'un güzel bir gol atıp Pizarro'nun attığı iki golle Bundesliganın en çok gol atmış yabancısı olduğu maçın sonrasındaki bir röportaj içerisinde Freiburglu oyuncu artık dayanamayıp şunları söylemişti "Ben sevmiyorum bu takıma karşı oynamayı. Hep fark yiyoruz, sevmiyorum" Benzer şeyleri de Dutt da Guardiola'ya söyleyebilir.
Bayer Leverkusen'in başında olduğu zaman Robin Dutt o dönem yine Guardiola'nın çalıştırdığı Barça'ya misafir olmuştu Şampiyonlar Ligi maçında.. Sonucu biliyorsunuz, Barça 7 gol atmıştı..
Bugün Robin Dutt Bremen'in başında ve üstelik kendi sahasında yine Guardiola'ya rakip oldu.
Yine 7 gol yedi. Guardiola 7'di bitirdi Dutt'u.. Ki 7 olduğuna şükretsin. Sahada öyle bir futbola susamış Ribery vardı ki..
Leonard Kweuke!
Tam zamanını bilmiyorum ama 4-5 yıl önce Kweuke henüz 21 yaşında olduğu vakit Eintracht Frankfurt'a transfer olmuştu. Amanitidis'in uzun sürelli sakatlığı sonrası Frankfurt bu oyuncuyu kiraladı Slovakya Ligi'nden.. Bundesliganın en çok forma giyen oyuncusu olan Frankfurt yönetimindeki Körbel'e onu tavsiye eden ise onun oradaki takımının teknik direktörü Werner Lorant idi. Bir adam kendi takımının en iyi oyuncusunu neden başka takıma pazarlamak ister onu ben çözemedim. Gazetelere tam sayfa manşet olmuş demeci ise dönemin Stuttgart ve Wolfsburg'un formda golcülerine atıfta bulunacak şeklindeydi..
W.Lorant: "Kweuke ligi sallayacaktır, Gomez ve Grafite'den daha iyi"
Ve ne yazık ki Frankfurt 6 aylık kiralık dönemin ardından oyuncunun satışına onay vermedi. Kweuke sonra Energie Cottbus'a gitti yine kiralık.. Bu sefer de sakatlıklar sonrası performans gösteremedi. Lakin daha da ilginç olan ayrıntı ise faulleri..
Kweuke karşı karşıya kaldığı pozisyonlarda üç kez karşısındaki kaleciyi hastaneye yollamış bir adam. Dahası bu sene Mayıs ayında şu yukarıdaki fotoğrafın devamında gelişen faul sonrası 12 maçlık ceza aldı ki bir ihtimal transferine de sebebiyet vermiş olabilir. Daha kötü bir fotoğrafı vardı ama onu almadım ben buraya... İran'dan Slobakya'ya..
Ordan Almanya'ya ve nihayetinde Rize'ye uzanan garip bir yolculuk..
6 Aralık 2013
Berni
Berni.. Bayern München'in maskotu. Sürekli gülümseyen yüzüyle yıllar yılı görür ederiz. Bu başka olmuş biraz.
Bu gecenin en güzel fotoğrafı..
5 Aralık 2013
Cesare Prandelli: George Best'e hayrandım..
Şu kesin ki ben Prandelli'yi çok severim. Her iki açıdan. Mesleki ve insani. Etik değerler konusunda hassas oluşundan oynattığı sistemin yıkıcı ve devrimci yanına kadar.. Röportajı çok hızlı bir şekilde önemli kısımlarını çevirdim.
Almanya ya da
İspanya.. hangisi?
Ben daha çok Belçika’dan
çekiniyorum. Çok genç bir takım ve potansiyeli çok fazla.
Almanya’nın en büyük
korkusu İtalya. İki kez yarı finalde İtalyanlara elendi.
Umarım Almanya ile çok
çok sonra karşılaşırız, gruplarda değil.
Artık Almanlar ama
yarı finalde İtalyanları görmek istemiyor
İyi o zaman finade
karşılaşırız!
Francesco Totti! 37
yaşında geri dönüyor?
Biz ona şans
getirmiyoruz, bu kesin. İki yıl önce gündemde değildi ve sakat da değildi.
Şimdi bu formundan sonra “böyle devam ederse o da bizime olur “ dedim
sakatlandı. Eğer 25 gol atarsa o elbette bizimle gelecek
Buffon 35’e geldi.
Konfederasyon Kupası’nda da iyi değildi.
Pirlo için geçerli
olan neyse Buffon için de aynı şekilde. Büyük maçlarda istenilen performansı
ortaya koyuyorlar. Büyük maçların oyuncuları.
Çocukluğunuzda
idolünüz kimdi?
Gençliğinizde
kurallara karşı olursunuz. Ben hep George Best’e baktım. Uzun saçları
vardı, kimse durduramazdı, kadınlarla arası iyiydi, çok içerdi. Bunlar hoşuma giderdi.
Dünya üzerinde Mario
Balotelli ile sorun yaşamayan tek antrenör olmalısınız.
Doğal çünkü ben onun
Milli Takım hocasıyım. Çok sık görüşmüyoruz. Kulüp antrenörü gibi her gün
onunla beraber vakit geçirmiyorum. Ama biraz da anlayışlı olun bu çocuk daha 23
yaşında ve henüz kariyer zirvesinin oldukça uzağında. Ben bu yaşlarda çok ciddi
sorunlar yaşayıp da ileride çok iyi konuma gelmiş pek çok futbolcu tanıyorum.
Ona ne gibi
tavsiyelerde bulundunuz?
O iyi bir insan.
İnsani açıdan güzel ve hayata karşı daha fazla gülümsemeli. Medyada yazılıp
çizilen ile gerçekler arasındaki fark çok fazla. O medyada daha çok futbolculuğuyla
gündeme gelmeli ya da bu şekilde ele alınmalı.
..
Antrenör olarak
idolünüz?
İtalyanlar üzerinde
konuşmak istemiyorum. Ben kendimi daha çok Johann
Cruyff’a göre konumlandırdım. Barça’nın
bugünkü futbolu ondan sonra şekillendi. Keza Louis Van Gaal’in da bu dönüşümde etkisi fazla oldu
Bayern’in eski
antrenörü Tanrı’dan sonra hemen kendisinin geldiğini düşünüyor.
İbrahimovic de böyle
düşünüyor.
Dünyanın en iyi
futbolcusu için kimlere oy verdiniz.
Andrea Pirlo. Çünkü o
gerçek bir şampiyon! Ama bence Ronaldo kazanacak. Kazanmayı hak etti de.
Seneler boyu istikrarını hep korudu. Elbette Franck Ribery de Bayern ile bütün
kupaları kazandı.
İkinci ve üçüncü
seçenekleriniz neydi?
Pirlo’dan sonra
Ronaldo ve Rİbery
Rudi Völler
"Dürüst olmak gerekir. Artık Bayern München için mesele şampiyon olmak değil, daha başka hangi rekorları kırabiliriz diye bakıyorlar. Çok güçlüler.. Finansal olarak da. Mesela yarıştığı rakibi Dortmund'un oyuncularına verdiği toplam paranın iki katını veriyor Bayern. Biz ise Dortmund'un yarısını ancak verebiliyoruz. Durum bu. Bu yaz biz de Mhkitaryan'ı sormuştuk ama o parayı vermemiz mümkün değildi. Dortmund sorunsuz 25milyonu verebiliyor, biz veremiyoruz. Bu gerçeği kabul etmek zorundayız.."
