Geldim. Beş katı merdiven merdiven çıkıyoruz. Demek burası
benim evim diye geçirdiğim zaman anlamalıydım Albert Camus’nun yabancılaşmadan
neyi kast ettiğini. Ne yapmam gerekiyor, bilmiyorum. Kapıda duran kadın annem
oluyor. Yanında pijamalarıyla ona eşlik eden birisi ablam ki çok iyi tanıyorum
ama diğeri de “büyük ablam” olmalı, öyle olduğunu biliyorum ama öyle
hissetmiyorum. Küçüğüyle ilkokulun ilk üç yılını beraber aynı yurtlarda
geçirdik, tanışıklığımız çok başka. Ama diğeri.. Ne Abla’yı ne Anne’yi ve de aslında beni
getiren Baba’yı da fazla tanımıyordum.
Burası evimmiş.
Çok sevindim birden. Bir evim olduğu duygusu vurdu önce..
Sonra içerisi de hoşuma gitti. Bizim yurttaki salaş ortamdan çok daha iyi.
Zaman zaman evine misafir olduğum gündüzlü çocukların evlerinden de güzel
üstelik. Oturma odası müdür odası gibi soğuk geldi ama iki ablamın beraber
uyduğu ve benim de yaz tatili boyunca paylaşacağım o odayı başka sevdim.
Güzelmiş.
Neyse ki Annem de benim kadar soğuk, sarılmaları filan kimse
abartmıyor ve aslında herkes rolünü oynamaktan sıkılmış, bu sahnenin hızlı bir
şekilde geçmesini bekliyor. Geçiyor da hızlıca. Hoş geldik, beş geldik.
Nihayetinde 3 ay sonra gideceğiz.
Ertesi gün herkes annemi arıyor, hayırlı olsun, ben
gelmişim. Benim gelişimden anneme hayır
nedir o gün ve aslında samimi olmak gerekirse bugün de nedir pek anlamış
değilim. O dönem hele ki bu yabancı ortamda dışarıya çok az ses verdiğim
zamanlar.. Garipsiyorum ve pek çok tepki gibi içimde eritiyorum hızlıca. Daha sonra komşu komşu gezdiriliyorum Almanya’nın
ücra köşesindeki yarısının bizim aileden olup tamamının Türklerden oluşturulmuş
yan yana duran iki apartman dairelerinde. Çay içiyorum ve en çok bunu
seviyorum, muhabbet çok sıkıcı, ilgilenmiyorum. Beş yaşında yurtlara gitmiş de
okuldan takdir belgesi almış da.. Sanırsın o okulda tek başıma okuyorum, bir
başkası onu becerememiş. Okul işte, kimi koysan o yaşta okuyacak, mecbur.. Takdir
dedikleri de üst üste iki iyi not sonrası hocanın okulda parlak olarak gördüğü
öğrencilerin karnelerine aynı notu vermesi.
Babam misafirliklerde hazırcevaplığım üzerine oynuyor. Köyü
soruyor, oradaki garip adamları kendi meşrebimce tanımlamaları komşuya gösteriyor,
“hadi amcanlara pipini göster” versiyonunun biraz başkası. Dalıp gidiyorum ben her evde olan o garip büfelere daha çok. Kahverengi
hepsi. Müdür odası gibi, soğuk ve moral bozucu. Çaylar hep güzel, muhabbet
bayık ama idare ediyorum onları. On yaşından bu yana hep idare ettim ortamları.
Babam dediğin adam dünyada kendinibeğenmişlik
ve kibir konusunun dikilmiş anıtı gibiydi. Yıllarca beni mi seviyor yoksa benimle gurur duymayı
mı diye hep düşündüm, sonuç ya da gerçek pek iç açıcı değildi. O gün değil bugün diyorum ki o zaman yeni
aldığı balina kasa 300 E Mercedes ile benim aramda temelde bir fark yoktu.
