30 Mayıs 2013
Jeff Buckley- Last Goodbye
"Zamanla seni sadece ağlatacağımı bilmek; bu bizim son vedamız.."
Cumartesi günü Şampiyonlar Ligi Finali bittiğinde inanılmaz kötü oldum. Nedensiz aslında.. Sabah NTV Spor, Banu Yelkovan ve Reinhard Stumpf ile keyifli muhabbetler, Nişantaşı'nda güzel bir kahve, tatlı bir sohbet derken muhteşem bir final maçı ki hiç bitmesin dedim.. Akabinde mideme ağrılar girmeye başladı, depresyon denilen naneyi en üst seviyede yaşamaya başladım. Hatta bunun üzerine yazı yazmak istedim. Nedenini de biten tatilin arkasından başlayan iş hayatının yarattığı psikolojik çöküntüye benzer şekilde Şampiyonlar Ligi finalinin sonrasındaki boşluğa bağlıyordum. Bir arkadaşıma nedendir bilmem hayatımda önemli bir yer tutmuş eski sevgiliyi sorduğumda cumartesi akşamı evlendiğini duydum.
Beden bizden habersiz hissetmiş olmalı, çekti acısını dedim
Uzun zamandır düşünmüyordum gerçi ama son dönem arkadaş arasında kimi duygulanımları anlatırken onu anlatıyor, anlattıkça yeniden hatırlıyor ve hatırladıkça da kötü oluyordum.
Şöyle örneklendiririm geçmişi. X tane insanla beraber oldum ve bunlardan 3'ü olmadı ve ben 3'ünü de çok sevdim. Olmadığı için sevmek değil, çok sevdiğim için olmadı işin doğrusu.
Bir yerde hep o ısrarcı adam olamayışımdan kaybediyor olduğumu geçenlerde arkadaşım söyledi, hak verdim. Israr etmeyi bırakın iş çıkmaza girdiğinde "gel benimle hayatını geçir" diyeceğim esnada uzaklaşıyordum. O kritik noktaya gelindiğinde "onunla yaşam kurmak için çıldırdığım noktada" kaçtım hep.
Neden derseniz eğer..
İnsanlar kendilerini çok beğenir, ben beğenmem. İnsanlar bir diğerine mutlu bir yaşam sunacağına inanırlar, ben inanmam. İnsanlar yaşam kurma konusunda çok beceriklidirler, ben değilim. İnsanlar mutludurlar, ben değil. Şu zamana kadar gelecekte hiç çalışmayacakmış gibi yaşayıp bir aile kurmak için gereken her türlü araç gereçten de yoksun olmamın bunda payı var. Ama bugün böyle sorunum olmasa da düşünce tarzımda çok büyük değişimler yok..
Sevdiğim zaman hali hazırda gereğinden fazla olan farkındalığım tavan yapıyor. En ince ayrıntısına kadar yanımdaki insanı analiz ediyorum. Aldığı nefesin içerisine giren havanın boşlukta çizdiği şekillere kadar detaya iniyorum. Bunun olağan sonucu onu çok iyi tanımak, üzüntülerini ve sevinçlerini onu yaşayan insandan bile daha iyi hissetmek olduğu vakit işler karışıyor. Çok sevdiğin insanın üzülmesi katlanılmaz bir duygudur. Daha da katlanılmaz olan ise bizzat senin neden olduğun üzüntü. Problem de burada başlıyor.
Hepsinin bir yaşamı, geleceğe dair hayalleri, öz.. özlemleri oluyor. Sanki ben bunların yıkıcısı konumunda gibi hissediyorum.
Evlendiğini duyuyorum mesela. Mutlu olacak.. Bundan öncekilerin olduğunu söyleyemem ama bu böyle düşünmeme engel değil. Garaja girerken fark ettiğim ve benim arabayı önce park edip onu izlemem sonucu kolonlara çarparak kaza yapıp hayatıma giren bir insandı. Zor bir insandı. Kırılgan ve tutkulu. Gördüğüm en tutkulu kadındı. Bir yanlış bakışa gözünden yaşlar akardı, bir yanlış söze ortadan ikiye ayrılır gibi kırılırdı. O narinliğe çok yakışmasa da "delikanlı" kızdı. Çok güzel börek yapardı ve en önemlisi son dönemde değerini çok daha iyi anladığım "düzgün karakterli" varlıktı. Bu yaşamda ender olanlardandı..