Ballon dO'r
Nazarımda sadece sona kalan ilk üç futbolcunun değeri vardır. Sonrasında oluşan farkları biraz da arkadaşlık-takımdaşlık ilişkileri belirliyor. Bazılarının oyları açıklanmış, onlara bakınca Eurovision'a dönüyor bu iş diyorum.
Şöyle ki;
Misal İtalya Kaptanı Buffon'un oyu nereye gidiyor? Elbette Pirlo'ya. Sonra Ronaldo ve Messi..
Efendim Kuba'nın oyu nereye? Ribery'nin rakibi Ronaldo ve Messi'nin yanı sıra üçüncüsü de takım arkadaşı Robert Lewandowski. En azından insaflı davranmış, Lewa'yı 1'e çekmemiş.
Peki Peru kaptanı Pizarro'nun oyu nereye gidiyor?
Elbette takım arkadaşı Ribery'e! Casillas? Ronaldo. Lahm'ın oyu? Ribery
Vicente Del Bosque? Elbette Xavi. Sonra İniesta ve Ribery..
Deschamps? Haliyle Ribery
İlginç olan bir diğer ayrıntı da Brezilya kaptanı Thiago Silva'nın seçimi: 1 Messi 2 İbra 3 Ronaldo.
Takım arkadaşı İbra'yı 1'e koymadığı gibi Arjantinli Messi'yi de 1'e koydu. Güney Amerika Kardeşliği.
Nihayetinde ik üç sırada devasa bir puan farkı oluşmazsa eğer farkı en fazla farklı ülkelerin kaptanını takım arkadaşı yapan kazanıyor diyebiliriz.
Bu yıla bakarak ilk defa kendi ilk 3 adayımı açıklıyorum:
1- Cristiano Ronaldo 2- Frank Ribery 3- Lionel Messi.
Joachim Löw bu oylamaya katılmayı reddettiğini açıkladı. Çok ciddi bir sorun olacaktı ortada. 23 futbolcudan 5'i Alman milli takımında oynuyor. Bunlardan herhangi birisini öne çıkarsa onu daha çok seviyor/yetenekli buluyor gibi tonla malzeme çıkaracaktı Alman basını. Aynı zamanda objektif olunamayacağını beyan ederek oylamayı reddetti. Haklı değil mi?
Kuba'nın ilk 3'e Robert Lewandowski'yi koyması ne kadar adil?
Vicente Del Bosque'nin sanki iki üç yıl önce olduğu gibi ortalığı kasıp kavurmuşlar misali Xavi-İniesta demesi?
İlk üç oyuncu dünyanın eniyileri. Gerisi geyik..
Mesut
11 maç 3 gol 6 asist 33 gollük pozisyon yaratımı.
Cardiff maçında kötüydü. Yine de bu o maçı iki Mesut Özil asisti ile hanene 3 puan yazdırdığını gerçeğini değiştirmiyor. Sunderland maçından Norwich maçına kadar pek çok maça etki etti.
Yalnız bence en önemli katkısı takıma kazandırdığı ruh ve özgüven oldu. Onun gelmesiyle Arsenal'de her oyuncu kendisini şampiyonluğun bir numaralı adayı olan takımın futbolcusu gibi hissetti. Mesut çok kritik noktalarda ufak dokunuşlarla üçer puanları da kazandırdıkça Wenger'in dediği gibi her galibiyette daha güçlü oldular.
Orta saha kalabalığı, yerden kısa paslar ile bebaber sahte dokuz kaçınılmaz oluyor. Başka türlü boşluk bulmak çok zor. Üstelik Bendtner ve Giroud gibi ceza sahası içi forvetleri gezginleştirmek durumunda kalıyorlar ki bu konuda özellikle Giroud inanılmaz.
Avrupa'da üç takımın pek çok farklılıkları olsa da ortak paydaları mevcut. Bayern München, Juventus ve Arsenal.
Bu üç takım oyun içerisinde net bir forvet kullanmıyor. Beklerini ileri çıkarıyor, forvetlerini geri çekiyorlar, oyunu önde kuruyorlar. Ceza sahası ön çizgisi ile orta saha çizgisi arasına 8-9 oyuncu sıkıştırıyorlar. Üçü de geriye yaslanmış kabalık savunmayı kendilerine has çözümlerle aşıyorlar. Bayern gegenpressing, Arsenal da aynı şekilde ve fakat Juventus ise dönen topların karambolünde ikinci hücumlarda, ribauntlarda işi bitiriyor ki Pirlo bu açıdan çok önemli bir isimdi. Orta sahaların (Pogba,Vidal, Marchisio) arkasına sakladığı Pirlo'nun öldürücü vuruşu ikinci akınların yeniden organize edilmesi esnasında gerçekleşiyordu.
Hülasa keyif veriyorlar ama en başta Mesut Özil. Cardiff maçında onu oyunda tutan Arsene Wenger Mesut'un ne olduğunu ve neler yapabileceğinin farkında. Ben ilerleyen zamanda Wenger etkisiyle daha da farklı bir Mesut izleyeceğimizi düşünüyor ve heyecanlanıyorum.
4 Aralık 2013
Galatasaray: Sportif Direktör ve Kurumsallaşma
Bu işin piri Uli Hoeness 28 yaşında bu göreve atanmıştı.
Ülkemizde son dönem
fazlasıyla tartışılan bir kavram oldu. Hakkında yorum yapanların görev tanımlaması konusunda net ifadeler
kullanamıyor, ortada bir kaos var.
Sportif direktör Başkan ve Yönetim Kurulu Üyeleri tarafından futbol takımını yönetmesi için görevlendirdiği atanmış profesyoneldir. İşinin büyük bir kısmı takımın sahip olduğu futbolcu kadrosu ve teknik direktörler ile olduğu için sıklıkla eski futbolculardan oluşur. Avrupa Kulüpleri’nde yöneticilerin futbola
olan uzaklıkları göz önünde bulundurularak bu alanı organize etmesi için memur atarlar.Teknik direktör ve oyuncularla yönetim arasındaki tampon bölgeyi oluştururlar. Takımın nerede kamp yapması gerektiğinden tutun da oyuncuların
maaşlarına ve sözleşmelerine kadar olan bütün bu karmaşık işlerin yanı sıra
takımı yönetmesi gereken teknik direktörü de belirleme işinde önemli rol oynar.
Belki de en önemlisi kulübün futbol alanında uzun vadede yapacağı bütün
planların kurucusu ve işleticisi olmasıdır. Profesyonelleşme ya da son dönemin
moda deyimiyle kurumsallaşma yönünde atılması gereken birinci adım olmasına
rağmen Galatasaray kulübünde böyle bir yapı yoktur ve fakat kurulma aşamasında olduğu dile getiriliyor. Öncelikle sportif direktör kavramının işlerlik kazanması için nasıl bir yapı kurulması gerektiğinden başlayalım. Dünyanın tartışmasız en profesyonece yönetilen kulubü olan Bayern München'e bakmakta yarar var.
Bayern Münih Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyeleri. İsimlere bakar mısınız? Audi, Telekom, Porsche gibi üst düzey şirketlerin yönetim kurulu başkanlarından oluşuyor. Mehmet Ali Aydınlar'ın listesiyle yarışır. İşin doğrusu bu isimler en üst merci olmasına rağmen yönetim değil "denetim" kuruludur. Buradaki kodaman abiler "maaş alan profesyonellerden oluşan bir yönetim kurulu" oluştururlar. Aslında yaptıkları tek iş bu oluşturdukları yönetim kurulunun denetlemektir. Başarılı olunmadığı takdirde gerekirse görevine son verirler. Galatasaray'da olduğu gibi aralarından birisini "basın sözcüsü" seçmezler. O iş sportif direktörün hali hazırda yapmak zorunda olduğu işlerden birisidir. Galatasaray'da olduğu gibi başkan oyuncu ile bire bir ilişki asla kurmaz. Sadece Bayern'de 30 yıl atanmış bir profesyonel olarak sportif direktörlük yapan Uli Hoeness burada istisna oluşturur. Burada yine başkan ve yönetim kurulu üyeleri takımın oyuncusu ile bırakın primeri, sözleşme pazarlığı yetkisine sahip değil. Bayern Münih başkanı Uli Hoeness'in bugün teknik direktörü kovma yetkisinin olmadığını biliyor musunuz? Ancak elbette kovma yetkisi bulunan profesyonellerin(Sammer, Rummenigge v.s.) yönetim kurulu üyelerinin oy çokluğu ile işine son verebilir.
