10 Ocak 2008
Har
Murat Uyurkulak'in muhtesem eseridir Har.
Önce "Tol" tavsiye edildi, onu ismarladik ülkeye giris cikis yapan akrabagillerden. Velakin o zaman baskisi tükenmis ve Har ile cikip geldiler karsima.(internetten nedense ismarmalamazdik o dönem, yeni gelmistik daha, anca anca kavradik neyi nasil temin edecegimizi ) Eh, bunu okuyalim dedik biz de.. Sonrasinda Tol'e de kavustuk ama Har gibi degildi . Murat Uyurkulak, gercekten Har ile insanin derdigini cesitli sekillerde anlatabilecegini gösteriyor. Dili muazzam bir sekilde kullanirken kurguda da son derece basarili. Hakan Günday, Kinyas ve Kayra da ayni sekilde kayda deger bir is cikardi. 24 yasinda oyle bir romani yazmak her babayigidin harci degil velakin kurgusal olarak hafif cocuksu yanlarini ilk romani olmasina ve ayni zamanda icerigin kurguyu önemsiz kilacak sekilde tasarlanmasini da göz önünde bulundurduk.. parca parca dahi okunabilirdi kitap.. velakin Murat Uyurkulak her bakimdan oturmus bir yazar olarak karsimiza cikti.
Hani deliler gibi güldürerek aciya bal calan bir kalem. Siyasi ve oldukca sert göndermelerin yani sira cümlelerinin icerigine sizan minik seytanin kontrol disi harekete gecmesi hasebiyle trajikomikligin de dibine vurmustur..
.....
"Sen" dedi, "şehit asteğmen bilmem kimin nesi oluyorsun?"
"Abisiyim" dedim, şaşkın.
Astsubayın anında gözleri yaşardı, başladı kardeşimi övmeye:
"Bunca senelik ordu hayatımda ben onun kadar dürüst, onun kadar namuslu, onun kadar becerikli, onun kadar fedakâr, onun kadar temiz, onun kadar disiplinli.."
"Onun kadar"ların sonu gelmek bilmiyordu. Sonra astsubay işi iyice azıtıp beni omuzlarımdan kavradı, kucakladı, iki gözümden şapır şupur öptü ve benden de kardeşim gibi şahane bir askerlik beklediğini söyledi.
Boku yemiştim. Sevgili kardeşimin kusursuz sicili burada da peşimi bırakmamış, düşük ruhuma askıntı oluvermişti. Mümkün mertebe kaytarmaktan, bir fırsatını bulup çürüğe çıkmaktan, hatta alengirli bir vaziyette firar etmekten gayri dini imanı, planı projesi olmayan ben, bir anda, hiç yoktan birliğin örnek askeri olup çıkmıştım. Hemen bir lakap da uydurdular elbet: Numune...
O günden sonra aylarca rahat yüzü görmedim. Astsubay, şefkati dehşetli bir emir komuta üslubuyla en beter işlere beni koşuyor, en tehlikeli görevlere en önde beni yolluyordu. Daha da kötüsü, hiç kabahatim, zerre yamuğum yokken badi kazanmam imkânsız hale gelmişti. Kimse komutanın adamı sayılan biriyle, yakın olmak istemezdi.
Şükür ki günün birinde enseme doğru üflenen "N'aber?" sorusuyla, cehennemin göbeğinde badisiz kalmaktan kurtuldum. Arkamı döndüğümde, kantinci haricinde kimseyle konuşmayan, kimsenin de yanına yaklaşmadığı 'Onüç' lakaplı o tuhaf herifle burun buruna geldim.
Hiçbir muhabbete bulaşmaz, boş vakitlerde herkesten uzak bir köşede öylece oturup sigarasını tüttürerek meçhul âlemlere dalardı. Sebeb-i lakabını bilen olmadığı gibi, hakkında anlatılan hikâyelerin de haddi hesabı yoktu. Kimilerine göre pis işlere girip iflas etmiş, çaptan düşmüş bir mirasyediydi. Bazıları, sabıka dosyası ansiklopedi kalınlığında namlı bir dolandırıcı olduğu iddiasındaydı. Fazla düşünmekten kafayı yemiş mühim bir âlim, fazla düzüşmekten hastalık kapmış mimli bir zampara, fazla kıskançlıktan karısını vurup felç etmiş kıtıpiyoz bir memur olduğunu anlatanlar da vardı. Sapık, dâhi, ermiş, sahtekâr gibi sayısız sıfatın orasına burasına iliştirildiği gayet şekilsiz ve belirsiz bir hacmi vardı. Tam korkulacak adamdı yani. Ama badi badiydi, mühim meseleydi, korkacak halim yoktu.
Bana 'numunelik' bahşeden astsubay, sadece bana değil, bütün birliğe belaydı. Her haltı fazla ciddiye alıyor, abartılı tavırları ve talepleriyle herkesin canına okuyordu. Operasyon dönüşlerinde karşımıza dikiliyor, başlıyordu ders verip nutuk atmaya:
Xırbolar'ın tek gayesi, kendilerine ait saydıkları dört parça işe yaramaz toprağı birleştirip hür olmaktı. Bizim tarafta yaşayan ve aslında Xırbo olup olmadıkları bile pek şaibeli olan cahilleri de bu hayale kaptırıp kandırmışlardı. Yani ülkemiz bölünme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Şimdi biz, sınırlarımızın ötesinde savaşıyorsak, bu, başkasının bir karış toprağında gözümüz olduğundan değildi. Bizim gayemiz, devletimizin ülkesi ve milletiyle çatlamaz mermerliğini muhafaza etmekti. Gerçi az ötemizde petrolün su misali aktığı şehirler de bizimdi ya, şimdi mevzuyla alakası yoktu. Ama kafamız çok kızarsa oraları da alıp çanına ot tıkayıverirdik Xırbo milletinin...
Herif buna benzer bin türlü mesele anlatıp duruyor, yorulmak, susmak nedir bilmiyordu. Bizim umurumuzda değildi tabii. Onca yorgunluğun üzerine birkaç lokma tıkınıp, iki lafın belini kırıp zıbarmaktan başka derdimiz yoktu. Bizim için mesele gayet basitti: Xırboların alayı başa belaydı ve en makbul terörist ölü teröristti."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder