9 Aralık 2021

TEKNİK DİREKTÖR OLMAK İSTEMEMİŞTİ



Aralık 2019'da Fitbol Dergi için yazılmıştı.


AMATÖR LİGLERİN BÜYÜK GOLCÜSÜ OLAN DANİEL FARKE GOLLERİYLE HAYAT VERDİĞİ TAKIMA ZOR ZAMANINDA GİTMEK ZORUNDA KALDI. HER ŞEY BUNUNLA BERABER BAMBAŞKA BİR HİKAYENİN BAŞLANGICI OLDU


1976 doğumlu olan Daniel Farke amatör liglerin büyük golcüsüydü. Borussia Dortmund formasıyla ellili yıllarda goller atan dedesinden kalan mirastı golcülüğü. 2000li yılların başında amatör liglerde her sezon 20 gol barajını geçen golcü futbolcu özellikle Lippstadt formasıyla zirveye çıktı. Bir sezonda 28 gol attı. Şehrin gözbebeği oldu ama oraya yardımı bununla da sınırlı kalmayacaktı. Farke’nin futbolu bıraktıktan sonra amacı sportif direktör olmaktı. Bu hayalinin gerektirdiği koşullardan birisi antrenör lisansı almaktı ve bir dönem formasını da giydiği Padeborn’da “ekonomi” eğitimi görerek kendisine iyi bir temel inşa etme sürecine girmişti bile çoktan. Gelin görün ki golleriyle bir dönem hayat verdiği o küçük Lippstadt takımı zor günler geçiriyordu. Hiçbir çalışanına para veremez durumda iflasın eşiğine gelmişti. Antrenör ayrıldı, sportif direktör ayrıldı ve kulüp düşme potasında iken Farke’yi yardıma çağırdı. O sadece “Sportif direktör” olmak istiyordu ama kulüp gerçekten çaresizdi. Daniel Farke kulübün hem sportif direktörü hem de istemediği halde teknik direktörü oldu. Gerçekte ise her şeyi oldu. Guardian’a verdiği röportajda Alman teknik adam şöyle anlatıyordu o dönemde var olan görev içeriğini “Küçük kulüpte her şey size kalıyordu. Bütün oyuncularla olan sözleşmelerden, otobüs firmasıyla olan görüşmelerden tutun da takıma gelecek yemek firmasıyla anlaşmaya kadar her şeyi siz yapmak zorundaydınız. O getirilen içecekleri yukarı ya da aşağı götürmek dahi size kalıyordu. Başka işlere zaman yok denecek kadar da azdı. “ Teknik adamlık aslında planları arasında dahi yoktu. Tüm bu karmaşa içerisinde akademiden mezun olurken en iyi üçüncü dereceyi yapmayı dahi başardı. İngiltere kulüplerinde “menajer” başlığı altında her ikisi de gerçekleşiyor belki ama Almanya’da bu iki meslek birbirlerinden net bir çizgi ile ayrılıyor. Öyle veya böyle gelecekte yapacağı “menajerliğin” en alt seviyede karşılığını daha kariyerinin başında yapmaya başlamıştı Daniel Farke. Golleriyle hayat verdiği takıma bu kez her şeyi olarak en aşağıdan yukarıya doğru kaldırma görevi verilmişti.