Şimdi olsa en azından hak ettiği değeri daha iyi bir şekilde vermek isterdim. Lakin evlenmiş.
Mutlu olsun..
İnsanların yaşadığı acılarını sahiplenmemesi de bana "nankörlük" gibi geliyor. Yaşanılan her acının altında o acıyı doğuran derin mutluluklar vardır. Yokluğunun acısı varlığının sana kattığı güzellikten gelir. Diğer bir ihtimal çekilen acı potansiyel mutluluğun başlangıç noktasıdır. Acıdım çok, diğer bir yandan kısa da olsa muazzam özel anlar geçirmiş bir insan olduğum için içten içe keyiflendim. Yaşamımın bundan sonraki kısmına fazla önem göstermediğim için yaşanmış bitmiş güzel şeyler kendimi iyi hissetirmemi sağlıyor. Onca şehir, ülke, kadın ve kahve içebildiğim mekanlar, maç izlediğim stadyumlar bana bundan sonraki ömrüm için de yetiyor aslında, bunu fark ettim..
"Bitti.
yeniden başlamaz.."
Ben Bir Baskasidir.!
Bir şehir, ben ve hepsi de buydu.
On sekiz yaşında insanlardan yorulmuştum. Kirk-elli insanin ayni odada uyudugu yatakhanelerden bin kisilik yurtlara kadar her türlüsünde konaklamistik ögrenci yurtlarinin.. Bir süre sonra dayanamadim, bir daha asla diyerek henüz universiteye gitmez iken eve ciktim. Sonrasinda ise hep ev oldu.. Yurt denildigi vakit istemsiz bir sekilde morali bozulan, kimi durumlar karsisinda paranoyak tepkiler veren insan oluvermistim sabahin altisinda kalkilan etütler ile gecirilen on üc yilin ardindan.. Dolayisla alti yil boyunca Ankarada her yerde kaldim, yurt haric.. Ve yine de aksamin dokuzundan sonra disarida kaldigim her an yanlis yapiyor hissini en derinden yasadim. Her gec kalktigimda bir kurali yikmis oldugum duygusuyla uyandim sabaha, düzene karsi durus aslinda böyle böyle istemsiz bir sekilde önce iceride basladi.. Almanyada ise Münih gibi son derece pahali bir sehirde dahi iki odali bir eve ciktim.. Velhasil yaklasik on yil sonra yine döndüm, dolastim ve bu yeni sehirde bir ögrenci yurduna geldim.
Bir oda, ben ve yeni bir sehir.
Beni bu sehirde kimse tanimiyor. Yeni tanidigim insanlarin hicbirisi geride kalan yillarin ortalamasi olan bu kimligi algilayamiyor. Bu algilanan kimlik ile kimse beni ve hareketlerimi baski altina alip beklentilerle esir etmiyorlar.. Yüzüme dogru baktiklari zaman beni göremiyorlar. Kendimi görünmez kilmistim, azat etmistim insanlarin algisindan. Yanimda odalar, odalarin icerisinde insanlar ve o insanlarin bakislarinda yepyeni ya da gercekle sanılanın karısımı bir ben. Benim icin önemli olan gercek ya da sahtenin disinda varolan eskinin sona erdirilmesi. Arayistan ziyade luzumsuz bir baskidan kacis. Sehri turluyorum, yeni tanistigim insanlarin davetlerine istirak ediyorum ve sonrasinda kısa süreli iliskiler yasiyorum ya da yarim yamalak ingilizcemle yaklasabildiğim almanca bilmeyen güney amerikalilarla beraber karsiliyorum dogan günesi..
Özenle seciyorum insanlarimi,ne kadar az kelime o kadar az borges..
..bir oda, gayet yeni bir sehir, futbol.
Pazar ogle sonrasi alman cafesine gidip birami icerken bundesliga seyrediyorum ve akabinde hemen yirmi metre ilerisindeki karadeniz kahvehasine gider iken salimi cikariyorum, gömlegin iki dügmesini acip anahtarlari da tesbih gibi sallayarak iceri giriyorum selamün aleykum diyerekten.. Ne orada ne burada ne de baska yerde siritiyorum herkes cok seviyor beni, birami da cayimi da ismarlayan oluyor olmadi ben tüm kahvehaneye yeni borgesin serefine söylüyorum caylari, biralari.. karismiyorum hic. Onlar da beni karistirmiyorlar, üzerime gecirdigime uygun davranislar sergiliyorlar.. Gercekten inaniyorum kendime ve bazen fazlasiyla kaptiriyorum kendimi.. Bir Galatasaray macinda ekranda beliren Adnan Polat'a küfürler savuran insan isin icine aleviligi filan katinca inletiyorum ortalığı. yeniyi sonradan görme iştahıyla sahiplenip abartıyorum birden..
