Koşulların insan düşüncesini biçimlendirdiğine istinaden örnek gösterebilecek filozoflar arasındadır Fichte. İdealisttir, öznel idealist ve Kant'ın sıkı bir takipçisidir. Aynı zamanda bugünkü –ilginç bir şekilde- sosyalist devletin öncüsüdür de. Kimilerine göre Hitler'in faşizminde Niçe’den daha fazla ilham kaynağı olduğu söylenir. Dışa Kapalı Ticaret Devleti’nin, bugünkü sosyalist devlet ile ciddi benzerlikleri vardır. Ekonominin dışa kapatılması, devlet eliyle düzenlemelerin yapılması ve insanın temel ihtiyaçlarının devlet eliyle gerçekleştirilmesi için "zor" un kullanımı gibi.. Bu öznel idealist, mutlak benci Fichte'nin sosyalist idelerle tatlandırılmış düşüncesinin en önemli itkisi, fakir dokumacının sekiz çocuğundan birisi olmasıdır belki de. Tarihte proleter sınıf arasından çıkmış ilk filozoftur. Hikâyesi de Macit Gökberg'e göre şöyledir; kilisedeki vaaza yetişmeye çalışan zengin Baron, geç kalır. Yolda karşılaştığı ve kendisine vaazı özet geçen çocuğun/Fichtenin zekasından etkilenir ve eğitimini kendi üzerine alır. Ölünceye kadar bakar, eder, sonra yine çok değil bir kaç yıl sonra bir başına kalır Fichte. Bu arada Kant ile tanışır, ilk eserini onun yayınevinden çıkarır ve büyük övgü alır. Herkes Kant'ın yazdığını düşünür iken Kant, bu eserin gerçek sahibi açıklar ve haklı bir üne kavuşur filan..
Kantla tanışması ise şöyledir. Baron öldükten sonra geçimini sağlamak için ders vermek durumunda kalır ve bu sırada, Kant'ın bir kitabı eline geçer. Birden sıkı bir Kant hayranı olur ve onunla tanışmak için Konigsberg'e gider. Fichte'nin en çok ilgisini çekmiş ve kendisine bağlamış olan Kant'ın Ahlak Felsefesidir. İmrendiği filozofun bir yandan takipçisi olmak, onun sistemini genişletmek ister iken, diğer yandan kararsız kalmış. Kant, bilinemezcidir, metafizike karşı keskin çizgileri olan adamdır. Aynı zamanda Ateizme de kucak açmamış, bu ve benzeri konuları insan aklının eremeyeceğine kanaat getirip işin içinden kendisini sıyırmış. Lakin Fichte için bu kadar kolay olmamış. Bilinç mi maddeden, yoksa madde mi bilinçten derken bunu düşünmekten kafayı sıyıracak noktaya gelmiş ve en sonunda Kant'ın Konigsbergde’ki evine giderken merdivenin önünde durmuş ve kararını vermiş. Eğer bu merdivenlerin basamaklarının adedi çift sayı ise; bilinç, yok değilse madde demiş ve çıkmış merdivenleri teker teker.. Yok, daha neler! Keşke böyle olsaydı ama elbette böyle gelişmedi süreç.
Kendisine göre iki yol vardır gidilebilecek. Determinist ve indeterminist felsefe. Yani belirlenimci ve belirlenemezci. Eğer ki madde'yi öne koyar ise, madde'den nasıl bir bilinç çıktığı sorusu bilinemez, aynı zamanda her şeyin başına maddeyi yerleştirdiğiniz zaman nedensellik bağıntısı içerisinde yapılan her eylemin makine düzeninde işlediği varsayımı çok hoşuna gitmez. Zira bu insanın elinden özgürlüğünü aldığı gibi bu ortamda ahlak üzerine konuşmak ya da kabaca felsefe yapmak dahi imkân dâhilinde değildir.
Başlangıca maddeyi yerleştirmek insanın özgür iradesini elinden alıyor ona göre.
Özgürlük, Fichte'nin bütün öğretisinin temeline koyduğu fikridir. İnsanın özgürlüğünü elinden almaya gönlü el vermedi. Onun için özgürlük, hazır olarak verilmiş bir durum olmayıp gerçekleştirebilecek bir ödevdir. Bu yüzden belirlenimci(determinist) bir dünya tasavvurunda insan özgürlüğüne yer yoktur. Hemen bu noktada şu soru akla takılmış. Dönemin önde gelen aklı kit dükleri şöyle demiş "behey Fichte kardeş, bu kadar özgürlük diye başımızın etini yedin de bu dışa kapalı ticaret devletinde özgürlük nerede? Devlet her şeyi "zor"la yaptırıyor senin bu hayal âleminde. Bunda bir çelişki yok mu diye son derece Hulki Cevizoğlu misali sert çıkıp hesap sormuşlardır.