Bazen Mercedes’in 300’ü bazen benim karnelerim öne çıkıyordu ama işlevimiz
aynıydı. Dayımlarla yarışırdı, onlar 260 E almış altta kalır mı bizimkisi? 300
E!
Şimdilerde muazzam bir ilişkim olan büyük abla o dönemde bana çok yabancı ve biraz da cadı, çevresindeki her şey ona göre
konumlanmış, babam bile bazen korkuyor ondan, şeklini koymuş ama ben sert çıkıyorum her defasında ve bugün bile
unutmayacağım cümle dökülüyor ağzından: Geldiğin yere geri git, istemiyoruz
seni!
Kişisel bir mesele, alışık değil benim gibi bir kardeşe ama
neden çoğul bir cümle kurdu diye dert ediniyorum bir süre. Tek başına mı beni
istemiyor –ki bunu anlardım- öncesinde ağız birliği mi edilmişti acaba?
Aile üyelerinin bugün de o gün de beni sevip sevmemeleriyle
fazla ilgilenmedim. Bu konuda sanırım benden başka herkesin sorunu birinin
diğerini az ya da çok sevmesi oldu. Hiç anlamadım, anlamıyorum da..
İlk günün sabahında kahvaltı ediyoruz. İlk defa öyle peynir
gördüm. jelatininden sıyırıp hamburger ekmeği biçiminde olan “sammeln” dedikleri
şeyin arasına koyuyorsun, tadı nefis. İşte o ekmeklerden herkesin garip
bakışları arasında 6-7 tane götürüyorum. Aile üyeleri bir benim kolumun
inceliğine bakıyorlar bir de yediklerimin toplam miktarına. Oysa ben koşullardan dolayı zayıf kalmış bir insandım, az yediğim için ya da "çok yaktığım" için değil. Babamla beraber acı
yeşil biberi de köklüyoruz sonuna kadar. Zaten bir acı yeşil biberi bir de kupona ortak olabildik bu yaşamda. Gerisi kavga, gerisi gürültü.
İlk sabah masadan bir şey isterken
zorlandım: Baba şunu uzatır mısın diyemedim.. Baba? Ellerim havada cümleyi kendi kendisine
kurdu, uzatıp verdiler.. Sonrasında
yurtta kavga ettiğim zaman belletmenlerin arkadaşından zorla özür dilettirmesi
esnasında ağzıma oturmayan özür cümleleri gibi babalı anneli cümleler kurmaya
başladım ama uzunca bir süre alışamadım, her defasında o kelime öncesi
duraksadım. Aramızda kalsın bugün bile oturmuş değil özellikle annemle ilişki
zirve yapmış olmasına rağmen..
Oysa bayram tatilinde köye gittiğimde annemle babamın gençlik
fotoğrafını valize gizlice koyup yurtta diğerlerine hava atmış, bakın anne ve
baba ve bunlar benim oluyor, bende de var bunlardan, gerçekten var aha da fotoğrafı diye diye gümüş çerçeveli
İspanyol paçolu babamın yer aldığı kareyi yatak yatak, masa masa gezdirmiş, günün sonunda da hırsızlığımız ortaya çıkmasın diye yatağın da altında saklamıştım. İnsanın anne ve babasının resmini çalması hırsızlık olabilir mi? O dönem çok şeyi sorgulamadan kabul ettim. Her şey de sorgulama düğmesine basınca başladı. Hayatım
boyunca ne annemi ne de babamı özlemiş bir insan olarak bu insanlarla hava
atmış olmayı da yanlış anlamayın. Öyle bir eksikliği hiçbir zaman duymadım ama
sorun sanırım başkaydı. Hep “ben de
diğerleri gibiyim” diye bir ispat içerisinde geçti yaşam.
