27 Ağustos 2014

Charlie Chaplin & Albert Einstein


Raffael Van der Vaart ve Sabia

Ahmet Çakar bir ara dedikodusu çıkan Rafael Van der Vaart'a saldırıyordu. Elbette yine konuya hakim olmadan duyduğu bilgi kırıntılarıyla bunu yapıyordu. Pek çokları da karısını döven, en iyi arkadaşı ile aldatan olarak görüyor. Trabzonspor ile dedikodusu çıkan Van der Vaart gerçeği ve genel olarak futbolcularla ilgili bir şeyler söylemek isterim ben size.

Futbolcular aslında sıklıkla aldatan değil aldatılan insanlardır. Bir futbolcu da eşini aldatıyorsa bu Cristiano Ronaldo ve David Beckham dahi olsa ancak paralarıyla tutulan hayat kadınlarıyla mümkündür. Çünkü başka şansları yoktur. Ünlü olmalarından dolayı sıradan insanlarla ilişkileri çok hızlı bir şekilde açık edileceği gibi bunlara vakti dahi yoktur. Önlerinde iki seçenek var: Ya sürekli görüşmek zorunda kaldığı arkadaşlarının eşleri ya da Frank Ribery, Karim Benzema, Cristiano Ronaldo gibi hayat kadınlarıyla..

Kadınlar ise.. Güzeller, çalışmıyorlar ve her yerden rahatsız edilecek kadar dikkat çekiciler. Çok daha önemlisi ise eşleri yılın büyük bir bölümü yanlarında yok. Bu yüzden para ve vakte sahip çekici insanlardan pek çoğu futbolcu olan eşlerini aldatır.Benzer durum Van der Vaart için de geçerlidir.

Raffael Van der Vaart her şeyden önce aldatılmıştır, üstelik pek çok kez. Eski eşi Slyvie van der Vaart bunlardan bazılarını kabul etmiş ve fakat bir play boy'un açıklamaları sonrası iş kabul edilen aldatmalardan çok daha fazlası olduğunu gözler önüne serdi. Slyvie Van der Vaart Bild'e aktarılan detaylarda masada gördüğü yakışıklı adamı beş dakika içerisinde otel odasına atmayı başarmış. Bir pilot ile olan uzun süreli ilişkisini ise kabul edip gögüs kanseri sonrası kaybolan özgüvenini yeniden kazanmak üzere bunu yaptığını söylemişti. Kaçı doğru kaçı yanlış bilinmiyor ama dans yarışmasındaki partnerinden tutun da bilmem neredeki otelde gördüğü adama kadar bu sayının tahmin edilenden çok daha fazlası olduğu düşünülüyor. Gazetelere Van der Vaart karısına tokat attı ve Slyvie evi terk etti olarak başlayan hikayenin arka planı budur.
Başka açıdan Slyvie'nin yakın arkadaşı Türk Sabia ise bu aldatmaların bir numaralı tanığıydı zaten.

Van der Vaart 30 yaşında ünlü, zengin bir bekar olarak yaşamaktansa Khalid Boulahrouz'un eski eşi ile yeniden düzenli bir ilişkiye adım attı. Ne suçlanacak bir tavrı var aslında ne de Slviye'ye yaptığı hata. En fazla kendisinden büyük kadınlara karşı zaafı vardır der geçersiniz zira Sabia da Van der Vaart'tan 5 yaş büyüktür..




Acıların çocuğu Sabia desek yeridir. Hamburg  doğumlu  gurbetçi ailenin kızı Sabiha Engizek alkolik ve dayakçı bir babanın elinde büyüdü. Bir röportajında babasının kül tablası ile annesini ve çocukları nasıl dövdüğünü anlatıyordu. Geçtiğimiz ay  Gaziantep taraflarında gerçekleşen trafik kazasında kaybettiği ablası Zahide'nin 16 yaşında  zorla evlendirildiğinden bahsediyordu. Evlendikten sonra bir daha onu görme şansı olmamış. Aynı şekilde görücü usulü kendisinin de evlendirilmek zorunda olduğu zaman Alman devletinin kendisini ailesinden alarak kurtulduğundan bahsediyor. 

Öyle bir baba ki geçtiğimiz günlerde Raffael Van der Varth'ın kapısına elinde kağıtlarla gidip "Ben senin kayınbabanın ve artık bundan sonra senin menajerinim. Seni Türkiye'ye satacağım" diyerek kızının ilişkisinden nemalanmaya çalışmaktan gocunmayan para delisi bir adam. Khalid Boulohrouz ile olan evliliğinde ise bir çocuğu doğar doğmaz ölüyor. Ablası Zahide trafik kazasında derken pek çok gazetede atılan başlık "Sabia daha ne kadar acıya dayanacak" oluyor. 