Fichte bunlara ilişkin 18 Aralık 1804 tarihinde evinin balkonundan çayından bir yudum alıp şöyle bir açıklama yapmış:
"bre dangalaklar, siz özgürlüğünüzün başkasının özgürlüğü ile sınırlı olduğunu kabul edin önce! İnsan ancak başkalarının haklarına saygı göstererek özgür olabilir. Bireyin özgürlüğü, diğer insanların özgürlüğü ile sınırlıdır. Bundan dolayı özgür kişi tek tek birey olarak değil toplum çerçevesinde ancak düşünülmek durumundadır. İnsanın, her türlü sözleşmenin üzerinde duran bir takım "doğal hakları" vardır, bunları elinden almaya, çiğnemeye, her şekilde görmezden gelmeye çalışan insanlar için devlet ve onun "zor"u vardır. Devlet, insanın özgürlüğünü güvence altına almak için kendisini var eder. Özgür insan, öncelikle böyle bir istemin altına imzasını atmakla yükümlü insandır. Dolayısıyla "zor" ve "özgürlük" birbirleri ile kardeş de olabilirler zira özgürlük, Kant'ın çok iyi bir şekilde belirttiği gibi, kişinin kendi koyduğu yasalara uyma güzelliğidir. "
Her ne kadar özgür insanın zora dayalı bu seçimini özgür idaresi ile seçmesinin çelişkiyi ortadan kaldıracağını belirtse de, bir takım sorunlar hala mevcuttur. Zira zor'un olduğu yerde tam bağımsız bir özgürlük idesi kendisini gerçekleştiremez. Bu yüzden devlet eli ile o muhteşem ideale doğru yürümekten, böyle bir zor'un olmadığı bir dünyaya yönelmekten başka çaresi yoktur. Dolayısıyla devlet, Fichte'de sadece hukuk devleti değil eğitici bir kurum olarak da vücut bulur. Fichte'nin devleti insanları cezalandırmak yerine eğitme amacı güder, kuralları bireye zorla uygulatmaktan çok yasaya kendiliğinden uyan insanlar yetiştirme çabası içerisindedir. Sizin anlayacağınız biçimde; sosyalizmden komünizme geçiş aşamasıdır. Mülkiyet hakkı; çalışma hakkı ile eşitlik bulur. Fichte, özel mülkiyeti belki kaldırıp atmaz lakin çalışma hakkı ile dengelemeye çalışır. Herkes çalışmalıdır ona göre. Mülkiyet ancak ve ancak çalışma sonucu ele alınmalıdır ve onun devleti, çalışmadan refah içerisinde yaşayanların ve çalışarak sefalet içerisinde olan insanların olmadığı, devletin bunu bir şekilde sağladığıdır. Bunu da ekonomik yaşamın devletçe düzenlemesinde bulur. Serbest piyasayı ortadan kaldırıp dış ticareti de devlet eliyle dengede tutmaktır. Buna öyle önem vermiştir ki; devlet üzerindeki kitabına "kapalı ticaret devleti" adını vermiştir.
..bir de insanın iç özünü bilmesini anlatmış. Üç ana zaman dilimi vardır. Şöyle;
Birinci bölümde insan hayvandır ona göre. Kendi özgür değildir, iştahları vardır, mutluluk isteği vardır ve insani bunlar yönetir. sikinin doğrultusunda giden adamdır. Her zaman isteklerinin kölesidir, yer, içer, sıçar başka da bir şey yapmaz ama determinist bir gidişat da söz konusu. Tek bir amaç; yasama içgüdüsü ve haz alma isteği. İkinci bölüm ise güçlü olma isteğidir. Bu istek, insanı tek başına evirip çevirir ve tek bir amaç üzerine yükselir. Yalnız bu noktada dahi birinci duruma göre insan daha özgürdür, daha iyi konumdadır. Zira alacağı hazdan güçlü olmak isteği adına vazgeçebilir. Kant'ın özgür insanına bir bakıma yakındır ama özgür değildir, kendi girişimlerinin kölesi olmuştur farkında olmadan. Hayvan desek de bunlara biz, hayvandan farklıdır zira hayvan güçlü olmayı yine mutlu olma adına, bütün yiyecekleri kendisi yemek, bütün dişileri kendisi sikmek için ister ama burada saf güç idesidir yöneten. Kimi zaman anlık hazlardan dahi vazgeçebilir insan filan.. Üçüncü basamakta da ise çok bahsedilen özgürlük istenci kendisini gösterir. Öyle ki, bir başkasının özgürlüğünü de sayan bir istektir. Bireysel olarak değil, bireyi toplumun bir parçası olarak alır ve buna göre bir özgürlük kavramı geliştirir. Ben özgürüm, ama karşımdaki insan da özgürdür ve belirli hakları vardır. Elinde bulundurduğu güce rağmen, kendi isteğiyle, kendi gönlü ve rızasıyla, hiçbir koşul olmaksızın elindeki gücü kullanmamaktan, bir başkasının özgürlüğüne saygı duymaktan ileri gelir. Buna "insanlığı gerçekten sayma bilinci" der Bedia Akarsu. Ben ise Aşk diyorum arkadaş.. Sevgi insanın gücünden feragat etmesi değil midir e dostlar? Aşkta zaman zaman alacağınız hazlardan bir başkasının mutluluğu için, aman o üzülür şimdi diyerek vaz geçmez misiniz?