LİPPSTADT’IN KURTARICISI

Düşme potasından aldığı takımı hızlıca yukarıya çıkardı. Bunu yaparken de çok iyi yetenekler keşfetti. Misal sıfırdan yarattığı Manuel Eckel 33 maçta attığı 40 gol sonrası amatör liglerde bunu başarmasına rağmen Almanya’nın en çok okunan spor dergisi olan Sport Bild’e iki tam sayfa içerik oldu. Düşme korkusu yaşayan takım daha sezon bitmeden bir üst lige çıkmaya 7 puan yaklaşmıştı. Bir sonraki sezon zirveye oynadı ve şehir bölgesel lige çıkma umuduyla heyecanlandı. Farke öyle kabul görmüştü ki Lippstadt takımına sponsor olan markalar sadece tek bir kural koyuyordu “Daniel Farke buradaysan anlaşma geçerlidir”. 2011-12 sezonuna iyi giren Lippstadt kimsenin beklemediği şekilde bölgesel lige adımını bu şekilde attı. 13 aydır yenilmeyen takım 87 puan topladı. Golleriyle ayakta tuttuğu takımı bu kez zor durumda taşın altına elini koyarak küçük çaplı bir mucize gerçekleştirip yukarıya taşıdı. Almanya’nın dördüncü ligine giriş yapan Lippstadt artık Almanya Kupası’nda dahi vardı. İşte tam bu noktada bir dönem dedesinin goller attığı takımı Borussia Dortmund ona kancayı taktı. Öncülü David Wagner Huddersfield’e gidince ondan boşalan koltuğa Dortmund ikinci takım teknik direktörü olarak Daniel Farke başa getirildi. Üstelik David Wagner takımı düşme potasında bırakmıştı. 15.sırada iken başına geçtiği Dortmund’un ikinci takımını önce dördüncü ve akabinde ikinci yaparak ciddi bir gelişim gösterdi. Onun yönettiği Dortmund’un ikinci takımı yaklaşık iki yılda yalnızca üç maç kaybetti.

METODOLOJİST

Farke kendisini uzun süreli iş yapacak metodolojist bir teknik adam olarak görüyordu. Dortmund’un ikinci takımının da Thomas Tuchel’in çalıştırdığı A takımına eklenmesi gerektiğini düşündüğü için onun felsefesini yakından takip edip hem kendisiyle hem de ortaya koyduğu futbol felsefesiyle iyi bir ilişki kurdu. Sonuçlar her ne kadar iyi olsa da Farke sonuçların takımın felsefesi ve prensiplerinin önüne geçmemesi gerektiğini öne sürerek Dortmund’un sadece ikinci takımının teknik direktörü değil aynı zamanda büyük bir yapının önemli bir parçası olarak kulübe hizmet etti. Bu yakınlaşma sonucu Tuchel’in pozisyona dayalı hücum futbolu Favre’nin temel felsefesi haline de geldi. Norwich City menajeri Stuart Webber yeni teknik arayışı içerisinde Farke’yi derinlemesine incelemiş ve Dortmund’un ikinci takımına oynattığı pozisyona dayalı dominant futbolundan etkilenmişti. Daha önemlisi Webber Alman teknik adamı kulübe bir futbol kimliği kazandırması adına tercih ettiğini açıklaması oldu. Özellikle genç oyuncuları geliştirme konusunda Farke’nin yarattığı farkı da gören Webber için teknik adam tartışması son bulmuştu. 2015’de geldiği Dortmund’un ikinci takımından 2017 Mayıs ayında ayrılan Farke ise hiçbir zaman istemediği teknik adamlık mesleğinde hızlı bir ilerleme kaydederken aynı zamanda çok istediği sportif direktörlük işini de kısmen yapabileceği İngiltere’nin yolunu tutmuştu. Bu uğurda çok da öncesinde gelen Stuttgart A takım teknik direktörlüğünü de reddetmişti.