Slyvie Van der Vaart ile olan ilişkisi ise Khalid Boulahrouz'un henüz Chelsea'ye gitmeden önce Hamburg'da oynadığı zaman başlar. İki iyi arkadaş olarak her yerde boy gösterirler. Raffael ile uzun zamandır arkadaş olsa da Hollandalı futbolcunun zor zamanlarında yanında durarak bir ilişkiye sebebiyet verdi. Bilinmeyen ayrıntılar ise  arkadaşına ihanet ederek Slyvie Van der Vaart'ın kuyusunu kazıp kazmadığı. Nihayetinde şunu söylüyor: "Van der Vaart ile olan ilişkimden bir gram bile pişmanlık duymuyorum çünkü o benim hayatımın aşkı, nokta!" 



26 Ağustos 2014

Godot'yu Beklerken / Samuel Beckett


Vladimir: Hiç terk ettim mi seni?
Estragon: Ama gitmeme izin verdin


çaycım hasta


Bugün çaycım evinde istirahat ediyor, biraz yorgun düşmüş hacı amca. "Geçmiş olsun hacı. Aman dikkat et sağlığına" derken kendime inanamadım. Yahu daha dün önünden sevgilimle geçerken az daha kavgaya tutuşacağın garip kalabalığın ruhani lideri olarak gördüğün bu hacı ile ne çabuk böyle yakın olduk? Hasta yatağından kalkıp bana yine de çay getirtti. Ben prensip sahibi ve alışkanlıklarından kolay vazgeçmeyen adam olarak o yoksa ben de çay istemem aga diyerek vazgeçmiştim çoktan.

Dün gece derbi vardı. Bir Galatasaray-Fenerbahçe maçının en güzel zamanları henüz maç başlamadan o doksan dakikayı  izleyeceğini düşünerek geçirdiğin zamanlardır. Geçtiğimiz on gün içerisinde dört farklı yere sürekli yazı yazdığım için boş günüm olan bu zamanı derbinin geleceğini bilerek keyifle geçirdim. Küçük hedefler koydum kendime. Daha az sigara, daha çok okumak ve yazmak gibi.  Irvin Yalom, Luis Ferdinand Celine ve Ahmet Şık'ın kitaplarını aynı anda okuyorum ve üçüne birden hedef yerleştirdim. Kimine 20 kimine 50 sayfa ve derbi bitmeden de bu hedeflerie varmanın keyfini çattım. Sigarayı da gün içerisinde 1.5 saatte bire indirdim.

Birbirini seven ve hatta birbirini çok seven iki sevgilide var olan tutkunun yarattığı problemlerin biraradalığa engel teşkil ettiğinden dolayı verilen aranın ikinci gününde sevgilimle konuştum. Birazdan gelecek ve sorunları yeniden konuşacağız. Ayrılmaya niyetim yok ve fakat bir şeyleri hizaya sokmalıyız. Bakalım becerebilecek miyiz?

Nihayetinde geçen her gün yaşamın ne kadar kısa olduğunu biraz daha  iyi anlıyoruz.

Bu arada yazıyorum. Hikaye, günlük ve roman. Eskiden de yazardım belki ama hiç bu kadar disiplinli bir şekilde olmamıştı. Bir kaç post aşağıda göreceğiniz Borges'in annesinden yapılan alıntıda ünlü yazar okuyarak, sahte borges ben ise  yazarak sakinleşiyorum. Ligin devre arasında bir aylığına Cunda'ya gidip romanı bitirmeyi ve o zamana kadar olan süreçte de hikayeleri toplamayı düşünüyorum. Pek çok insan pek çok nedenden dolayı yazar ve hepsi de kendince haklıdır. Ben sadece yaşamdan daha fazla keyif almamı sağlayacak dinginliği bana sağlayıp bakış açılarımı zenginleştirip şu anda sahip olduklarımla mutlu olmamı sağladığı için yazıyorum.

Bu gerçekten çok güzel..

25 Ağustos 2014

1960



karışıyorum

Uzun zaman sonra sakallarımı kestim. Hacı hocalarla çevrilmiş mahalleye isyan etmekten vazgeçip oturduğum binanın hemen altında yeni açılan çay ocağı ile samimi ilişkiler kurdum, artık. Çay konusunda bana tek rakip olacak güzel insan  Uğur Meleke gibi ben de evime çayı çaycıdan getirmeye başladım. Sadece bugün üç bardak çay geldi hacı amcadan. Yan komşu ile birbirimize iyi dileklerde bulunduk. Sakalları kestirmeye gittiğim berberde mahalle dedikodusuna karıştım. Suriye'ye eşyalarını almaya giden adam vurulmuş ama gel gör ki burada sorun o adamın 500 lira olan kirasının ödenmesi olmuş. Şaşırdım. İlk taşındığım zaman eve gelen elektirikçi, gazcı ve tesisatçı abilerin birbirlerini 30 yıldır tanıdığı ve mahalle sakinlerinin yüzde 95'inin Giresunlu olduğu bu yerde daha samimi ilişkiler olmasını bekliyordum ama öyle değilmiş. Bu sefer ben diriltmeye çabaladım mahalle kültüründe yer alması gereken o yardımlaşmayı ve berber ile beraber muhabbete karışan genç ve fakat çocuğu olan insan ile beraber hiç tanımadığım Suriye'de vurulan arkadaşın 500 liralık kirasını beraber ödeyelim teklifinde bulundum. Eğer ev sahibi zorluk çıkarırsa böyle yapacağız diyerek sinek kaydı traşla çıktım berberden.

Artık ben de bu süpermarketlerinde dini sohbetlerin olduğu mahallenin bir sakini olmuştum sanırım.

Kulakta küpe ve ağzımdan çıkan her kelime ile marjinal kaldığım bu yere öğrenci zamanlarında olduğu gibi gizlenerek değil kendimi  ortaya koyarak yaşıyorum.

Zemin kattayım ama çaycım sadece çayları getirmekle kalmıyor, "meşgul adamsın sen, sigaranı filan da çocuğa aldırırız, söylemen yeterli" diyerek başka konularda da yardım edeceğini dile getirince yine o kimsenin sallamadığı ayrıntı geldi aklıma. Berberde bir çocuk çırak olarak çalışıyor ve yaşı en fazla altı bile değil. Çaycıdaki çayı getiren çocuk ise en fazla yedi yaşında. Ne garip kimse bu durumu yıllar yılı yadırgamıyor. Ankara'daki çocuk işçiliği üzerine yazı yazan adamın da berberde ceketini tutan çocuğu hiç yadırmadığı aklıma geldi.

Bu durumun kötü olduğu gerçeğini söylemekten başka yapabileceğim tek şey bir şeyler almaya giden çocuğa biraz fazla harçlık vermek. Bu şekilde doğru mu yapıyorum iyi mi bilmiyorum. Bildiğim ise karışıyorum dışarıya doğru yeniden.

Dün Borges'in 115. doğum günüydü. Bir milat olarak aldım bunu ben. Birbrimizi çok sevdiğimiz halde biraradalığı beceremediğimiz sevgilimle de ayrıldıktan sonra geçen ilk gün zordu ama bir şekilde geçip gitti işte, hayat gibi..

24 Ağustos 2014

Robert de Niro & Martin Scorsese



İlk Yazı..


Jorge Luis Borges'in annesi anlatıyor..


"…Noel arifesiydi. Georgie bize yemeğe gelecek bir misafiri almaya gitmişti. Bekliyoruz bekliyoruz Georgie gelmiyor! Deliye dönmüştüm, derken acil servisten aradılar. Kocamla hemen yola koyulduk. Asansör çalışmadığı için çok hızlı biçimde merdivenlerden çıkmış ve açık bir pencereyi fark etmemiş, pencerenin camı başına girmiş. Yaraları hala durur. Yara dikilmeden önce iyi temizlenmediği için ertesi gün ateşi 40’a çıkmıştı. Ateşi düşmedi ve en sonunda gecenin bir vakti ameliyat olmak zorunda kaldı. İki hafta boyunca yaşamla ölüm arasında gidip geldi, başta ateşi sürekli 40-41 dereceydi; iki haftanın sonunda biraz düşmeye başlayınca, bana “bir kitap oku, bir sayfa oku” dedi. Sayıklıyor, kapıdan hayvanların girdiğini görüyordu vb. Ona bir sayfa okudum ve bana şöyle dedi: “Tamam. –Nasıl tamam? –Delirmeyeceğimi biliyorum artık, kesinkes anladım.” Eve dönünce, ilk kez bir fantastik öykü yazmaya başladı. Yıl 1938’di, demek ki 39 yaşındaydı. Kaldı ki, ona klinikte okuduğum bir sayfa Bradbury’nin Mars Yıllıkları’ndandı (sonradan bu kitaba bir önsöz yazdı). Ondan sonra, fantastik öyküler yazdı sadece, bu metinler beni biraz korkutur çünkü pek iyi anlayamıyorum onları. Günün birinde ona şöyle dedim: “Neden artık eskisi gibi şeyler yazmıyorsun?” Bana şu yanıtı verdi: “Bırak, boşver onları.” Haklıydı."

Murat Gülsoy da iyi bir Borges okurudur. Bu metni gördüğü zaman böylesine harika öykülerinin çıkış sürecinin biyolojik bir rahatsızlık olması onu hayalkırıklığına uğratmış.  Oysa Borges'e bu hikaye yakışmıyor mu? Borges'in hikayeleriyle benzer tonda değil midir?  40 derelik ateşte yatan bir çocuk "Bana bir sayfa oku" diyor ve okumayla ruhsal dinginlik kazanıyor, yeterince ilham verici ya da büyüleyici değil mi?

Öte yandan ben bu yaşamımımı kökünden değiştiren bu blogu yazmaya nasıl başladım? Bir can sıkıntısı değil mi? Aslında bir edebiyat üzerine yazılar olarak planlanmış olduğunu söylesem hayal kırıklığı yaratır mı ki? Asıl soru şu: Nedenlerin önemi ne kadar var? Tüm bu içeriği doğru ya da yanlış yapabilir mi çıkış anı..