Bu ayrım yine de önemlidir. Peki neden? Çünkü Hoeness eskiden olduğu gibi yönetim kurulunun seçtiği bir "profesyonel" değil kongre üyelerinin oylarıyla seçilmiş başkan. Teknik direktörün değerlendirmesini seçilmiş başkan yapamaz. Her başkanın geçmişinde 30 yıllıkk sportif direktörlük geçmişi yatmaz. Elbette burada Hoeness bir istisna. Devam edelim. Altyapı çalışması içerisinde bulunmaz! Kulubün yönetimi içerisinde aktif rol almaz zira o işler için "tam gün" mesai ile çalışacak profesyonel bir yönetim oluşturulmuştur. Hülasa bu oluşturulan yönetimin icraatlerini seçilmişler sadece denetler, başarısına bakar ve zamanından önce kovmak gibi seçenekleri olduğu gibi zamanı geldiğinde sözleşmesini uzatma hakkına sahiptir. Zamandan da bahsetmek gerekirse teknik direktörün zamanları maçlarla ölçülür. Sportif direktörün ise atadığı birden fazla teknik direktörlerin görev süresiyle.
Ömrü hayatı boyunca futbol oynamamış ve fakat genel kurul tarafından seçilmiş başarılı işadamlarından oluşan denetleme kurulları bir futbol takımının hangi teknik direktör ile çalışması gerektiğinin kararını veremeyeceğinin farkındadır. Oyuncuların bazen teknik direktör zaman zaman şehir, kültür ya da başka başka nedenlerle yaşayacağı sorunlara çare olabilecek deneyime sahip değildir. Bir altyapı organizasyonu içerisinde neyin nasıl olacağını bilmediklerinin farkındadırlar. Takımın nerede kamp yapması gerektiğinden oyuncuların sözleşmesine kadar olan pek çok sorunu çözmesi için araya bir aracı koyarlar. İşte bunun adı sportif direktördür. Bir başka adı "biz bu işten anlamayız ama anlayanı takımın başına getiririz". Ünal Aysal ile eylemleri olmasa da söylemler benzeşiyor.
Seçilmiş yönetim/denetleme kurulu(Adidas, Telekom, Porsch v.s.) ve başkan Bayern Münih'i çeşitli alanlarda yönetmesi için profsyonellerden oluşan yönetim kurulunu oluştururlar. Sadece futbol değil mesele. Mali işlerden sorumlu Karl Hopfner 1983 yılında başvuruda bulunarak içeri girdi. 2012 yılında sağlık sorunları nedeniyle ayrılmak zorunda kalınca Adidas'ların, Telekom'ların olduğu denetleme kuruluna geçiş yaptı. Nihayetinde 29 yıl aralıksız Bayern'in ekonomisini yönetti. Sorun ne biliyor musunuz? Değişen başkanlar, yönetim kurulu üyelerine rağmen başarılı olduğu sürece aynen Uli Hoeness gibi orada kaldı. Karl Heinz Rummenigge önce kodamanların yer aldığı yönetim kuruluna girdi ama daha sonra aktif rol alabilecek birikime sahip olduğu için bugün Bayern Münih'in atanmış profesyonellerden oluşan yönetim kurulunun başkanlığını yapıyor.
Bizde bu iş nasıl oluyor biliyorsunuz. Kongre üyeleri Başkan'ı ve yönetim kurulu üyelerini aynı anda seçiyor. Bu yönetim kurulu üyeleri profesyonelleri atamak yerine kendilerini atıyorlardı iş başına. Efendim sen futbol şubesinin başına geç, rıfkı sen mali işlere bak, Şükrü sen basın sözcüsü ol. Yahu orada profesyonellerin yaptığı işin açıklamasını yönetim kurulu üyesi neden basına anlatsın? Yok.
Bu maaşlı profesyonellerden seçilerek değil seçilmişlerin atamasıyla oluşturulan yönetimin üyelerinden birisi sportif kararlar konusunda yetkin olan sportif direktördür. Profesyonel bir yöneticidir. Geçmişinde Dortmund'da oynayıp teknik direktörlük yapması, Stuttgart'ın başında teknik adam olması önemsiz. İşini iyi yapıyor ve maaş karşılığı profesyonel yönetimin içerisinde bulunuyor. Bayern Münih'in alt yaş kategorilerinden A takımına kadar olan bütün lisanslı futbolcular ve teknik kadrolardan sorumludur. Teknik direktör ise sadece birinci ve ikinci takımdan... Bayern Münih'in transferlerinden oyuncu satışına, teknik direktörü kovmaktan işe almaya kadar her konuda söz sahibidir. Nihayetinde teknik direktörün en büyük yardımcısıdır çünkü zaten başarılı olacağı için işe alan kendisidir. Elbette bugün Bayern'in başkanı 30 yıllık efsane sportif direktör Hoeness olunca büyük kararlar burada alınıyor amma velakin Hoeness döneminde kongre üyeleri sadece sonucu denetler, işe karışamazdı. Beckenbauer bile Hoeness'e karışamaz gerekirse Hoeness sert bir şekilde karşılık verirdi. İlginç olan ne biliyor musunuz? 1994-2009 arası Bayern München başkanlığı yapmış Franz Beckenbauer'e maaşlı "elemanı" olan Hoeness fırça çektiği gibi Ribery kavgasında (2009) "hayır aramadım ve aramayacağım onu" demesidir.
Parasını alamayan oyuncu teknik direktör ile ilişki kurmaz, sorumlusu Sammer'dir. Yeri gelir transfer ettirdiği oyuncunun neden oynamadığının hesabını da sorar ama asla teknik direktörün kadro seçimi ve taktiğine, idman metotuna karışmaz. Onun isteklerini gerçekleştirmekle görevlidir. "Bana Thiago'yu alır mısın" der. Bu isteğin üzerine Sammer Rummenigge ve finans müdürü ile oturup konuşur, uygunsa alınmasına karar verir. Sportif karar sportif direktöre aittir. Ekonomik açıdan Hopfner'a danışmak zorundadır sadece.
İstikrarı Teknik Direktör değil Sportif Direktör Sağlar
2011 yılında SİD’in yaptığı araştırma sonucu 80 üst düzey futbol kulübün 1998-2009 yılları arasında çalıştırdığı antrenörler üzerine yaptığı araştırmaya göre bir teknik adamın kulüplerde ortalama çalışma süresi 1.2 yıl. Gerçek şu ki bir futbol kulübünde istikrardan kasıt uzun süreli teknik direktör anlaşması değildir. Bir teknik direktör sadece 6 maç üst üste kaybetmesi sonucu işinden olacağı gibi aynı zamanda başarılı olması durumunda dahi Bayern Münih-Barceona-Real Madrid ve Manchester United gibi top kulüp olmadığınız sürece o kulüple yolları ayırması kaçınılmazdır.. Galatasaray da olsanız Terim’i Fiorentina’ya kaptırırsınız gibi. Haliyle çeşitli sebeplerden dolayı antrenör bir kulüpte bir yıldan fazla süre alması çok da kolay değilse bu istikrarı nasıl sağlarsınız? Sportif direktör işte bu noktada devreye girer. SID’ın araştırmasına göre CEOya da Sportif direktörlerin ortalama çalışma süresi 5.1 yıldır. Teknik direktörlerin sadece yüzde 9.8’i sözleşmelerinin toplam süresi boyunca çalışırken CEO-Sportif direktörlerin yüzde 64.9’u sözleşme süresini tamamlayabilme başarısını göstermişler. Nihayetinde bir futbol kulübünde istikrar teknik direktör değil sportif direktör eylemleriyle ancak mümkün olur.
bir örnek..