DOMİNANT FUTBOL

“Geriye çekil, ikinci topları kazan ve kazandığın topla hızlı hücum. Bu benim felsefem olamaz. Elbette kapalı savunmaları açmak zor ama iyi takım ile çok iyi takım arasındaki farkı da bu belirler. İyi değilsek geriye çekilip ikinci topların peşinden koşmaktansa daha iyi hücum etmeliyiz, benim felsefem budur” diyordu Farke. Norwich City ile sıkı bir yarışın içerisine de bu şekilde girdi. Bir yandan Bielsa’nın çalıştırdığı Leeds, diğer yandan Sheffield United gibi önemli rakipler varken Farke’nin hedefi sonuçlar değil oynatacağı felsefe oldu. Leeds United’ın Bielsa ile üçüncü olup 73 gol attığı ortamda Norwich City sezonu şampiyon olarak tamamlarken tam 97 gol atmış ve sadece 46 maçın 6’sını kaybetmişti. Lippstadt takımında nasıl ki 40 gollü gol kralı çıkardıysa burada da Pukki 30 gol atarak gol kralı olmuştu. Eski golcü olan Farke şüphe yok ki golcülerle iyi anlaşıyordu. Nihayetinde küçük bir kasaba takımından Premier Lig takımının menajeri olan Farke bu hikayeye gönülsüz başladığını itiraf etmekten de çekinmiyor. Belki sonuçlar onu takip etse de ne zorlu Championship yarışında ne de Manchester City önünde ilkelerinden taviz verip kontra futbolunu değil dominant ve pasa dayalı hücum futbolunu seçti. Belki ona Championship şampiyonluğu sonucu Premier Lig kapılarını açtı ve belki de bu futbol onun burada tutunamama sebebi olacak ve fakat Daniel Farke bildiğini yapmaktan geri durmayacak gibi gözüküyor.

24 Şubat 2020

DERBİ POZİSYON ANALİZLERİ



1- 0:24 saniye!

Gatasaray'ın ilk etkili atağı. Burada en büyük hata Jailson'un partneri Serdar Aziz'e gereksiz yakınlığı oldu.  Seri burada muhteşem bir şekilde kaçan Onyekuru'yu görüyor. İsla'nın ona yetişememesi kadar Jailson'un yerleşim hatasının da Onyekuru'ya avantaj sağladığını söyleyebiliriz.  Elbette bu pozisyonu doğuran diğer iki temel etken ise Onyekuru'nun hızı ve Seri'nin akıllı pası!



2- 03:12 

Ozan Tufan'ın net bir şekilde yerleşim hatası yapması hatalar zincirini başlatıyor. Öncesinde de top Muslera'dan başlıyor. Hızlı gelişen bir pozisyon da değil. Tam bu noktada Marcao merkezde boş pozisyonda duran Belhanda'yı görüyor. 



Serdar Aziz zorunlu olarak yerini terk edip Belhanda'ya müdahale ediyor ama başarısız oluyor. Üstelik geride bıraktığı boşluğa da Onyekuru muazzam bir koşu gerçekleştiriyor ve karşı karşıya net pozisyon doğuyor. Hatanın büyüğü Ozan'ın küçüğü ise başarısız müdahelesi nedeniyle Serdar Aziz'in.. "Gustavosuzluk" hiç bu kadar görünür olmamıştı.


3- 04:21 

Seri muhteşem bir maç çıkardı ve fakat gerçekte yine savunma önünde iki önemli top kaybı yaptı. Bunlardan birisi budur. İkincisi ise 10:41'de gerçekleşiyor. Eğer Fenerbahçe orta sahası biraz daha presçi ya da hakemin maç boyu gösterdiği faul standardı biraz daha yüksek olsaydı en az bir golü yedirmiş olacaktı. 



4- 06:18

Tolga Ciğerci'nin kararsız kaldığı anlar.  Önce merkezde boşlukta geziniyor ve sonra "sol bek" kontrolünde olması gereken Feghouli'nin peşine takılıyor.  Cezayirli oyuncu içeriye koşu yapıp olması gerektiği gibi onu takımın sol beki Hasan Ali Kaldırım markaja aldığında ise..


bir de ne görsün? Asıl tutması gereken adam Mariano bomboş vaziyette topla buluşuyor. Arkasından koşuyor ama Mariano ortayı çoktan kesmiş oluyor Falcao'ya. Eğer orta birazcıcık daha iyi olsa skor gelmişti çoktan. 

13:29 


Fenerbahçe'den beklenen ve fakat Galatasaray'ın zaman zaman çok iyi yaptığı ön alan presi! Burada topu kapıyor ve atak gelişiyor lakin Dirar tekrardan topu rakibine kazandırıyor. 

