17 Şubat 2018
Once Upon a Time
Çocukluğumda sinemanın farklı anlamları oldu. Her şeyden önce biz gidemiyorduk yatılı öğrenciler olarak. Her pazartesi arkadaşların sinema içerikli muhabbetlerini dinlemek farkımızı ortaya koyuyordu. Biz duvarlar arasına sıkışmış ve özgürlükten yoksun, onlar ise özgür, sosyal ve gezgin. Bunu bize hatırlatan ise sinemaya gitmek oluyordu. O günlerde yurt dışında bir yerde herhangi bir etkinlikte bulunmak o kadar önemliydi ki.. Okula başlayasıya kadar köyümden Balıkesir'in merkezine -yani şehre- dahi gitmemiş bir çocuk olarak böyle şeyler inanılmaz çekici geliyordu yurdun duvarları arasında cirit atarken..
Biliyor musunuz bu yaşamda kızlar konusunda ilk defa ortaokul yıllarının başında işler iyiye gitmişti. İki yıldır her hareketi gözlenen platonik aşk yaşadığım kız bana arkadaşıyla haber yolladı. Hiç unutmuyorum merdivenleri ışık hızıyla çıkıp soluk soluğa yanına gittiğim anı. Sınıf kapısının hemen arkasında bulunan askılıkların olduğu yerde duvara yaslanmış, bir ayağını kaldırmış vaziyette beni karşısına aldı. Gözleri kocamandı ve o büyük gözlerini sonuna kadar açmış bir şekilde bana bakıyordu. Bak aradan geçmiş bilmem kaç yıl, o an zihnimde çakılı kalmış. Çünkü onu o şekilde izlemek bile çok büyük lükstü o yaşamda. İlkokul bittiğinden bu yana görüşmemiştik.
ve dedi ki 'Cumartesi öğlen Fil Pizza'ya gelir misin?'
İlk başta evet dedim. Hayatımda o zamana kadar dışarıda herhangi birisiyle görüşmemiştim. İlkokul bitmiş, ortaokul öncesi İngilizce hazırlık dönemiydi. İzmir'inin en önemli caddesi olan Kıbrıs Şehitler'de yer alan Fil Pizza'yı ben hariç herkes biliyordu. Ben bilmiyordum. Orası neresi? Çok daha önemli olan sorun ise oraya ben nasıl gideceğim? Para? Yok. İzin? Yok. Fil Pizza neresi? Bilmiyorum. Birkaç aksilik daha üst üste gelince cuma günü yanına gidip 'hayır gelemem' dedim. Elbette nedenlerini de söyleyemedim. Dışarıya bizi bırakmıyorlar asla diyemezdim. O da bu 'çıkma teklifini' hayır olarak algıladı filan. Sonrası çok da sorun olmadı çünkü ilkokul beşte aynı sınıfta olduğumda ateşlenmişti her şey. Hazırlıkta farklı sınıflardaydık ve o senenin başı daha çok geçmişten gelen bir şeydi. Yaşamda kaçırdığım onca ilişkilerin de başıydı belki de.
Sonra sürekli yurtlardan kaçtım. Uzunca süre Fil Pizza'ya gidip yine hayatımda ilk kez mayonezli ketçaplı parça pizza yedim. Mutlu oluyordum bu salak eylemi yapmaktan. Sonra sürekli filmler izlemeye sinemaya gittim tek başıma. Bunu o kadar çok sık yaptım ki.. O dönem Kemeraltında Şan sineması yeni açılmıştı. Sadece Konak meydanındaki Çınar ve kordon'daki Karaca (İzmir) sinemaları vardı benim güzel memletimde. Şan aynı yere üç tane sinema birden açtı. Ve ben bazen öyle sık gidiyordum ki o üç filmi de izlemiş ve tekrardan birisini seçerek ikinciye giriyordum. Seanslar yetişemiyordu tek başıma başladığım sosyalleşme girişimlerine.
Önceleri hiç yapamadığımız o pazartesi muhabbetlerine katılma isteği ve sosyalleşme çabasıyla gitmeye başladım ama sonra başka bir şeyi keşfettim. Yaşam gerçekten o dönem zorluydu ve sinema en azından bana üç saat boyunca başka bir dünyayı sunuyordu. Her yer karanlık oluyor ve ses öyle bir hükmediyordu ki ortama.. En kötü film dahi en azından yine o dönemin çocukluğunu içerisine alıyordu. Sinema kaçıştı ama aynı zamanda her zaman elimin altında bulunan mutluluktu. Sabah içilen kahve gibi.. 'en azından üç saat' beni farklı dünyalara götürüyordu. Unutmak bazen mümkün değildi ama o dönem en çok ihtiyacım olan şey içerisinde yaşadığım dünyayı birkaç saatliğine unutmak..
Bugünlerde de kitap..
Eskiden klasikler, enteresan romanlar, siyasi içerikler, felsefe ve dil açısından belli ölçüde nitelik kaygısı taşıyarak seçimler yapıyordum. Artık çok şey önemli değil. Bakılan tek nokta içeriği beni kendisine çekerek gündelik yaşamdan koparabilir mi? Polisiye dahi olur, o derece. '10 maddede hayatın anlamı' tarzı gerzek kişisel gelişim kitapları hariç her şeyi okuyabilirim. Akıcı bir roman olabilir ya da çok sevdiğim yazara dair beni heyecanlandırıp içine gömecek biyografiler, içerikler v.s.
Hayat kurtarıyor desek yeridir. Enteresandır, bazı kitapların içerisine girmekte zorlanıyorum. Yarıda bırakmak gibi bir huyum olmadığından ısrar ediyorum üzerinde. Okuma esnasında çok sık mola veriyorsunuz haliyle. İşte tam bu zamanlarda sık sık okuduğum içerikten kopuyor ve çok şeyi sorgulamaya başlıyorum. Başka bir insan çıkarıyorum içimden ve başka bir hikaye yazıyorum bizzat yaşanılanların üzerinden. İşte o zaman kendimden nefret etmeye başlıyorum. Dışarıdan bir başkası olarak kendime baktığımda büyük hatalar yaptığımı görüyor ya da daha doğrusu anlıyorum.
Görüyor ama yapamıyordum kendime ait doğruları. Artık zamanla gelişiyorum. Okumaktan sıkıldığım kitapların bana verdirdiği zorunlu aralarda sürekli yaşamımı sorgulayarak doğruları yapmaya başladım. Daha az konuşuyorum. Daha az telefonlara çıkıyorum. Daha az diğerlerin bana hiçbir fayda getirmeyecek olan problemleriyle ilgileniyorum -hatta bugünlerde hiç ilgilenmiyorum- Daha kendi içime, daha doğru, daha dingin, daha huzur..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder