18 Ağustos 2015

Hikmet Karaman ve Kweuke!



Leonard Kweuke ve Hikmet Karaman’ın yaşadığı olay nerden bakarsak bakalım hikayelik.

Rizespor 2-1 gerideyken son çeyrekte penaltı kazanıyor Çaykur Rizespor. Hikmet Karaman penaltıyı Deniz’in kullanmasını istiyor. Kweuke topu bırakmıyor, Sercan Kaya önüne geçiyor ve teknik direktörün direktifini iletiyor. Kweuke takım arkadaşına “Çekil buradan, ben kullanacağım” diyor ki bu oldukça uzun bir süre bu şekilde devam ediyor. Nihayetinde penaltıyı kullanan Kweuke golü attıktan sonra saygısızca hocasına yönelik söylemlerde bulunuyor.


Tam da içime doğduğu gibi  Kweuke bir gol daha atarak maçın kahramanı ama günün saygısızı olmayı başarıyor. Bu maçın kahramanı Kweuke olduğu gibi terbiyesizi de yine Leo'dur. Oyuncunun yaptığı saygısızlık ve net bir şekilde cezayı hak edecek bir tavır. 

Antrenörün otoritesini sarsacak eylemlerin cezasız kalması uzun süreçte zararı büyüktür. Üstelik bizzat gözlemlediğim için söylüyorum, o kırılgan ve duygusal yapısına zarar vermemek için tüm uyarılarını iyi bir dille yapmak için çaba sarfeden hocasına da nankörlük yapmıştır.

Leo aşırı duygusal ve gerçekten de iyi bir insan ve fakat "kötü" bir profesyonel. Hikmet Karaman saha dışında ona bütün uyarılarını oldukça nazik bir dille yapmaya özen gösterirdi. Üstelik Hocanın bu iyi yaklaşımının arkasında ne oyuncunun attığı goller ne de başka bir şey vardı. Kırılgan yapısının farkında olarak anlayacağı dille özen göstererek istediklerini bire bir görüşmelerde yapardı. Bazen şurada hata yaptın derken Leo'nun yüzünde öyle bir ifade belirirdi ki yine üzülen siz olurdunuz. O attığı gol sonrası gerçekten ağlıyor, gereğinden fazla bir duygusallıktan dahi bahsedebiliriz. Leo'yu tanıyınca hocayı da anladım. Sahanın dışında çok farklı olduğunu bizzat gözlemledim. Disiplinsizliği ya da antrenörün otoritesine baş kaldıran bir tavrı hiçbir zaman olmadı. Gelin görün ki o duygusal, iyi adam maçta çok başka oluyor. Adrenalin kana karışınca tanınmaz hale geliyor. Emin olun maç sonu sayısız kez özür dilemiş ve hatasının farkına varmışır ama bu yaptığı "büyük" hatanın kusurunu örtmüyor. 

Bu olayların başlangıcı aslında geçen sezon deplasmanda oynanan Gaziantepspor maçıydı. Penaltı sonrası tavırları o maçta da yaşandı. Ben o deplasmana gitmedim, tesislerde kaldım ama saha içerisinden talimatlar veren hocasına karşı olan tavrı tam da penaltı sonrası yaptığı terbiyesizlikle bire bir örtüşüyordu. Belki Hikmet Hoca'nın kusuru varsa cezayı bugün değil tam da o zaman kesmemesidir belki de.

Tanımayanlar için yazayım: Hikmet Karaman bir maçın sonucuna bakarak asla değerlendirme yapmaz. Takımın kazandığı pek çok maç sonrası sabahlara kadar uyumamış ve yapılan hataları analiz ettiği gibi kaybettiği maçlardan sonra da zaman zaman yapılan güzel şeylerden dolayı da mutlu olabiliyor. Uzun vadede getirilerini düşünüyor maç maç bakmaktan ziyade.. Üstelik takımdaşlığa, birlik ve beraberliğe galibiyetlerden, puanlardan dahi daha fazla önem veriyor. Zaman zaman bunu sağlamak için takım toplantılarına güzel sözler, motivasyon sağlayacak hikayeler ve daha pek çok aksiyonu içerisine katıyor. Hocanın üzüntüsü muhtemelen uzun uğraşlar vererek kurmak istediği takımdağlığın zedelenmesidir zira o penaltıyı atmak istemesi sadece hocasına karşı saygısızlık değil onun yerine atması gereken Deniz'e de haksızlık. Sadece hocasına saygıdan değil arkadaşına verdiği mesajdan dolayı da üzücü olmuştur.

Leo net bir şekilde yanlış yapmış. Maçı kurtarması ya da bu hırsı üç puanı getirse de maalesef cezayı hak ediyor ve tanıdığım Hikmet Hoca'nın yaptırımından kurtulması neredeyse imkansız. 

Doğrusunu söylemek gerekirse o görüntü benim aklımdan çıkmaz. Leo'yu yanına alan Hikmet Hoca oldukça yavaş, sakin ve uygun bir dille video analizlerinden ona düzeltmeler yaparken olabildiğince diline, tavrına özen göstermesi ve sabrı  beni etkilemişti. 

Güzel insan Leo'ya bu amatör davranış hiç mi hiç yakışmadı..

17 Ağustos 2015

Pirloluğunu yapmış yine..



Eskimiyor, yaşlanmıyor. Şarap gibi..

Nev-i şahsına münhasır takım: Darmstadt 98!


Böyle futbol romantikleri vardır, her şeyi hikayeleştirir, mazlumdan yana olur endüstriyel futbola karşı naralar atar ya.. Tamam doğru, ben onlardan birisiyim de arkadaş bu gerçekten başka bir şey. İnanılması ve açıklanması zor olan bir başarı öyküsü. Bir yerde "Matrix'de kırılma" olarak tanımlanmış ki modern futbolun bugu olarak görebiliriz. 2013 yılında sportif açıdan 4.lige düşmüş takım bugün nasıl birinci Bundesliga'da olur?

Sene 1991.. Eintracht Braunschweig’da oynuyorum o zamanlar. Darmstadt’ı görmüştüm. Her şey o zaman nasılsa bugün de öyle. Darmstadt yıllara meydan okurcasına bıraktığım gibi kalmayı başarmış” diyor bir dönem Antalyaspor’da da forma giymiş Darmstadt’ın kült teknik direktörü Dirk Schuster. Bir eleştiri değil, olan durumun tanımı ve aynı zamanda futbolun o günden bu zamana değişen tüm ayrıntılarının gerçekte önemsizleştiren bir bakış açısı bu. Moderniteye vurulan sağlam bir darbe! 

Misal diyorum bak  laktat testleri artık bir yenilikten ziyade amatör kulüp için dahi zorunluluk amma velakin Schuster diyor ki “Gerek yok bunlara, ben antrenmanda oyuncuya bakar ve anlarım ne kadar iyi hazırlanıp hazırlanmadığını” En nihayetinde bölgesel takım seviyesinde dahi pek çok eksiği bulunan Darmstadt'ın pek çok modern teknikten yoksun olamsı anlaşılır ama zurnanın zırt dediği yer ise bu eksikliklere rağmen böylesine mucizevi başarıyı yaşamış olmasıdır. 

 “Biz aslında sıradan insanlarız” diyor Schuster'in asistanı Sascha Franz. . Öyle bir takım ki Darmstadt, bu iki adam takımın teknik direktörü, sportif direktörü, menajeri, asistanı, medya sorumlusu, seyahat organizatörü yani kısaca  her şeyi. Kulüpte uzman olarak sadece rakip analizleri yapan video  analistler  var. Buraya sadece  uzman atamışlar. Peki kimleri? 75 yaşındaki teknik direktörün babası Eberhard Schuster ile asistanı Sashca’nın babası Horst Franz. İkisinin de teknik direktörlük geçmişi var ve bu iş için uygun görülmüşler.