Herkes bu cennet mekanda ne kadar uslu çocuk olduğumdan bahsediyor
ve ben bunu da oldukça tuhaf buluyordum. Karşıdan yaşlı bir tanıdık geliyor,
ben hemen gidip elini öpüyor, saygıda kusur etmiyordum. Bir iki dakika sonra
arkamdan “ne kadar efendi çocuk bu” diyeceklerini de çok iyi bilerek.. Kendim
için değil, her yaptığımla anlamlı anlamsız gurur duyan babam için bunu
yapıyordum, gönlü hoş olsun isterdim hep, gönlü hoş olsun..
O zamanlar annem de babam da fabrikada işçiydi. Sabahları
kalktığımda ev bomboş olurdu. Ablalar okulda, anne-baba işte ve iki erkek
kardeşim de henüz bu dünyada yoktu. İşte masal gibi saatler.. Koca ev.. Filmler
mi izlemiyorum kilo kilo muzları mı götürmüyorum? Ergenlik dönemi ilk erotik
sahneleri arka arkaya izleme da burada yaşandı. Yaprak Özdemiroğlu ile Erdal
Özbay’ın filminde geçen öğle kuşağında dahi sansürsüz yayınlanabilecek sahneyi
başa alıp alıp izliyorum. Videoyu da bu şekilde bozmuş olabilirim, bilmiyorum. Aşağıda annanem yan apartmanda teyzem.. Herkes benim için özel şeyler yapıyor,
yemekler, lahmacunlar efendim çaylar filan. Okul yok, etüt yok, zil sesi yok, belletmen
yok, yemekler nefis, hele ki muzlar?
Bir ara şalter attı bende. Evde tek başına bağırıyorum: Bu
ne lan? Bu ne? Kafamı ellerimin arasına
aldım, durumu kavramaya çalışıyorum. Çimdik atıyorum kendime, rüyadaysam
uyanayım diye zira bu tarz yaşamların sonrası çok daha acı oluyor, hazdan çok
olmamışlığa özlem, yokluğa hasret ve toplamca acısı zor..
Normal koşullarda 25 kişinin uyuduğu ortamda korkudan bizi titreten
bir psikopat bizi kaldırır, sabahın köründe masanın başında ders çalışıyormuş
gibi yapmaya zorlardı. Saatimiz dolunca sıraya geçer askeri intizam içerisinde
kahvaltıya doğru sıra şeklinde yol alır, yemek sırasına girerdik.. Okulun zili
çalar, derse.. Teneffüsün zili çalar, telli sahaya. Son ders zili çaldığında da
önce etüt sonra telli saha sonra etüt, yemek telli saha etüt ve yatma. Zil sesleri
ve saatler arasında son derece disiplinli bir yaşam içerisinde özel en ufak bir
detayı olmayan askeri okuldan beter düzende bir yaşamdan birden muzların olduğu
kolaların su gibi aktığı cennete doğru yaşama geçiş.
Seri katilin sakinliğinde dünyanın en uysal çocuğunu ebeveylerim sülaleye sergilerken rol yapmıyordum. Daha çok o yabancılığın dondurduğu bir
yaşamın arasında kendimi dinlendiriyordum. Önemsememezliğin ya da Camus'vari bir yabancılığın umursamazlığı. Dışarıdan gelmiş acınacak çocuk olmanın
özgürlüğünü de sonuna kadar kullanmış ve her şeye iznim varmışçasına karıştırmaya
başladım büyük bir merakla. Videoyu bozdum, x’i yanlış yaptım c’yi kırdım
derken babam sert yüzünü gösterdi. Bağırdı, çağırdı, korkuttu ki korkarlardı babamdan herkes.
Bir şey demedim. Sustum. Korktuğumu düşünenlerin kafasındaki
çocuğu sevdim. Bu dünyada her şey ne kadar naif. Babam bana bağırır, ben ona acırdım içimden. Normal koşullarda
yine bir insan burada anını sorgulamaz, durumun vehametini yaşar, ben ise kendi
dünyama dalmıştım yine. Bilse ki oğlu sene içerisinde yaşadığı cehennem
içerisinde bu gibi ayrıntılarla korkutulamaz, sindirilemez ya da yanlışı bu
şekilde kavrayamaz?