..bir oda, bir ben ve yepyeni bir sehir.
Sehir yeni kalmali diyorum hep.. hic konusmadan anlastigim hatunlarin bir kismi siniri asip bana dogru geldiklerinde uzaklasıveriyorum hemen. Tehlike arzeden durumlar icin artik eve geri dönme kurali koyuyorum kendime. Her zaman geri geliyorum kapisindan bir baskasi olarak ciktigim yere.. Okula gidiyorum, ise gidiyorum ve yeni borgesleri kesfediyorum icimde.. Ne cok parcaya bölmüsler beni ve en acisi da sanki bunlar yokmuscasina, hepsi bir bütünmüscesine tutarli olmak zorunda kaldigim yillarda cektigim acilar geliyor aklima.. Tekrardan cikiyorum disariya ve eski isyerimdeki yeni arkadasimi ziyaret ediyorum bölgenin en lüks mekaninda. Bu sefer en oturakli borgesi cikariyorum icimden ve yola koyuluyorum. Bir arkadasi ziyarete diye gittigim yerde aynisindan alti tane daha buldugumda ise hic sorun etmedim.. Henüz adini ilk defa menüde gördügüm bir ickiyi ismarlama arifesinde Almanya'da yasayan ama tek cümle almanca bilmeyen Türklere konu nasil gelmisti, bilmiyorum. O dedim, bahsettiginiz insan, benim annanem, uzatmayin. Altiya karsi yetmis iki, mümkün degil yenemezsiniz beni. Birakin basladigimiz yerden devam edelim, kantin ahlakindan goethenin muhtesemliginden ve almanlarin güzelliginden bahsedelim, serefinize icelim ama dinlemediler, ben de dinleyebilecekleri düzeye erisiverdim hemen. Sasirdilar.. Hakaret ettim, küfre yakin cümleler kurdum. Üstelik öyle bir yapiyordum ki kimse yerinden kipirdayamiyordu ya da o denli saskinlik söz konusuydu. uyarmistim, yeni bir sehirdeyim demistim size ki henüz odamdan ve icerisinde barindirdigim yüzlerce insandan bahsetmedim. Tutarlılık denilen nanenin absürdlügünü kavramıs ve artık olusan kosullarin cikardigi her kimligi sahipleniyordum, özgürdüm bu yeni sehirde..
Elestiri adi altinda asagilama kültürü narsizmin bir parcasidir ve insanin kendisini yüceltmesinin bir baska yolunu da icerisinde barindirir. Almanlarin bir kismi eskiden nazizm altinda sahnenin en önde olma yarisina girmislerdi, simdi de elestiri adi altinda bir baska kilif ile bunu yapmaya calisiyorlar. Ankarada da sürekli olarak bulundugu ortamin düsüklügünden sikayet eden insan her daim o ortama kendi yüceligini göstermek isteyen olurdu aslinda. Burada da durum farkli degil. Elestiri ve hatta dedikodu ortami kisinin kendisini rahatlatmasi ya da övgüde bulunmasinin diger yüzüdür, bunun oglu kötüdür derken aslinda oglu ile "bunun oglu" arasindaki farki ortaya koymak isterler.. "Bunlar böyle sekerim" diyen aslinda ben bak böyleyim diyendir. X'lerin,onlarin, bunlarin kültür seviyesi üzerine salakca yorum yapan bu insanlar da aslinda bulundugu ortamdan sectikleri pek de dertlerini anlatamayan kelimeleri ile kimliklerinin insasi icerisindedirler. Insan hem düsündügünü söze dökme eyleminde olup ayni zamanda varolani degil olusturmak istedigi bir kimligin insasinda olursa, tökezler. Bu yüzden dövdüm hepsini.
Maske takiyorum ya da bir baskasi oluyorum degil zaten olanlari disari cikariyorum. Benim degil toplumun o yüzeysel algisinin bana taktigi maskeleri cikariyorum. Istedigimi söyleme/eyleme özgürlügü degil, benden önce yasayanlarin, benim hayatimi hicbir sekilde yasamamis olangillerin belirledigi ortalama davranislarin dayatilmasina karsi bir durus. Ahlaka karsi ahlaksizca ama ahlakli olmak bir baskaldiri. hem o ve ayni zamanda da bu olabilme özgürlügü.