Bundesliga’ya çıkan diğer “mütevazı” kulüpler olan İngolstadt, Fürth ya da Braunschweig ile karıştırılmaması gerektiğinin üzerinde duruyor Schuster. “İngolstadt ayakları yere basan temeli sağlam bir kulüp, Fürth uzun yıllar ikinci ligde zirveye oynadı ve Braunscweig’in de bu iki kulübe göre durumu bir hayli iyi” diyor. Darmstadt’ın burada olmasının bugün konuşulan futbol doğrularıyla en ufak bir ilgisi yok.

Kulüp gerçekte 2008 yılında iflasın eşiğine gelmiş. Vergi, şu bu derken 1.1 milyon euro borcun altından kalkamış.  Üst üste taraftarları içeren organizasyonlar düzenleyerek kulüp iflastan kıl payı kurtarılmış. Bir maçlarına 5200 kişi gelmiş ki amaç para toplamak. Bayern Münih seneler öncesinde St.Pauli'de olduğu gibi burada da  yardımı esirgememiş ve 20 bin kişi gelmiş erkekler tuvaleti olmayan stadına. 2-2 sona eren maç sonunda Bastian Schweinsteiger “En az ikinci ligde olması gerekir” diyerek övgüde bulunurken geçtiğimiz sezonun kupa finalisti Wolfsburg’un ilk turda  ancak penaltılarla bu takımı elediğini hatırlatalım.

Şanslarının yaver gittiğini söyleyebiliriz. Öyle ki çok değil sadece 2 yıl önce 2013  yılında üçüncü ligden gerçekte dördüncü lige düştüler.  Gelin görün ki Kicker Offenbach’ın lisansının iptal edilmesi sonucu sportif açıdan düşmüş takım masa başında ligde kaldı. Ve sonra olan oldu.. Üst üste iki yıl bir üst lige çıkarak birinci Bundesliga’ya geldiler. Dördüncü ligde olması gereken kulübün iki yıl üst üste lig atlayaran Bundesliga’ya gelmesi sizce nasıl mümkün olabilir? İkinci lige çıkış hikayesi her şeyi anlatıyor.


Gerçekte düşmesi gereken sezon ligde kalıp 2013-14 sezonununda 3.ligi üçüncü bitirdiler. Bir üst ligden Armina Bielefeld ile oynanan eleminasyon maçları aslında bu kulübün genel durumunun bir özeti gibidir. İlk maçı evinde 3-1 kaybeden Darmstadt'ın ikinci lig hayalleri zora girer. İkinci maç öncesi ise Darmstadt'ın maçlarını nasıl kazandığının en güzel göstergesi olan bir başka hikaye ile birleşir..

Asistan koç Sascha Franz bir Darmstadt taraftarı ve arkadaşı olan Johnny Heimes'i devreye sokar. On yıl önce Heimes'e kanser teşhisi konulur. Kanseri her seferinde alt etse de yeniden vücudunda belirir, beş kere yener ama o kanserin yeniden vücudunda yeşermesini beş kez yeniden duymak zorunda kalır. Johnny kararlıdır, kılıçlarını kuşanır ve kanserle savaşına devam eder. Biyografisini yazar, insanlara güç verir. "Savaşmalısın! henüz kaybedilmiş bir şey yok"  yazılı bilekleri satışa çıkarır ki 150 bin tane satmıştır Almanya'da ve bu da Frankfurt kanserle mücadele vakfına hatrı sayılır bir gelir bırakmıştır. 