13:44 

Tam bu noktada GS ne yapıyor? Geriye çekilmek yerine topu kaybettiği noktada yeniden presi yapıyor ki ecnebiler buna "gegenpressing" diyor işte.. Devamında yine topu kazanıyor GS. Kim ile? Seri ile.. Sadece şu preste iki kez sahipsiz top kazanıyor maçın en iyilerinden olsan Jean Michael Seri!

17:23 

Penaltı öncesi pozisyon alımı. Burada son derece akıllı hareket eden isim Max Kruse. Seri'nin Ozan'a gidip Belhanda'nın bir tık geride kalmasının avantajını iyi kullanıyor. 

17:34 

Penaltı bu pas sonrası gelişiyor. Sizce hata kimin? Sol kenarda  Seri'nin varlığı tartışılır. Artık forvetleşmiş olan Kruse'ye Galatasaray stoperlerinin mesafesini ayarlayamaması da benzer şekilde büyük hata. Bir stoper top ayağında olan oyuncuya gereğinden fazla  yaklaşırken diğeri de pas alacak olan Kruse'ye uzak duruyor. Sonuç penaltı.


23:54

Başarısız Fenerbahçe Presi!

Galatasaray oyun kurarken hemen herkesin beklediği Fenerbahçe presi başlıyor. Lakin böylesine yüksek pres içerisinde olan Fenerbahçe'de eksik olan şey en çok baskı yapılması gereken oyun kurucu Seri'nin bomboş bir şekilde bırakılmasıdır. Sebebi de şu: Tolga Ciğerci kenarda bekliyor Feghouliye baskı yapması gerektiği noktada. Tolgay Arslan ise Seri'ye gidecek ama Feghouli boşta kaldığı için gidemiyor. Peki sonuç? Galatasaray baskıdan muazzam paslaşma ile çıkıp Saracchi'nin kötü ortasıyla bitse de iyi bir atak geliştiriyor!

33:34!

Galatasaray kendi sol kenarından tehlikeli bir frikik kullanıyor. Lütfen resme iyi bakın. Onyekuru'yu tutan isim Tolga Ciğerci. (Bana göre maçın en kötü 2 futbolcusundan birisi). Herkes ileri giderken Onyekuru birden geriye çekiyor kendisini.

33:38

Eğer top Ozan Tufan'a çarpmasa gol. Çok basit ama olabilecek en kötü hata geliyor Tolga Ciğerci'den.. Tek yapması gereken adamını tutması gerekirken öyle bir dalıp gidiyor ki..  Burada golün gelmemesi tamamen şans.. 

39:24

Galatasaray'ın kornerden gelen golü gerçekten enteresan arkadaşlar. Takımlar korner kullandıkları zaman hücumda içeriye genelde en az 5 adam ile girerler. Son günlerin modası ise içeriye 6 adam sokmak oldu ki çok başarılı oluyorlar böyle yaptıklarında. Gladbach ise 7 adam sokup ilk korner golünü atmıştı. Burada ise Galatasaray içeriye 4 ADAM koyuyor sadece. 4! Lakin çok iyi bir plan var burada. Donk'u gayet de iyi savunmacı ve kafacı olan Serdar Aziz savunuyor. 



Plan ise Feghouli üzerinden işliyor. Orta geldiğinde Feghouli'nin tek amacı Donk'un markajcısını perdelemek ve ona alan açmak.. Öyle de oluyor. Donk iki kolunu da açmış Feghouli'nin yarattığı perdelemenin üzerinden sıçrayıp golü atıyor ve Serdar'ın ona yaklaşma şansı dahi olmuyor. Gerçekten 4 adamla böylesine net bir plan kurmak büyük iş!!



ÖZETLE: Fenerbahçe iyi çalışmamış. Galatasaray'ın belli başlı defoları olduğu halde bunun üzerine gidecek plan yetersiz. Tolga Ciğerci çok dağınık, Tolgay Arslan çok naif ve Ozan Tufan ise çok yetersiz kalmış çok yerde. Galatasaray'da ise Seri-Onyekuru işbirliği muazzam işlemiş. Pres konusunda çok başarılı olmuşlar. Hem duran top hem saha içi parselizasyonu gibi pek çok konuda rakibinden çok daha iyiydi. Durdurulamayan adam Seri olurken Jailson'ın hataları, merkezin olabildiğince savruk savunması ve gereksiz agresyon sonucu atılan oyuncular..