Mainz'ın başında 1991 yılından bu yana Christian Heidel sportif direktör olarak bulunmaktadır. Jürgen Klopp'u oyunculuktan teknik direktörlüğe atayan Heidel aynı zamanda Klopp sonrası başarı ivmesini Thomas Tuchel ile arttırmıştır. Üstelik ikinci ligden birinci lige çıkaran teknik direktör Andersen'i "felsfe uyuşmazlığı nedeniyle başarılı olmasına rağmen kovarken yerine henüz üçüncü ligde dahi takım çalıştırmamış Thomas Tuchel'i getirmiştir. Mainz gelip geçen teknik direktörlere rağmen istikrarını korudu, çıtasını günden güne yükseltti.
Almanya'da Felix Magath hem takımın teknik direktörü ama aynı zamanda da sportif direktörü olan yegane şahıstı. O dönem sıklıkla tek bir insanın hem teknik direktör hem de sportif direktör olup olamayacağı tartışmaya açıldı. Jürgen Klopp şöyle demişti:
"Watzke(CEO) ve Zorc'un (Sportif Direktör) dahil olamayacağı, sadece benim vermem gereken o kadar çok karar var ki bu işlerin bir kısmını Watzke ve Zorc'un devralmasından dolayı ben çok memnunum. Diğer türlü nasıl çalışılır bir fikrim yok ama sanırım ben yapamazdım".
Fatih Terim ve Kurumsallaşma
Bizim memlekette sportif direktör diye bir ayrıntı yoktu. Denetleme kurulu olarak çalışması gereken seçilmiş yöneticiler profesyonel olarak ne gariptir ki kendilerini atıyorlardı. İşadamları oyuncu transfer ediyor, teknik direktörün kim olacağına karar veriyor, kadroyu oluşturuyor ve aslına bakılırsa sürüyle yanlış iş yapıyorlardı. 1996 yılında Fatih Terim Galatasaray'ın başına geldiğinde aslında ilk defa bir futbol kulubünde kurumsallaşma kendiliğinden gerçekleşti. Alman değil de İngiliz modeli. Orada biliyorsunuz menajerlere yönetim kurulu bir bütçe verip işine karışmaz, sonuca bakarlardı. Her türlü sportif karar da takımın aynı zamanda teknik direktörü olan menajerler tarafından verilirdi. Ya da Felix Magath'ın Bundesligada Stuttgart ve Wolfsburg takımlarında yaptığı gibi. Terim'in karizması işadamlarını Almanya'da olduğu gibi sadece "denetleme kurulu" şeklinde çalışmaya doğru itti. Pek çok açıdan eksik olsa da kendisinden önceki döneme göre "daha profesyonel bir yönetimin" oluşmasını sağlamıştır.
Şu kesin ki Terim'in olduğu yerde Alman modeli bir sportif direktörlük kavramını hayata geçirmek mümkün değildi.
Ünal Aysal artık ingilizlerin de yavaş yavaş terk etmeye başadığı bu menajerlik sistemi yerine Almanların başını çektiği sportif direktör modelini uyulamaya geçirmek istemiş olabilir. Lakin bunun olması için futbolu yönetecek olan atanmışlardan oluşan yönetim kurulunu teknik direktörden alımından önce oluşturması gerekiyordu. Şirketin başkanı,mali sorummlusu ve sportif direktör gibi tamamen maaşlı elemanlardan oluşan bir yönetim kurulu. Bu kurulun üyesi olan sportif direktörü teknik adamı belirler. Ancak o zaman futbola dair çeşitli projeller hayata geçirilir ve en önemlisi çeşitli nedenlerden dolayı her iki yılda bir değişen teknik direktör istikrarı bozamaz.
Lakin bunların olması için öncelikle seçilmiş yönetim kurulunun kendisini pasifize edip sadece "denetleme kurulu" olarak arka planda kalması gerekir. Asıl soru bunu başarabilir mi? Kurumsallaşmanın bu ülkede en zor ayağı profesyonelleri atamak değil onlara görev yapacağı alanı sunmaktır. Bizim memlekette istediğin insani istediğin pozisyona getir, bu para babaları geri planda kalmayı başaramazsa hepsi hikaye olur.
Miki Özür..
Maç sonrası Klopp oyuncusu Mhkitaryan'dan özür diledi, neden?
Penaltı oldu. Takımın penaltıcısı Mhkitaryan ve aslında Klopp da kenardan bunu hatırlatmak istiyor, Mhkitaryan da zaten topun başına geçmek üzereydi. Lakin Klopp ellerinle 10 yapacağına 9 yapıyor ama o 10 yaptığını düşünüyor. İşareti gören Lewandowski de Miki'den topu alıp gol yapıyor. Neyse ki gol..
Zira aslında Mhkitaryan'ı işaret etmek istemiş. Birazcıcık alınganlık yapan oyuncusundan da maç sonu özür diliyor, böyle böyle oldu diyor.. Bild de diğer işaretlerin anlamını çıkarmış.
Onun sisteminin aslına adı "geçiş futbolu". Bu hareketi yapıyorsa o geçiş gerçeklemiyor demektir. Eğer bu parmağı bu şekilde kaldırıp yapıyorsa anlamı şudur: "Hızlı bir şekilde savunmadan hücuma, hücumdan savunmaya.."
Yani bu olmadığı için sinirlenen Klopp bu şekilde takıma uyarı çekiyor.."Savunmadan hücuma, hücumdan savunmaya.." İşin özü bu zaten.
Sanırım iki elini birden gözlerine götürmesi her şeyi ayrıntılarıyla anlatıyor..
"Hadiiiii canlanın ve dikkat edin.. Eğer tam bu zamanda konsantrasyon sorunu yaşarsan bitersin, tehlike kapıda"
demek.. Canlanın ve uyanık olun işareti.
En güzeli bu.. Dizleri hafif kırmış, yüzü anlatıyor her şeyi.
"İkili mücadeleye daha yoğun ve konsantre bir şekilde girin.. "
Kalbinizle oynayın diyor, mücadele gücünü yeterli görmüyor yani. Şahsen ben böyle Klopp'u görsem saha dışında konsantreyi hepten kaybederim..
Kaptan!
Kavgalar her türlü ilişkide insanların birbirlerine kendilerini tanıtma şeklidir. Sınır çizmektir. Aşırısı ve sıklığı elbette zararlıdır ama sağlıklı ilişki içerisinde kavgalar vardır her zaman. Sıradan ilişkilerde de kavga olmuyorsa bilin ki içeride bir yerde çok daha büyük kavgalar oluyordur sizden habersiz..
Öte yandan.. Sabri'nin bu kavgaya da ihtiyacı vardı.Galatasaray kaptanı ve bunu artık insanların kabul etmesi gerekir. Doğrusunu söylemek gerekirse Melo'ya olan bu çıkışına şaşırdım, zordur bu karaktere "yerine geç" denilmesi. Taşın altına her zaman elini sokmuş, örnek bir profesyonel olan Sabri burada da üzerine düşeni yapmaktan çekinmedi. Sonrasında kavgaymış, oymuş, buymuş. Sabri sahanın içerisinde olması gerektiği gibi davrandı.