Evinde 3-1 ilk maçı kaybeden Darmstadt ikinci maç öncesi Heimes'in "Savaşmalısın, henüz kaybedilmiş bir şey yok" bilekliğinden 50 tane alan antrenör Dirk Schuster ve asistanı Sascha Franz oyunculara dağıtır. Yakın arkadaşının hikayesini de anlatarak maça oyuncularını hazırlar. Evinde 3-1 kaybeden takım deplasmanda bu kez 3-1 kazanarak maçı uzatmaya götürür. Şansızlık o ki maçın 115.dakikasında Bielefeld durumu 3-2'ye getirir.. Ve işte her şey uzatmanın da uzatması olan 122.dakikasında gelen golle değişir. Bielefeld'i deplasmanda son saniyede atılan golle geçerek ikinci lige çıkan Darmstadtlı futbolcular Heimes'in hikayesinden gelen motivasyonla bunu başardıklarının bilincindedir. Öyle ki Marco  Sailer bandanada yazan bu sözü koluna dövme ile yazdırır. O sene ikinci lige çıkan Darmdtadt "Bir yıl burada kalsak bile bize yeter" hedefiyle lige başlayıp birinci Bundesliga'ya çıkarak üst üste iki yıl lig atlamayı başarırlar.

Kaybedenlerin Zaferi

Darmstadt’ı ikinci lige çıkarınca bir strateji çizer kendisine antrenör ekibi. Türkçe’ye “12 belalı adam“olarak çevrilen 1967 yapımı film olan “The Dirty Dozen”'den etkilenirler. Disiplinsiz olduğu düşünülen bir komutana 12 adet idam mahkumunu vererek Fransa’da Nazilerin kontrolündeki şatoya intihar saldırısı düzenlenmesini konu alan bir filmi Bundesliga’da çekmeye karar verirler. Darmstadt çevrede ne kadar kaybetmiş, kenara itilmiş, işsiz güçsüz adam varsa kulübe toplamış. “Bize gelen her futbolcu geride büyük acılar yaşamış ve yeniden ayağa kalkmakta zorlananlardı. Ya işsiz, ya gözden çıkarılmış ya da inancını yitirmiş. Dürüst olmak gerekirse böyle olmasa muhtemelen buraya değil başka yere giderdi” diyerek ifade ediyor antrenör Dirk Schuster.

Hertha Berlin’den  en son transfer ettikleri iki oyuncu Peter Niemeyer ve Sandro Wagner  oldu. İkisi de A takımdan kovulmuş ve bölgesel takıma gönderilmişti  ve bu yetmezmiş gibi  çeşitli “mobbing” diyebileceğimiz eylemlerle –boş kaleye yarım saat gol atmak- bezdirilmek isteniyordu ki Darmstadt’a gitmeyi tercih ettiler. Geçen haftanın kahramanı Marcel Heller 2010’da futbolu bırakmayı düşünmüş bir yıllık ağır sakatlığın ardından. Fabian Holland 25 yaşında ve 10 kez ameliyat masasına yatmak zorunda kaldı. Bugün futbol oynaması mucize olarak addediliyor.  Schuster “Onlara başka ne verebiliriz ki? Para?  yok bizde. Şehir, o da yok. Stat ? bahsini açmayalım lütfen.  Duygusal açıdan yaklaşarak ahlaki değerler üzerinden bir kazanım elde etmenin peşine düştük” diyor. Nihayetinde takımlar buraya gelirken "Darmstadt'ı da artık yenmeyeceksek kimi yeneceğiz" mottosuyla hareket ederken o rehaveti biz de inançla bozguna uğrattık. Birlik ve beraberliğin inançla birleşip kaliteyi dövmesi bu şekilde gerçekleşti. Kaybedenlerin, dışlanmışların, itilmişlerin ve hatta yeteneksizlerin birlik olup dünyaya meydan okumasının adresi oldu Darmstadt!

Başka türlü Marcel Hellers’in o çok önemli üçüncülük maçında attığı 70 metrelik sprinti açıklamak mümkün müdür? Ya da kaptanları Aytaç Sulu’nun 4 haftalık ağır sakatlığının ardından iyileşmeden maskeyle çıkıp maç içerisinde sakatlanıp kafasında bandajla maçı bitirmesini? Bieledef mucizesini ?