GS haklı bir galibiyet aldı. 





17 Şubat 2018

that's it


Waldeinsamkeit


Wald: Orman

Einsamkeit(aynzsamkayt): Yalnızlık

Bu güzel Almanca kelimeyi sıklıkla ormanda yalnız olma/kalma, doğayla başbaşa olma hissi olarak çevirirler, çok doğru değildir.

Gerçekte şudur: Ormanda doğayla başbaşa kaldığında kendi yalnızlığınla yetinme ve bununla mutlu olma hissidir. Başka bir şeye ihtiyaç duymamaktır da aynı zamanda.

Bu arada 'dünya kediler günü' kutlu olsun.

Once Upon a Time



Çocukluğumda sinemanın farklı anlamları oldu. Her şeyden önce biz gidemiyorduk yatılı öğrenciler olarak. Her pazartesi arkadaşların sinema içerikli muhabbetlerini dinlemek farkımızı ortaya koyuyordu. Biz duvarlar arasına sıkışmış ve özgürlükten yoksun, onlar ise özgür, sosyal ve gezgin. Bunu bize hatırlatan ise sinemaya gitmek oluyordu. O günlerde yurt dışında bir yerde herhangi bir etkinlikte bulunmak o kadar önemliydi ki.. Okula başlayasıya kadar köyümden Balıkesir'in merkezine -yani şehre- dahi gitmemiş bir çocuk olarak böyle şeyler inanılmaz çekici geliyordu yurdun duvarları arasında cirit atarken..

Biliyor musunuz bu yaşamda kızlar konusunda ilk defa  ortaokul yıllarının başında işler iyiye gitmişti. İki yıldır her hareketi gözlenen platonik aşk yaşadığım kız  bana arkadaşıyla  haber yolladı. Hiç unutmuyorum merdivenleri ışık hızıyla çıkıp soluk soluğa yanına gittiğim anı. Sınıf kapısının hemen arkasında bulunan askılıkların olduğu yerde duvara yaslanmış, bir ayağını kaldırmış vaziyette beni karşısına aldı. Gözleri kocamandı ve o büyük gözlerini sonuna kadar açmış bir şekilde bana bakıyordu. Bak aradan geçmiş bilmem kaç  yıl, o an zihnimde çakılı kalmış. Çünkü onu o şekilde izlemek bile çok büyük lükstü o yaşamda. İlkokul bittiğinden bu yana görüşmemiştik.

ve dedi ki 'Cumartesi öğlen Fil Pizza'ya gelir misin?'

İlk başta evet dedim. Hayatımda o zamana kadar dışarıda herhangi birisiyle görüşmemiştim. İlkokul bitmiş, ortaokul öncesi İngilizce hazırlık dönemiydi.  İzmir'inin en önemli caddesi olan Kıbrıs Şehitler'de yer alan Fil Pizza'yı ben hariç herkes biliyordu. Ben bilmiyordum. Orası neresi? Çok daha önemli olan sorun ise oraya ben nasıl gideceğim? Para? Yok. İzin? Yok. Fil Pizza neresi? Bilmiyorum. Birkaç aksilik daha üst üste gelince cuma günü yanına gidip 'hayır gelemem' dedim. Elbette nedenlerini de söyleyemedim.  Dışarıya bizi bırakmıyorlar asla diyemezdim.  O da bu 'çıkma teklifini' hayır olarak algıladı filan. Sonrası çok da sorun olmadı çünkü ilkokul beşte aynı sınıfta olduğumda ateşlenmişti her şey. Hazırlıkta farklı sınıflardaydık ve o senenin başı daha çok geçmişten gelen bir şeydi. Yaşamda kaçırdığım onca ilişkilerin de başıydı belki de.