Tutarlilik aslinda sahtekarliga dogru acilan penceredir cigligi..
Bir oda, bir düzine ben ve hala yeni olan bir sehir.
Bu kadar farkli kimliklerin özgür biraktigi o cümleleri o kadar özlemisim ki.. Ne düsünüyorsam söylüyorum, neyi hissediyorum onu belirtmekten kacinmiyorum. Tanimadiklari ben kadar özgür bir ben yoktur bu dünyada. Kimseye karsi gerceklik konusunda bir sinirim kalmiyor artik. Bana bir tek siniri koyan dil.. Özgürlügün sinirini da esaretini de belirleyen kelimeler.."kelimeler seyleri eksilterek duygusuzlastirir. kelimeler kisiliksizlestirir olaganüstü olani" derdi Nietzsche. Dil hem bir tutsaklik hem de özgürlük aracidir... bardakdan bosanircasina yagiyorum üzerlerine.. Ne varsa her seyi söylüyorum bu yeni sehirde.. sinirsizligimin önünde sadece kelimeler var, her anlama gelebilseler duvarlari asacak ve gercek bir özgürlüge ulasacaktim belki de bu piyasaya sürdügüm yeni borgeslerle.. Yine de olanla yetinmeyi her zaman basarmisimdir, sehir hala yetinebilecegim kadar yeni ve fakat ben azaliyorum kimlimklerimde.. yoruluyorum insanlarin saskinliklarinda..
Bir oda, ben ve yalnizligin baskenti yeni sehrim.
yillar önce binlerce insana kafamda yarattigim muhtesem kimligi sunma derdine düsmüs iken, sürekli celisik tavirlardan kacinip alemin en tutarli insani borgesi oynamaya calisirken ne kadar yorulduysam bugün de o kadar yoruluyorum her biri bütüne ait parcalari tek basina bir bütün yapmaktan.. Geriye cekilmeye basladim, "merhaba" demekten itina edip yalnizliga dogru yelken actik.. Beklemedigim bir durumdu. Bu kadar erken odama dönecegimi bilmiyordum ve acil durumlarda calinacak olan kapilar da buradan oldukca uzakta yasamaktaydilar.. Ben, yeni sehrim ve yalnizligim beraberce turluyorduk sokaklarda.. Bazen o benim üstüme biner, bazen yalnizlik her ikimizi de ele gecirir iken benim bu ikisine karsi eylemci durusum pek olmamistir zira elde kalan son siginaklarima karsi tavizkar ve sadik bir anlayis ile yaklasiyordum.
Yalnizlik kelime anlami ile belki dogrudur ama en cok da insan yalniz oldugunda aslinda secme sansi olur ve bir baskasinin,sorumlulugun, gerekirliklerin rahatsiz edemedigi ortamin tanimi icin kullanilir bende. Kısa süreliğine şehirde yasanilan özgürlük artik yalniz kaldigim anlarda mümkündü. Bir siginaktir aslinda yalnizlik. Insan yalniz kaldiginda kitap okuyabilir, yalniz kaldiginda kendisine mesgale arayabilir, yalniz kaldigimda en güzel sigarami kahveyle icerim, en iyi o zaman müzik dinlerim ya da dinledigimi sonuna kadar yasarim.. Sadece yalniz oldugum zaman diliminde Ahmet Kaya'dan Janis Joplin'e dogru kimseyi rahatsiz etmeden gecis yapabilirim..Bütün borgeslerin ayni anda dans etmesi, herkesin istedigini yapabildigi ve fakat kimsenin kimseye dokunamadigi bir ortam.. yalnizlik aslinda gercek anlamda ruhun özgürlügü..
diyordum ki hic beklemedigim bir sey oldu bir oda, pek de yeni olmayan bir sehir ve ben'de!