Hülasa; Fichte’nin ve en çok da Kant'ın özgürlük anlayışı; kendi isteği ve bilinci ile kendi zararına olan bir eylemi, bir başkasının haklarını kabul etmek adına isteyendir. İmkansızı isteme kısmı ise devlet eliyle böyle bir insanın yaratılacağına dair inançtır. Yukarıdaki üç aşama kısmında nedendir bilmem ikincisini "sosyalist devletler" dahil aşamamış, anarşizmin temel fikrini güçlendirmekten öte deneyimler olamamıştır maalasef..
..daha sonraları Fichtecik romantiklerden etkilenmeler yaşamış, bir süre sonra da 1814 de ölmüş. Finiş..
şu dünyada 5 kuruşluk değerim yokmuş demez en azından, 5 mark ediyor düşünceleri en azından:)
YanıtlaSilsosyalist devlet artık bir ütopyaya doğru gidiyor. sanmıyorum ki hiçbir felsefe (geleneksel ya da modern) insanın günümüzdeki tüketim hevesi önüne geçebilsin.
insan ürettiğinden çoğunu tüketen yegane hayvandır diye afili bir sözle bitireyim de önemli bir şey söylemişim gibi gözüksün:)
:)))
YanıtlaSilŞunu derim; koşullar ne olursa olsun, insan buna alışır. Çok kötüye alışabildiği gibi çok iyiye de alışır. Alışınca "iyi ve kötü" kavramları ortadan kalkar. mesele sadece öncesindeki durumun iyileştiriilmesi sonucu mutluluğun doğmasıdır. Öngörülemeyen şudur ki; Öncesi olmazsa iyileştirimenin de bir anlamı olmayacak.
Torunumun torunu hayal edilen bütün güzelliklerin olduğu bir dünyada yaşarsa buna sevinmeyecek, normali ve olağanı olup o gün için başka bir iyileştirme mücadelesi içerisine girecektir.
Sonuç hiç değişmeyecek başka açıdan. Mutluluk dediğin aslında mutsuz olan dönemin ürettiği bir hal durumudur. Memnun olma, tatminkarlık da öncesindeki memnuniyetsizlikten doğar.
yapabiliyorsa insanlar sadece var olan durumu daha iyiye ulaştırsın ama sadece bir önceki zamanı yaşayan insanlar için, gelecek adına değil. Gelecektekiler bunu önemsemeyecek..
Hep derim; dedem şehirden şehire yürürmüş, bizler otobüste sıkılıyor, patlıyoruz. Ancak dedem otobüse bindiğinde, yapılan bu iyileştirmeden keyif alabilir öncesinde yürüdüğü için.. o da bir süre sadece.. bir süre..
bak bu önermeni o zaman da sevmiştim. benim kendi çapımdaki felsefemin temel taşlarından biridir bu mutluluk üzerine fikirlerin. jack london'ın da bu konuda eşsiz fikirleri var, bence en baba felsefeciden aşağı kalır yanı da yok zaten. fichte, zamanında hayatımın bir yerlerinden geçen ama bir türlü dokunamadığım bir adamdı. şimdiyse nedense hiçbir şey önemli gelmiyor. fikirlerin bile tüketildiği bir çağa girdik, eskiden taptığım, hayatımı değiştiren/geliştiren isimler, kitaplar, fikirler şimdi önemsiz geliyor. kötü değil ama önemsiz. dünya buraya evrildiğine göre söylenen bunca şey anlamsızmış diyorum, senin dediğin gibi herkes kendi çağına oynamış sadece.
YanıtlaSilbir noktada aklıma hep şu paradoksal soru geliyor. her şeyi ama her şeyi zamanı daha hızlı geçirme üzerine kuran insan, zamanın geçmesinden neden şikayet eder?