Son üç yılda futbolcu bonservislerine verdikleri para: 0 EURO. Misal geçen sezon yarıştığı Leipzig'in bir futbolcuya 8 milyon euro bonservis  verebildiğini hatırlatalım ki bu rakam Darmstadt'ın tüm kadrosunun maliyetinin üç katına denk düşüyor. Sadece tek futbolcudan bahsediyoruz..

Futbol parayla dengelerin kurulamadığı zaman güzel. Birilerinin bunu her sene bize hatırlatması keyfimizi arttırıyor, üçüncü beşinci ligden desteklediğimiz takımın rüyasını inşa ediyor. Lakin Darmstadt'ın başarı öyküsü öyle güzel ki son dönemde bıraktığım "futbolcu olsam da şöyle goller atsam" adlı hayali bu yaşımda yeniden kurmaya başladım. Bunlar bu koşullar altında bunu başardıysa belli mi olur ?

Philipp Hosiner


1989 doğumlu. Avusturyalı lakin alt lig takımlarından çıkış yapıp  Alman ikinci lig takımlarında kendisini gösterdi ve memleketi Avusturya'da ise geç de olsa muazzam bir çıkış yaptı. Bugün Köln'ün teknik direktörü olan Peter Stöger ile Austira Wien şampiyon olurken Filip Hozinar da 36 maçta 32 gol atarak gol kralı oldu ve Stöger'in şampiyonluğuna muazzam katkı yaptı. Stöger Köln'ün başına geçti ve ikinci ligden takımı çıkarıp birinci ligde de sorunsuz bir sezonu arkada bırakarak Köln şehrinin yıllardır aradığı huzuru sağladı.

Hozinar ise Fransa'nın Rennes şehrine transfer oldu. Bir devre 12 maç oynadı 1 asist yaptı ve Stöger onu geçen sene Ocak ayında Köln'e istedi. Oyuncu ve kulüple anlaşıldı ve tam Köln'e gelecekken kimsenin beklemediği bir şey oldu: Köln'ün sağlık ekibi Philipp Hosiner'ın sol böbreğinde tumor buldu. Üstelik bu beş yıldır futbolcunun vücudunda hareket halinde.

Rennes kulübü bilgilendirildi, transfer suya düştü ve hızlı bir şekilde ameliyat olan Philipp Hosiner'ın sol böbreği tamamen alındı.

Enteresan değil mi? Sporcu, sürekli sağlık testlerinden geçiyor ama beş yıldır var olan tumor bir şekilde görülemiyor. Bahsedilen ülkeler de Avusturya ve Fransa aslında.. Hozinar da "Geçen yıllarda en ufak bir şikayetim yoktu" diyor.

Hozinar ameliyat sonrası toparlandı ve bu yaz Köln'e transfer oldu. Üstelik Kolonya Kupası'nda golünü de attı ama şimdilik tek forvetli sistemde Modeste'in yedeği.

Bugün formasını giydiği Köln'e Avusturyalı oyuncu gerçekte borçlu. En azından o bunun için  Köln sağlık ekibine teşekkür ediyor.

Oyuncu ve kulüp arasında tam anlamıyla bir gönül bağı oluştu desek çok da yanlış olmaz sanıırm.

Tuchel'in Dortmund'u!


Yeni Dortmund'u nasıl buldunuz?

Benim en beğendiğim ayrıntı oyuncuların sahaya yayılışı oldu. Tuchel'in sürprizi ise Mainz'da asla böyle rakip yarı alana yerleşimi olmamıştı. Hali hazırda Gladbach gibi topa sahip olmayı seven ve Favre döneminde her daim Bayern Münih sonrası topa en çok sahip olan takım olma özelliğini taşıyan Gladbach'a karşı yüzde 58 topa sahip olup atak üzerine atak yapması ve 2015 yılında sadece 12 gol yiyen bir takıma tek maçta 4 gol atıp bir o kadar da kaçırması muazzam..