Bu kadar cok bilesini olan yapiyi kim kaldirabilir diye düsünmekten ziyade arabayi garaja park eder iken o angarya isin agirligi cöktü üzerime. Asagi dogru dik bir vaziyette arabayi durdurup cüzdanin icerisindeki yedek anahtari cikarip kilite zar zor sokup garaj kapisini bir sekilde acip iceride park edecektim arabayi, bir okul dönüsü.. Birden sans yüzüme güldü ve önümde siyah bir seat benden önce girdi o cukura ve bana sadece onu takip etmek kaldi. Yasam bazen o kadar kolaylasiveriyordu ki her sey kafanizda bir sonraki durumun sikintisini yasamaktan ibaretti. O sikintiyi yasamadiginiz vakit isler cok zorlasabiliyordu ve ben sürekli siyrilma olasiligim olan sikintilar üretiyordum icimde.. Her bir borgesin kendisine ait sikintilari, sorunlari vardi ve bunlarin hepsi potansiyel mutluluklardi aslinda. iceri önümdeki arabayi takip eder seklinde girdim ve güzel bir sekilde park ederken arabayi bana muhtesem bir iyilik yapmis olan siyah seat'in hala arabayi park edememis oldugunu gördüm ve o anda anladim onun bir kadin oldugunu..
Yeni olmayan bir sehir, seksen alti tane borges ve hepsine bedel bir kadin..
to be continued..
demişim Kasım 2008'de. Devam etmedi Mayıs 2013'te..
27 Mayıs 2013
Dünya Neden Var? Jim Holt
"Yılın En İyi Kitabı!
Dünya Neden Var? - Varoluş Üzerine Bir Dedektiflik Hikayesi...
Zehir mi zehir bir kozmik hafiyeyle birlikte kadim dünyadan günümüze varoluş muammasının izini sürmeye ne dersiniz?...
..hazır sizi yakalamışken kapakta kullandığımız fotoğrafın hikayesini de anlatalım. Neden bir evren olması gerekiyor? Neden bizler bu evrenin bir parçasıyız? Neden Hiçbir Şey olmayacağına Bir Şey var? sorularına cevap arayan bu kitabın bir kısmı Café de Flore’da yazıldı.
Varoluşçuluğun babası Jean-Paul Sartre’ın tüm bu sorulara meydan okuduğu Varlık ve Hiçlik de Café de Flore’da yazıldı. Bu kafe sanki bu soruları kucaklıyor… Nihayetinde Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir’ın onlarca yıl önce gündelik karargahları haline getirdikleri bir yer…
Sartre, en etkili felsefi denemesi Varlık ve Hiçlik’i 1941-42 kışında, Paris, Alman işgali altındayken burada kaleme almıştı. O kış amansız bir soğuk yaşanmıştı; ama kafenin sahibi Mösyö Boubal, karaborsadan en azından içeriyi asgari derecede sıcak tutacak kadar kömür ve sigara içen müşterilerinin ihtiyaçlarını karşılayacak kadar tütün bulmakta mahirdi. Sartre ve de Beauvoir, sabah ilk iş olarak buraya geliyor, sobanın yanındaki masaya yerleşiyorlardı. Sartre, sütlü bir çay söylüyordu; gün boyunca da başka bir siparişi olmuyordu. Sonra, parlak turuncu kürk ceketine sarınmış bir halde, gözünde yuvarlak çerçeveli kemik gözlükleri, başını kağıttan neredeyse hiç kaldırmadan saatlerce yazıyordu; Beauvoir’ın anılarında anlattığı üzere, yere eğilip, başka bir müşterinin attığı sigara izmaritini alıp piposunu doldurmak için ara veriyordu.
“Hiçlik, varlığın yakasına yapışıyor,” diye yazmıştı Sartre. Ona göre dünya, engin bir hiçlik denizinde yüzen, mühürlenmiş, küçük bir varlık kutusuydu. Bir Paris kafesi bile, çardakları ve aynaları, dumanlı atmosferi, canlı sesleri, çınlayan kadeh sesleri, tıngırdayan fincan tabaklarıyla, “varlıkla dolu olduğu” güzel bir günde bile yokluk için bir sığınak sunabilirdi. Sartre, dostu Pierre ile randevusu olduğu için Café de Flore’a uğrar. Ama Pierre orada değildir. İşte: Küçük bir hiçlik gölü, varlık alanını çevreleyen muazzam hiçlikten varlığa sızar. Çünkü hiçlik, yıkılan umutlar, boşa giden beklentilerle dünyaya girer.
İşte böyle...
Jim Holt yazdı, Ebru Kılıç çevirdi, biz de yayınladık... çok güzel kitap oldu vesselam... "
TDK'nın Kadın Tanımı
TDK Kadın'ı değil Köle'yi tanımlamış sanki. Doğurgan olmadığı vakit kadın olmuyor mu ya da ev yönetimi konusunda "becerikli" değilse?
Hızlı bir şekilde değiştirilmesi gereken..