Sonra sürekli yurtlardan kaçtım. Uzunca süre Fil Pizza'ya gidip yine hayatımda ilk kez mayonezli ketçaplı parça pizza yedim. Mutlu oluyordum bu salak eylemi yapmaktan. Sonra sürekli filmler izlemeye sinemaya gittim tek başıma. Bunu o kadar çok sık yaptım ki.. O dönem Kemeraltında Şan sineması yeni açılmıştı. Sadece Konak meydanındaki Çınar ve kordon'daki Karaca (İzmir) sinemaları vardı benim güzel memletimde. Şan aynı yere üç tane sinema birden açtı. Ve ben bazen öyle sık gidiyordum ki o üç filmi de izlemiş ve tekrardan birisini seçerek ikinciye giriyordum. Seanslar yetişemiyordu tek başıma başladığım sosyalleşme girişimlerine.

Önceleri hiç yapamadığımız o pazartesi muhabbetlerine katılma isteği ve sosyalleşme çabasıyla gitmeye başladım ama sonra başka bir şeyi keşfettim. Yaşam gerçekten o dönem zorluydu ve sinema en azından bana üç saat boyunca başka bir dünyayı sunuyordu. Her yer karanlık oluyor ve ses öyle bir hükmediyordu ki ortama.. En kötü film dahi en azından yine o dönemin çocukluğunu içerisine alıyordu. Sinema kaçıştı ama aynı zamanda her zaman elimin altında bulunan mutluluktu. Sabah içilen kahve gibi.. 'en azından üç saat' beni farklı dünyalara götürüyordu. Unutmak bazen mümkün değildi ama o dönem en çok ihtiyacım olan şey içerisinde yaşadığım dünyayı birkaç saatliğine unutmak..



Bugünlerde de kitap..

Eskiden klasikler, enteresan romanlar, siyasi içerikler, felsefe ve dil açısından belli ölçüde nitelik kaygısı taşıyarak seçimler yapıyordum. Artık çok şey önemli değil. Bakılan tek nokta içeriği beni kendisine çekerek gündelik yaşamdan koparabilir mi?  Polisiye dahi olur, o derece.  '10 maddede hayatın anlamı' tarzı  gerzek kişisel gelişim kitapları hariç her şeyi okuyabilirim. Akıcı bir roman olabilir ya da çok sevdiğim yazara dair beni heyecanlandırıp içine gömecek biyografiler, içerikler v.s.

Hayat kurtarıyor desek yeridir. Enteresandır, bazı kitapların içerisine girmekte zorlanıyorum. Yarıda bırakmak gibi bir huyum olmadığından ısrar ediyorum üzerinde. Okuma esnasında çok sık mola veriyorsunuz haliyle. İşte tam bu zamanlarda sık sık okuduğum içerikten kopuyor ve çok şeyi sorgulamaya başlıyorum. Başka bir insan çıkarıyorum içimden ve başka bir hikaye yazıyorum bizzat yaşanılanların üzerinden. İşte o zaman kendimden nefret etmeye başlıyorum. Dışarıdan bir başkası olarak kendime baktığımda büyük  hatalar yaptığımı görüyor ya da daha doğrusu anlıyorum.

Görüyor ama yapamıyordum kendime ait doğruları.  Artık zamanla gelişiyorum. Okumaktan sıkıldığım kitapların bana verdirdiği zorunlu aralarda sürekli yaşamımı sorgulayarak doğruları yapmaya başladım. Daha az konuşuyorum. Daha az telefonlara çıkıyorum. Daha az diğerlerin bana hiçbir fayda getirmeyecek olan problemleriyle ilgileniyorum -hatta bugünlerde hiç ilgilenmiyorum- Daha kendi içime, daha doğru, daha dingin, daha huzur..

16 Şubat 2018

OK! but first, Coffee


Her şeyin dibe vurduğu, anlamsızlaştığı ve zorlaştığı zamanlarda dahi  diyorum ki en azından sabah kalktığımda gün henüz yeni yeni ağarırken içtiğim ilk kahvenin tadı var.