Beyler rakip bu sezonun zirve adayı Borussia Mönchengladbach. Tuchel bugüne kadar henüz Favre'ye karşı galip gelememişti..

Klopp ile olumsuz anlamda kıyaslanmasını hoş bulmuyor. "Hangi değişimi yapsam Jürgen'e karşı yapmış oluyorm ve bence bu haksızlık. Eğer o iyi bir takım bırakmasaydı bugünkü galibiyet böyle olmazdı" diyerek  onu kulübe tavsiye eden ama aynı zamanda iyi arkadaşı olan Klopp'un da hakkının yenilmesine karşı çıkıyor. Lakin önemli bir farkı oldu Jürgen Klopp ile..

O da koşu mesafesi.

Jürgen Klopp koşu mesafelerine ve sprintlere çok fazla önem veriyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse bu da sakatlıkların bir numaralı sebebiydi. 120 km aşan koşu mesafeleri bir yana sprint sayısı Bundesliga'nın açık ara zirvesine onları yerleştiriyordu. Jürgen Klopp şampiyon oldu ya da Şampiyonlar Ligi'nde final oynadı ama ikisin, bir arada hiçbir zaman yapamadı. O yoğunluğu bu tarz futbol kaldıramıyordu.

Tuchel topu koşturdu, topa sahip oldu oyuncuları dinlendirdi. Geçen senenin topla oynama oranı %54 iken bu maçta %58'e çıktı. Geçen sene maç başına Dortmund 385 pas yaparken Gladbach karşısında bu sayı 617 oldu. Yüzde 77 isabetli pas oranıyla Klopp'un Dortmund'u oynarken bu sayı Gladbach maçında %89 oldu. Tüm bunların olağan sonucu ise 112 km oyuncuların kat ettiği mesafe. Geçen senenin maç başına ortalaması bu sayıdan 6 km daha fazlası! Ortalaması 240 sprint olan Dortmund'un dünkü maçta sprint sayısı 204! 

Elbette Aubameyang'ı santrfora çekmesi, Mhkitaryan'ı kullanım şekliyle farklılık olsa da temelde felsefe değişti. Top rakipteyken presle topu kaptığı yerden sprintlerle hızlı hücumlu özünde savunma futbolusistemin ayrıntısı oluyor, özü değil.

Tüm bunların dışında bir güzellik daha vardı ki izlemeye  doyamadık..


 Julian Weigl..

Yedek kulübesinde bekleyen Sven Bender'in yanı sıra Gonzalo Castro gibi 11 milyon euro karşılığı alınmış yeni transfere rağmen ikinci ligden 2.5 milyona alınmış 19 yaşında henüz Bundesliga tecrübesi olmayan genç bir oyuncuya güvenmek antrenör işidir. Ki bu çocuğun sakinliği, pas kalitesi ve oyun görüşü.. %95 isabetli pas, 11.7 km kat ettiği mesafe  ve tek bir hata olmadan sahanın en iyisi olarak maçı tamamlası. 18 yaşında 1860 Münih'in tarihinin en genç kaptanı olduğunun altını çizelim. (Gerçi takside yaşadığı sorun nedeniyle antrenmana geç geldiği için kaptanlığı alındı ama çocuğun suçu yoktu pek)  Pek çok etkili atağı da başlamadan kesen isimdi. Dün Beşiktaş'ta bir Mario Gomez hayranı olmama rağmen Şenol Güneş'in yaptığı da bu minvalde alkışı hak ediyor. İyi oynayanın kazandığı, daha az ünlü olanın, yıldızlara, gençlerin tecrübelilere karşı performans kriterine göre kazanabildiği oyun keyif veriyor.