Örnek bir profesyonel dedim, şaşırmayın. Her zaman çalışır. Amatör ruhu onun hiç kaybolmadı. Her zaman sahada elinden gelenin en iyisini yapma gayreti içerisindedir. Bir yıldız havasına ömrü boyunca sahip olmadı.Sağ açık olarak eleştiri mümkün ama sağ bek olarak seviyesi bana göre bir hayli iyi. Kasımpaşa maçında sıkışan stoperlerin başvurduğu Riera ilk yarı boyunca hem topu sürekli kaptırdı hem de ileride tek bir aksiyon dahi gerçekleştiremedi. Oysa Sabri attığı taçla golün hazırlanmasına katkıda bulunduğu gibi o bölgeden oyunu sağ ayaklı olmasının avantajıyla dikine açmayı başardı. Yine de sağ bek olarak sağ ayakla uygun değil, risk taşıyor. Üstelik Drogba'ya bomboş pozisyonda al da at dedi ama olmadı. Olan hem üç puana hem de Sabri'nin asistine oldu.
Bir dönem çocukluğumuzda zırt erenköy muhabbeti öyle tiksindirici bir hale gelmişti ki yapanı aforoz ediyorduk ortamdan.. Sabri ile ilgili geyik yapana da öyle bakıyorum artık.. "Aaa bak yine ahahah Sabri orta yapamadı" diyene şöyle gerilip gerilip..
Bi bitmediniz amk.. diyesim var.
Jürgen Klopp'un Gelişimi
Jürgen Klopp “kalas” diye nitelendirmekte sakınca
görmeyeceğiniz bir futbolcu tipiydi. Oynadığı bütün alt yaş kategorilerinin
hemen hepsinde kaptan olmuş, kazanma tutkusu görüp görebileceğiniz belki de en
yüksek futbolcuydu. Jürgen Klopp’un hem
rakibi olmuş hem de aynı takımda oynamış Ansgar Brinkman Klopp’tan daha çok takım arkadaşı olduğunda korktuğundan bahsediyor.
Arkanızda Klopp varsa sonuna kadar mücadele etmelisiniz yoksa işiniz zor
diyordu. Liderliği aslında kazanmaya olan tutkusundan ileri gelir. Onu
tanımlayan özelliklerin başında hırs ve tutku gelir, bunu herkes bilir.
Retoriği güçlü, esprili ve herkesi kendisine hayran bırakan o aurası bir yana
hırsı ve tutkusu en önemli özelliği. Ama bunlar kazanmaya yöneliktir,
galibiyete olan özlemdir. Yıllarca babası
ona çocuğu değil yetişkin bir rakibi gibi davranması nedeniyle çocukluğu
boyunca kazanamamış bir adamın kazanmaya doğru çıktığı çok uzun bir geçmişten bahsediyoruz,
tutkunun oluşum sürecinden. Üstelik futbola olan yetersiz tekniği ve kabiliyeti
onu birinci Bundesligaya uzak tutmuş amma velakin Mainz’in kulüp tarihinin en
çok forma giyen oyuncusu yapan da hırsı olmuştur.
Teknik direktörlük onun için futbol oynayarak yapamadığını
başka türlü başarma biçimiydi. 1995’te Spor bilimleri akademisinden mezun olup “Walking”
üzerine tez yazdı. 1996’da henüz antrenörlüğünden beş yıl önce aynı zamanda alt
yaş takımları çalıştırmaya başladı. Nihayetinde Mainz sezon içi teknik direktör
değiştirmesine rağmen başarılı olamamış ve ligin bitimine 12 hafta kala düşmeye
oldukça yakın bir konumda Christian Heidel ona şu soruyu sormuştur: “Teknik
direktörlük yapmak ister misin?”
Cevap kısa ve net:
“Yaparım. “
Klopp o dönemi anlatırken kendisiyle barışık olan eğlenceli karakterinden
de bir parça dışa vuruyordu. “Düşünebiliyor musunuz 33 yaşında henüz takım
çalıştırmamış, topa vurmaktan aciz bir adama bu teklifi yaptılar, ne kadar cesurca
değil mi? Kim bilir belki de benim futbolu bırakmamın sevinci vardı gözlerinde,
onu tam bilemiyorum” Klopp kendi kendisiyle dalga geçer ama bunu öyle güzel
yapar ki bir stand up yapması gerektiğini düşünürsünüz. Yaptı da..Mainz’ın
başında iken menajeri ile oyuncu analiz etmek için arabayla çıkılan Fransa yolculuğu anlattı.
Fransızca konuşan navigasyon ve kendilerinin dışında 12 kişinin daha maçı
izlemeye gittikleri ilginç bir macerayı stand up şeklinde sundu. Almanca bilmeyenler Jürgen Klopp’un girdiği
her ortamın tamamına hükmeden o aurasını algılamakta zorluk çekerler ama yine de uzaktan da olsa görülebilir. Rahatlığını neye borçlu biliyor musunuz?
Kameraları umursamıyor. Her zamanki hali bu zaten. Bir başkasının
onun hakkındaki yorumu önemsiz, o kendini gerçekleştiren ve istisnasız her
yerde yaşayan olduğu gibi yaşayan bir adam. Sadece bu yüzden Mainz sonrası Dortmund öncesi gittiği bir görüşmede
onu kabul etmeyeceklerdir ilerleyen yıllarda.
Hamburg ise onu izlemek için scout gönderip “antrenmana en son çıktığı”
için teklif yapmayacaktır Mainz’da
antrenörün antrenmana en son çıkmasının bir ritüel olduğundan
habersizce..
2006 Dünya Kupası ve 2008 Avrupa Şampiyonası’nda ZDF’teki
yorumculuğu dillere destandır, tüm Almanya sevmiştir bu adamı zira komplekssiz,
retoriği güçlü, esprili dili ve neşesi hayran bıraktırmıştır herkese. O
yorumculuk esnasında pozisyonları algılayışı ve değerlendirişi de takdire
şayandır. Önder Özen’in farklı bir versiyonu. Orada yine Jogi Löw’de de olan pozisyon
bilgisi ve bunu karşısındaki insana aktarma becerisiyle de öne çıkacaktır. Başa
dönersek eğer..33 yaşında oyunculuğu tek bir anda bırakıp teknik adamlığa
geçişi oldukça sıkıntılı bir zamanda gerçekleşti. Ve Klopp işte o zaman futbol hakkında düşünmeye başladı.
“Rakip topa sahip
olduğunda biz ne yapmalıyız”
Klopp’un teknik direktörlük kariyeri bu sorunun cevabıyla
başladı ve bugün yine bu sorunun cevabını aradığı için yeni ve farklı sistemler
geliştirmeyi başardı. Nihayetinde ne Mainz ne de o dönem devraldığı Dortmund
takımının ortalama yetenek kapasitesi rakipleriyle boy ölçüşecek düzeydeydi. Tüm konsantrasyonunu savunmaya verdi. Düşmeye ramak kalmış takımın başına
geldiğinde üç gün sonra karşılaşacağı rakibi zirvede puan puana giden Duisburg
olmuştu. Maçı Babatz’ın rastgele atılan uzun top sonucu gelişen atakta attığı
tek golle kazanmayı başardı. Weiland o günleri “Topa sahip olduğumuzda
yaptıklarımızda bir değişiklik yoktu, gerçekten kötüydük ama artık rakipler
bize karşı pozisyon bulmakta dahi zorluk çekiyordu, ısırıyorduk ama sahanın her
yerinde..” diye anlatacaktı.