13 Şubat 2018

..


Regina Spektor - Hero



"ben bu hikayenin kahramanıyım, kurtarılmaya ihtiyacım yok "

13 Şubat



Bazen şöyle 'depresyonun birinci günü' filan diye not tutabilseydi keşke diyorum. Ergen genç kızların günlüğüne dönerdi muhtemelen ama insan öyle bir ruh hali içerisinde her şeye dönüşebilir.

Bu arada iyiyim, daha iyi.

Yaşamımdan çıkardığım insanların  bunda payı yüksek. Enteresan olan kısmı herhangi bir insanı aramadığınız gibi size kattıkları hiçbir şeyin olmadığını daha iyi görüyorsunuz. Bu bazen etkilendiğiniz bir kadın dahi olsa durum değişmiyor, kurtulduğuna seviniyorsunuz.  Varlığı gerçekte ne ki? Kafanızda yarattığınız içerikler.  Mesele daha çok genel olarak cinsiyet ayırmadan insanın diğeri ile kurduğu ilişki.

Tam da burada durmak gerekir.

Ben genelde insanlarla konuşurken ayrıntıya girer,  yoğun bir empatiyle  karşı tarafın yaşamına odaklanarak içeriye girmek isterim. İş yerinde çok sevdiğim bir arkadaşım var, benzer özelliklere sahibiz. Bağımlı olduğu bir konudan onu söylemlerle etkilemeye çalışarak kurtarmaya çalışıyorum.
Nişanlısı ile geleceği kurgulamasından kredi borçlarına ve beraber geçirecekleri vaktin öneminden ve bağımlılıklardan.. Çok şey daha.  En azından bir süre onun yaşamını yaşıyoruz.Yanımdaki beraber çalıştığım Can'ın gelecekte daha iyi bir karaktere sahip olmasının yanında donanımlı olmasın sağlayacak etkileşimlerde olması için çaba harcıyorum.

Sevgilim olduğu dönemlerde bu yüzden sorunlar yaşadığım oldu. Bazen herhangi bir insanı/olayı  ona anlatırken eğer bu kadınsa sıklıkla yanlış anlaşılıyor ve kıskançlık krizlerine neden oluyordum. Oysa biraz dikkatli analiz etse hemen her olayı ele alış şeklim birbirlerine benzer şekilde. Kısaca benim yaşama bakışım bu. Bir insanı tüm ayrıntılarıyla özel bir kişi olarak ele alıyorum. Her insan yeteri kadar yakından bakıldığında nev-i şahsına münhasır özel içeriklerdir.  Bu da bir sorun değil kesinlikle.

Yalnız burada fazla olan ben değilim, eksik olan diğerleri.

O nasıl bir iletişimliktir?

Çevremde istemeden sürekli seni sömüren ve fakat sana en ufak bir katkı sağlamayan insan ordusu yarattığımın farkında vardım.  Bunlardan en çok vaktimi çalanlardan dört beş tanesine veda ettikten sonra daha iyi hissettim kendimi. Çünkü insanlar birbirleriyle konuşmuyor, daha çok monolog halinde kendi sorunlarından bahsediyorlar ya da işe yaramaz ayrıntılardan. En nihayetinde kimse diğerine dokunmuyor. Toplamında verdiğinizden çok azını geri alıyorsunuz.

İki şey oluyor gerçekte. Ya sürekli kendi anlattıkları üzerinden bana sorular soruluyor ya da ben onların anlattıklarından sonra girdiğim dünya içerisinde sorular soruyorum.  En nihayetinde dinlenilen karamsar müziklerin ruhunuzda yarattığı olumsuzluklar gibi size kalıyor tüm dertlerin en sıkıcı detayı. Sanki anlatıp benim omzuma yükleyip çekip gidiyorlarmış gibi.

Geçen bir arkadaşım çağırdı, gitmedim. Bu son süreçte hep oluyor. Muhabbet etmek gerçekten benim gibi çok konuşan insan için dahi sıkıcı hale gelmeye başladı. Kitapların dünyasında pek de gerçek dünyada bulunmayacak titizlikte yaşanılan ince ruhları özlüyorum. Maalesef kendi yaşamım içerisinde bunlardan pek yok. Sessizliği sevmeye başladım.