Bilecekti bir başka sinir krizi geçirdiği esnada..
Bilecekti bir başka sinir krizi geçirdiği esnada..
Babam benim futbolu sevmemi sevememişti hiç. Bazen sadece bir şeyi çok fazla sevmemi
sevmediğini de düşünmüşümdür, bugün dahi öyle olabilir diyorum. Bazen çok istediğim bir şeyi "amaan olmasa da olur" havasında dile getiriyordum sorun çıkmasın diye. Nihayetinde garip
nedenlerle beni futboldan uzak tutuyordu. Oysa ben futbol için yaşıyordum o
dönemde. Hayatımda yaptığım en iyi ki şeyden birisi o dönem buydu: Kavga etmek
ve futbol oynamak.
Köyün takımı var, antrenörü ve hatta haftada iki kez de
idmanları. Bir gün beni alır mısın dedim, aldılar. Hepsini ipe diziyordum, 30
yıllık yaşamımın en parlak günleriydi. İki antrenman arası zaman geçmek
bilmiyordu ama babam da yavaş yavaş bu antrenmanlara karşı nefretini açığa
çıkarmaya başlıyordu. Gitmeyeceksin dedi, sessizce dinleyip gitmeye devam
ettim. O bir şeyler derken o yaşta ben durumu idare ediyordum onun adına,
farkında değildi. Gizli gizli gitmeye devam ederken sonunda benim çok sevdiğim
antrenörüme gidip beni bir daha almaması için onunla konuştu. Daha doğrusu
almanca anlamıyordum ama bana söylediği buydu ben o büyük patlamayı yaşamadan
önce.
“Antrenörünle konuştum, bir daha seni antrenmanlara
almayacak..”
Sonrasını duymadım zaten. “Sen kimsin” ilk çıkan söz oldu
ağzımdan. Sen kimsin de benim diye başladım saydırmaya ki içimden o kıvama
geldiğimi gördüm. Rahatlıyordum zira o sessiz dönemde ne biriktirmişsem hepsini
bir anda dışa vuruyordum ve fakat kendimden geçmiş bir halde. Değil en ufak bir
korku daha çok yeteri kadar onun üzerine gidemediğim için endişe zira araya
insanlar geliyor. En son mutfakta bıçağı elime geçirmişim ki iş büyüdü..
Antrenmanlara da gittim. Futbol da oynadım. İğneleyici
lafları oldu ama bir daha karışma hakkını kendinde göremedi. 10 yıllık
yaşantıda toplamda 8 ay gördüğüm bir insanın bana karışmaya ne hakkı vardı?
Matematiğim hep iyiydi, sorun da biraz bundan kaynaklandı hep zira hesabı ben
çocuklukta tuttum büyüyünce faiziyle kestim hepsine. İntikam filan komik şeyler, öyle denk geldi diyelim.
O günlerde antrenmana oynamak için gittim, yıllar sonra
yazmak için..
*Tüm bunları Kafka'nın "Dönüş" hikayesini okurken akla gelen "dönüşüm" hikayesinin içerisindeki o tasvirin beni çocukluğumda ilk satırlarda anlatılan o yabancılaşma anına götürmesi sonucu..
Senin uzakta olman ile uzaklaşman arasındaki ince çizgidir isyan. Lakin bir çoğumuz o dönemlerde plastik top peşinde koşarken saydığımız Alman, İtalyan futbolcularla kurduğumuz yakınlığı Baba ile kuramadık. İsyan etmedik mi ? ettik, ama ne takıma girebildik sonrası ne antremana...
YanıtlaSilYazının güzelliği apayrı, ama İsyana teşvik ediyor. Bu da güzel yanı, Tebrikler...