Jürgen Klopp’un felsefesinin kaynağı o dönemi anlatırken kurduğu şu cümlelerde yatar “O zaman karşılaştığımız rakiplerin hemen hepsinin
kadrosu bizden bir değil iki sınıf daha yukarıdaydı. Ama futbolda gerçek olan
şu ki iyi takım her zaman kazanacak diye bir kaide yok. Üstelik belki onlar
topa sahip olduğunda daha iyi işler yapıyor ama biz de topa sahip olmadığımızda
çok daha iyi işler yapacağımızı biliyorduk. İyi bir savunma yapmak için
muhteşem bir yeteneğiniz olması gerekmiyor, bu gerçeği unutuyorlar”
8 maçta 7 galibiyet
alarak mucizevi bir şekilde ligde kaldı Mainz.
Düşme potasından çekip çıkardığı Mainz sonraki süreçte
sadece zirveye oynadı. İki yıl üst üste dördüncü olarak birinci Bundesligaya
yükselemedi ama hep zirveye oynadı. 2004 yılında birinci
Bundesligaya Mainz tarihinde ilk defa henüz antrenörlük lisansı dahi olmadan
Klopp yönetiminde çıkmayı başardı. 2004 yazında ise Köln’deki akademiyi ziyaret
edip lisansını aldı.“O dönem sadece topa karşı alınacak olan tavır üzerine
çalıştık. Bu aynı zamanda takımın kendisine olan güvenini arttırdı. Diğer
konular üzerinde duysaydık özgüven sorunu da yaşayabilirdik”.
Karakter yetenekten daha önemlidir.
Klopp’un her zaman vurguladığı bir gerçektir. Onun örnek
aldığı antrenörlerin de antrenman bilgisinden önce karakteri önce gelir. Futbolcu
çok yetenekli olsa da AudiStar Talk’ta bahsettiği gibi karakteri uygun olmadığı
için pek çoğuyla yolları ayırmak zorunda kalmıştır. 2009’da Dortmund’un “La
Masia”sı kuruldu. Yeni bir akademi. U9’dan U23’e kadar.. Dortmund’un İnternet
sitesinde tanıtımı “Futbol yeteneği ve karakter gelişimi” ayrıntısı dikkat çekti. Kişisel gelişim her şeydi ve Barça
okulu örnek alındı. Bochum Ruhr Ünivesitesi Psikoloji bölümünden önemli bir destek
alınırken bu eğitim sadece futbolculara değil aynı zamanda alt yaş takımlarında
yer alan bütün hocaları da kapsadı.
Mental idmanlar her şeyden önemli oldu. Üstelik Barcelona sadece La
Masia’sı ile değil oynadığı futbolla da Jürgen Klopp’un dikkatini çekti.
Barcelona ve
Gegenpressing
Jürgen Klopp’un hayat hikâyesinin yanı sıra iki yıl üst üste
şampiyon olan takımın taktiksel analizinin de yapıldığı “Echte Liebe” kitabında bir Barcelona kısmı mevcut. Burada Klopp’un
2009 yılındaki Barça’dan ne şekilde etkilendiği ayrıntılarıyla anlatılıyor.
Bizim memleketin teknik adam ve yorumcuları Barça’yı ilk dönem Xavi-İniesta
sonraki yıllarda ise Messi yeteneğinden ibaret erişilemeyecek bir tanımsız obje
olarak yorumlarken Klopp başka yere
baktı. Yeteneğin en ufak bir rolü olmadığı alana. Barça futbolundaki ilk dikkatini çeken detay
Barça’nın topu yeniden ele geçiriş metodu ve pres bölgesi oldu. Savunmanın ne kadar önde kurulduğu ve topu
yeniden kazanma savaşının nerede yapıldığı. “İnanılmaz.. Her futbolcu topun olduğu bölgedeki baskıya aynı ölçüde
destek veriyor. Lionel Messi kaybettiği
topun arkasından mücadeleyi en çok yapan oyuncu dahi olabilir. Topu kaybettikleri
anda sanki o beş saniye olmazsa bir daha topu hiçbir zaman alamayacaklar gibi
telaş içerisinde baskı kuruyorlar. Benim
için dünya futbolunda olabilecek en iyi rol model bu oldu.” İlerleyen zamanda özellikle kenar forvet seçimlerinde bu model etki etti. Klopp her zaman takım savunması üzerine çalışsa da bu savunmayı ön alanda gerçekleştirdiği için oynattığı futbol her zaman hücum futbolu olarak anıldı. Onun savunması hücumun başlangıcıydı. Klopp savunmaya önem verdikçe hücum sayıları artmaya başladı. "Umschaltspiel" dedikleri Almanların hemen hemen bütün takımarında görülen atağı kestiğin anda hızlıca saldır prensibine çeşitli detaylar kattı. Gegenpressing aslında topu hangi bölgede alacağının bir başka ifadeyle hücumu nerede başlatacağının teorik olarak önceden işlenilmesidir.
Barça’dan çıkarılan dersler
Klopp mesleğe
başladığı günden itibaren topa sahip olmadığında yapılanlarla ilgilendi. Çünkü
antrenörün asli görevi ya da farkı yaratacağı alan ona göre budur. Daha doğrusu zayıf kadrona rağmen
çeşitli başarıları ancak burada yaratacağın farkla kazanırsın çünkü topsuz
alanda Messi’nin yeteneğinin en ufak bir önemi yok. Messi’lerle, Robben’lerle,
Ribery’lerle başka türlü nasıl boy ölçüşeceksin? Klopp bunu şu şekilde ifade ediyordu “Eğer biz
belirleyici olan Bayern Münih maçlarında Robben’i ikileyip zaman zaman üçlü
sıkıştırma ile dışarı çıkarmasak Robben yeteneğiyle başka türlü nasıl başa
çıkarız?” Barça’yı yenmenin mümkün olup
olmadığını sürekli kendisine soran Klopp nihayetinde şu sonuca varıyor. “Onları
ancak doksan dakika konsantrasyonunu kaybetmeden savunursan bir ihtimale sahip olursun. En son bu denli yüksek
konsantrasyona sanırım Albert Einstein
sahip olmuştur.” Barça’yı yenmek ya da parayla
yetenekleri kadrosuna katanların önüne geçmek için konsantrasyon ve mental
yeterliliğin önemini kavradı. İşte Life
Kinetik de bu şekilde Klopp’un hayatına girdi. Aşağıdaki röportajda ayrıntılıbir şekilde anlatıyor. Oyuncunun mental yönden gelişimini sağlayan bu metodu
oyunda kazanmanın gereği olan mental yeterliliği sağlamak için her Çarşamba günü
antrenmana yerleştirdi. Nihayetinde Klopp’un bir fikri vardı ve bunu
gerçekleştirmek için cesur adımlar atmak zorundaydı.
Topa karşı agresif
olmayan gider
Dortmund takımında Mainz’da olduğu gibi ona verilen kadro
istediklerini yaptırmak için yetersizdi. İki merkez orta sahalı pres gücü
yüksek ofansif 4-4-2’den vazgeçmek zorunda kaldı. Nihayetinde gerçek şu ki var
olan oyunculara göre bir sistem inşa etmek. Ama asıl cesur kararları bundan
sonra oldu. Efendim Mladen Petric muhteşem gollerin adamıydı. Frikik atar, ceza
sahası dışından kaleyi çok güzel görür, ince paslar atar ama narin, koşmaz ve
mücadele gücü düşüktü. Gönderildi ve hatta pek çoklarına göre iki klas daha
aşağısında yer alan ama sisteme çok daha uygun olan Mohammed Zidan ile takas edildi. Tamamen kendi
futbol fikrine yönelik bir icraat. Alexander Frei deneyimli bir golcü. Forvet arkası
da oynar. Derbilerde goller hep ondan gelir ve sürekli gol atardı. Gönderildi
ve gittiği yerde de atmaya devam etti. Rakip takıma baskı kurma konusunda
sorunlu olan her oyuncu gönderildi. Barça’dan
sadece gegenpressing’i değil aynı zamanda rakip ceza sahasında hücum
oyuncularıyla savunma yapma fikrini de çalmıştı. Farkı ise topa sahip olduğu
andan itibaren hızı hücumlar ve bunun için de radikal adımlar atmak zorunda
kaldı.
Dortmund tarihinin en
genç tandemi
Kohler, Wörns ve
Kovac gibi yıllar yılı milli takım
formalarını giymiş deneyimli stoperler olmasına
rağmen Klopp’un oyun sistemine uymuyorlardı. Nihayetinde Klopp topun kazanıldığı andan
itibaren hızlı ve dikine oyunla hücumu gerçekleştirmek istediğinde bu oyuncular
engel oluyordu stoper oynamalarına rağmen.
2008 yılında Dortmund ile ilk maçına 1988 doğumlu iki genç stoper olan Hummels ve Subotic ile çıktı.
Dortmund tarihinin en genç tandemiydi bu.
Santana atlet, hızlı ve atik olmasına rağmen teknik açıdan kusurluydu. Aşağıdaki
röportajda onun teknik açıdan gelişmesi için nasıl çalıştırdığını anlatıyordu.
Nihayetinde ona göre Barça bir bütün
halinde bir planı uyguluyordu. Dortmund
takımının maddi yetersizlikler içerisinde topla inanılmazları başaracak
yeteneğe Barça gibi sahip olması çok zordu belki ama doğru bir plan olursa
onlar kadar etkili olabilirdi. Tüm takım topun arkasına geçmeli ve topa sahip
olduğunda henüz rakip yerleşim almadan işi bitirmeli. Yerleşik savunmayı
delecek kadar bireysel yeteneğe ihtiyaçları yoktu ama o gollük şansları
yaratacak gençliğe ve bilgeliğe sahipti.
Oyuncu gelişimi ve Zeljko Buvac!
Eğer sizin üst düzey yeteneğe ödeyecek paranız yoksa geriye
tek bir seçenek kalıyor: Kendi yıldızınızı kendiniz yaratmanız. Marcel
Schmelzer’i Klopp eski scoutundan duymuştu. Dede’den başka sol bek yok, neden
ikinciyi aramıyoruz dediğinde “Dede sakatlanmaz ki” dediler. Tam da bunun
üzerine ligin henüz başında Dede çok ciddi sakatlık yaşadı. Önceden hazırladığı
kimsenin dikkatini çekmeyen altyapı oyuncusu Scmelzer orada başladı kariyerine
ve milli takıma kadar “Klopp” gelişimi sonrası yükseldi. Şimdi anlamanız
oldukça zor olacaktır ama Klopp’a gelen Kagawa’lar, Schmelzer’ler, Lewandowski’ler,
İlkay’lar, Nuri’ler.. Bu oyuncuların pek çoğunun ben Klopp öncesi durumunu da
biliyorum. Hummels’de Bayern hata yapmadı ya da İlkay’ı ucuza değil o dönemki
performansına rağmen pahalıya dahi aldığını söyleyebiliriz. Bu oyuncuların
hepsi Klopp’un ve hiçbir zaman yanından ayırmadığı, lisansının olmadığı dönemde
takımın başında çıkan Zeljko Buvac’ın eseridir. Klopp “Biz kendimize özel 300 antrenman
metodu uyguluyorsak bunlardan 200’ü Buvac’ın fikridir. Buvac bütün antrenman metotlarının
üstadıdır, her gün ben ondan yeni bir şey öğreniyorum” diyerek hakkını da vermeyi hiçbir zaman ihmal etmedi.
Telepatik olarak anlaşıyorum dediği yardımcısı Klopp’un her şeyi. Napoli maçında aldığı tribün cezası sonrası hiçbir
zaman endişelenmedi zira yıllar yılı yanında kalan yardımcısı ile farklı bir
şekilde düşünmesi Klopp’a göre oyun içerisinde dahi mümkün değildi.
Koştur Klopp koştur..
Antrenörlüğe başladığı ilk günden bu yana muhasebesini
yapmıştı: Topla inanılmazları başaracak yetenek yoksa topsuz alanda imkansızı
başaracak bir takım yaratılabilirdi. Bunun da önkoşulu rakipten daha fazla
koşmak, yakalanılan boş alanlara oyuncuları hızlı bir şekilde yerleşmesi ve
topa sahip olunduğu andan itibaren atılacak olan sprintlerle sonuca gitmek.
Koşu mesafesi ve sprintler işin özüydü. 2011’de ayrıntılı analizler
yayınlanmaya başladığında Klopp’un takımı farkını ortaya koydu. 2011 yılının
ilk maçında Hamburg’a karşı her anlamda üstündü. Topla oynama yüzdesi yüzde 58’e
vurmuştu ama asıl fark koşu mesafelerindeydi.
Takım doksan dakika içerisinde 124.9 km koşarken rakibi Hamburg’a (113.7)
10 km fark atıyordu. Sadece Sven Bender 12.9 km maç içerisinde mesafe kat
etmişti. Dortmund 193 sprint ile
inanılmazı başarırken Hamburg’a yine bu alanda 43 sprint fark atıyordu.(Hamburg
150). Kimbilir belki de bu yüzden
oyuncular bu rakamların görünür olmasından rahatsız olmuş ve değerimizi
düşürüyor diyerek engellemeye çalışmışlardı.
Bundan sonrası..
Topa karşı agresif tutum, pres ve karşı pres, dikine oyun
mentalitesi Klopp’un değişmezleri. Öyle etkili pres yapıyor ki bugün dünyanın bana göre en iyi takımı olan Bayern Münih dahi bu presi aşmak için belki de Guardiola'ya bir ilki yaşatıp uzun top kullandırtmak zorunda kaldı. Bayern 3-0 yense de Guardiola'nın bu prese duyduğu saygı bugün hala konuşulmaya devam ediyor. Lakin sorunlar mevcut. Her şeyden önce Klopp’u
rahatsız eden oyuncuları elde tutamayışı. Bugün hala Götze’yi aradığını dile
getiriyor. Ekonomik açıdan daha iyi olmalı. Avrupa’nın henüz ilk 10 takımı
arasında bile olmadığını dile getiriyor ama buraya da oldukça yaklaştığının
farkında. Artık bireysel yeteneği üstdüzey olan oyuncuları alma imkanlarına
sahipler. Bu yüzden Dortmund’un oyununda değişecek olan ayrıntı Klopp’un
geçenlerde verdiği röportajın içerisinde söylediği gibi topa sahip olduklarında
yapılacaklar kısmı. Borussia Dortmund ve Jürgen Klopp kendi koşullarına göre
bir taktik anlayışı geliştirdiler. Her biri 5 milyonu dahi geçmeyen ve pek çoğu
altyapıdan gelen oyuncularla tarih ancak bu şekilde yazılabilirdi. Ama artık ikinci perde başlıyor Jürgen Klopp için zira koşulları değişti ve özü değişmese de farklı bir plan uygulamaya konuluyor..