Uzun zamandır aşkın yaşla ilintili olduğunu düşünürdüm. Ona duyulan inanç ancak ergenlik zamanlarında mümkün olabilirmiş gibi gelirdi. Oysa bugün görüyorum ki fizik olarak bana çekici gelmesinin ötesinde ruhsal açıdan hiçbir insana dokunamamışım ya da onlar bana. İkisi aynı anda hiç olmamış. Geriye doğru baktığımda hiçbir ilişkide 'bana vakit ayırsın' dememişim. 'onunla konuşmam gerek bu zor zamanlarda' diye bir ihtiyaç duymamışım.  'Şu zor zamanlarda sadece onunla konuşmak bana iyi gelir' diye bir cümle içimden hiç geçirmemişim. Bugün şöyle bir bakıyorum etkilendiğim insanlara..  Değişen bir şey yok.

Arkadaşlarıma baktığım zaman tek tük enteresan karakterler var. Çok az konuşmama rağmen çok iyi keşifler yapan, algısı yüksek ve kavrayışı iyi olmalarının yanında ilgilendiği detayların da güzel olduğu birkaç isim sayabilirim ama maalesef onlara ayıracak zamanım yok denecek kadar az. Biz artık belli bir noktadan sonra insan seçmiyoruz daha çok yaşam içerisinde bulunmak zorunda olduğumuz noktada denk düşen üç beş insandan birisiyle daha yakın olmak kadar özgürlüğümüz var.  Tam da bu yüzden çok daha fazla para kazanabileceğim bir başka işi reddettim. Oradaki sayı üç beş bile değil çünkü.
                       
                                     TAVSİYE!




Hemen gidip izlemeye başlayın. Netflix İspanya'nın harika dizisi. Ve bence bu dizinin en güzel sahnesi.

Güzel planlanmış bir soygun dizisi olmasına rağmen tıpkı Dr.House'da olduğu gibi yaşama dair muazzam güzel detaylar da var. İyi kurgulanmış soygun kadar fazlasıyla iyi irdelenmiş karakterler de ilginizi çekecektir.. Bir başka detay da güçlü kadınların bu dizideki fazlalığı. Öyle bir yaşamın içerisindeyiz ki bu tarz kadınları seviyorum.

İşte onlardan en güzeliyle de size veda edeyim. Kürk Mantolu Madonna'nın Puder'inden gelsin..

"Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu... Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri buna daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim."

Maria Puder

11 Şubat 2018

it is important



Müzik önemlidir.

Gerçekte ben daha çok 'estetik ortak payda' diyorum. Tam da bu yüzden dinlenilen müziğin tarzı çok önemli değil. Eğer ortak estetik payda varsa her türden müzikte kulaklığın birisi diğerine verilebilir.  Tarzların büyük oranda önemi yoktur dinlenilen müzik ya da okunan kitap ya da izlenilen film olduğunda.

Bir manzaranın güzelliğinden, bir müziğin tınısına ya da iki kelamın derinliğine kadar ortak algı her şeydir uzun süren ortaklıkta. İster sevgiliniz olsun ister ev arkadaşınız..

İnsanların yaşam yolculuğuna bir arkadaş seçme noktasında en büyük kriterler olması gerekirken bunlara çok az dikkat ediliyor. Fiziki özellikler, kariyer ve daha pek çok ayrıntı bunların önünde yer alıyor.

Haliyle  mutsuz evliliklerle dolu bir çevreye sahibiz.

Bazen dünyadaki tüm insanların aynı şekle sahip aynı işi yaptığını  hayal ediyorum.  Sadece erkek ve kız diye ayrıldıklarını düşünün.  Böyle ütopik bir dünyada ancak insanlar kendilerine doğru insanı seçme şansına sahip olurlar.

O zamana kadar şans yanınızda olsun.