Jürgenn Klopp ve Oyuncu Gelişimi
Başka oyuncuları belki yeteri kadar iyi tanımayabilirim ama İlkay başka. Ben henüz daha herhangi bir resmi maç yapmadığı halde sadece İlkay oynuyor diye Bochum'un hazırlık maçını izlemiş, onun hazırlık maçı dahil ilk defa oyuna gireceği ana şahit oldum. O ilk an sonrası Bochum'daki altyapı hocası Michael Oenning'nin ikinci ligde kötü giden Nürnberg'e geçmesiyle beraber İlkay'ı oraya aldırması ve bu süreci yakından takip ettim. Nihayetinde Mehmet Ekici ile beraber iyi bir sezonun ardından Dortmund'a geldiğinde İlkay'ı çok iyi biliyordum. Nuri'nin yerine yapamaz dedim. Öyle de oldu, sezona çok kötü başladı İlkay. Dortmund da Şampiyonlar Ligi'nden elendi, kötü bir süreç yaşadı taa ki İlkay orta ikiliden aforoz edilesiye kadar. Bir süre yok oldu İlkay. Sezon sonu 119.dakikada Fürth teknik direktörü penaltı kurtarsın ve atsın diye kalecisini dahi değiştirdiği esnada İlkay'ın golü geldi hatırlarsanız..
Bambaşka bir İlkay çıktı sahaya. Benim o güne kadar tanıdığım İlkay'ın dışında bir şey. Ama en çok neyi dikkat çekti biliyor musunuz? Saha görüşünün muazzamlığı ve Nuri gibi 30-40 metreye muazzam paslar atması.. Böyle bir oyuncu değildi bu diyorum.. Ve bakın burada henüz şampiyonlu kazanmamış bir Jürgen Klopp röportajın bir kısmı var. (Ağustos 2009) Sanırım bu her şeyi çok daha iyi anlatıyor, özellike Life Kinetik ayrıntısı çok çok önemli..
........
Geçenlerde Bayern'den kovulan Jürgen Klinsmann'ın şu sözünü bilirsiniz. "Her gün her oyuncuyu biraz daha iyi yapmak". Bir oyuncuyu geliştirmek nasıl oluyor?
Basında sıklıkla “sistem” ya da “antrenörün rolü” kavramları
sıkça kullanılır ama gerçekte bir oyuncunun gelişmesi için hangi idman
metotları gerekiyor ya o oyuncudan istenilen nedir gibi sorular pek cevaplanmıyor.
Ve?
Pedagojik olarak işin doğrusu oyuncunun zayıf yönlerini
eleştirmek yerine güçlü taraflarını öne çıkarmak. Biz bu yüzden biz oyunculara “Sen
bunu yapamıyorsun, sen bunu yapamazsın” gibi yaklaşım göstermiyoruz. Ben oyuncuma güvenip onun kendisini nasıl
geliştireceğini gösterdikten sonra geriye iki şey kalıyor; bana ve kendisine
inanması.
Tek başına inanması
yeteneğin yerine geçmiyor nihayetinde. Zayıf tarafları nasıl geliştirilecek?
Üzerine çalışılacak. Yine ve yeniden antrenman edecek. Çok
iyi bir örnek olarak bizim savunma oyuncumuz Felipe Santana’yı konuşabiliriz.
Gerçekten istisnai bir fiziğe sahip ve en iyi atlet oyuncuların başına geliyor.
Her türlü ikili mücadeleyi kazanabilir ama tekniği zayıf. Şimdi bu sorunlu tarafı düzeltmek için şu
soruyu yeniden sormalıyız: Bir stoperin takımdaki fonksiyonu nedir? Ne şekilde
bir stoper maçta belirleyici olur? Bir stoper sıklıkla son noktadır. Doğru pası
atmaz, rakibi zamanında durdurmaz ve o gerekli müdahaleyi yapmazsa yüzde yüzlük
gol şansını rakibe verir. Dolayısıyla bu pozisyonda oynayan stoperin ortalama
bir tekniğe de ihtiyacı var. Biz Santana’ya
üç konuda sürekli idman yaptırdık. Top
kontrolü, pası alma ve pas verme. Sürekli bu üç ayrıntıda idman yaparak ancak
kendisini geliştirebilir.
Peki diğerleri bu basit
konularda çalışması karşısında alay etmiyor mu?
Saçma. Alay etmiyorlar çünkü herkesin başına gelebilir ve
geliyor da. Antrenman dediğin
tekrardır. Bu bir müzisyen için nasılsa
sporcu için de öyledir. Geçenlerde baterist
üzerine bir film izlemiştim ve orada olayı içselleştirmek için 1600 kere ritmi tekrar
ederek çalışması gerekiyordu. Adam
nedeni üzerinde düşünmüyor, bütün gün bateri çalıyor, aynı ritmi tekrar tekrar
çalıyor. Badadam badadam.. Bu futbolda da böyledir ve elbette 1600 kere
değildir ama Santana her antrenmanda 60-70 kez bunu farklı pozisyonlarda
çalışıyor. Sürekli.. Top kontrolü, pası alma ve pas verme..
Yetiyor mu bu?
Sadece bu yetmez, oyuncu zayıf tarafını kabullenip üzerine kendisi
de ekstra emek harcamalıdır.
Şimdi Santana topu
durdurabiliyor?
Bu tekniğin ön koşulu. Sonraki adım oyun zekâsı. Burada oyuncu
bireysel olarak kendisini geliştirmeli ama takımın kolektif oyun zekası da
geliştirilebilir. Kolektif ve bireysel. Bu esnada video analizleri iş
başındadır. Statlarda sadece bu amaca yönelik kameralar yerleştirilmiştir.
İyi de bu analizleri
göstermeden önce sizin bunları izlemeniz gerekmiyor mu?
Ben normal bir doksan dakikayı değerlendirmem için sürekli
ileri geri sardırmam gerekir ve bu aşağı yukarı beş saat sürüyor.
Bunu ne zaman
yapıyorsunuz?
Pazar günleri. Her Salı hafta sonu oynanan maçtan iyi ve
kötü ayrıntıları takımla beraber yeniden değerlendiriyoruz. Bunu takımın her
parçası için yeniden düzenliyoruz. Mesela savunma dörtlüsüne gösteriyoruz ne
zaman ve ne şekilde sağa ve sola kaydıklarını, geç ya da erken yapıp yapmadıklarını, nasıl
reaksiyon verdiklerini v.s. En sonunda
her oyuncunun kendilerine ait olan görüntülerinden oluşmuş kısımlar yer alıyor.
Peki bu bireysel
eleştiriler takım önünde mi oluyor?
Elbette ama biz daha çok o insanı değil oradaki pozisyonu
tartışıyoruz. Gelişim nihayetinde geri dönüşlerle ve düzeltme ile ancak mümkün oluyor.
Haftada kaç idman
yapıyorsunuz?
Salı günleri çift antrenman.
Çarşamba Life Kinetik ve bir idman daha.
Perşembe ve Cuma birer idman ve Cumartesi maç.
“Life Kinetik” ?
Ünlü kayakçı Felix Neureuther’in başarıyla kullandığı ve
kinetik öğretmeni Horst Lutz’un bize
tanıttığı muhteşem bir metot. Konsantrasyon ve koordinasyon ’un yanı sıra
gözleri eğiten, saha görüşünü geliştiren bir çalışma metodu. Havada üç topu
sürekli çevirmenin çok daha kompleks versiyonlarını çalışıyoruz. (İki zarı
havaya atıp ellerini çapraz bir şekilde yapıp yakalıyor) Biz bununla gerçekleştirilmiş
aksiyonun her bir parçasının beyindeki karşılığını öğreniyoruz. En önemlisi bu ve pek çok ayrıntı bu metotla antrene edilebiliyor.
Ve bunları oyuncular
algılayabiliyor?