27 Mart 2011

11 Miroslav Klose.!



9 Haziran 1978 Polonya doğumlu. Bu yüzyılın Pizarro'nun(133) ardından 120 gol ile Bundesligada en çok gol atmış futbolcusu. 107. milli maçında 61.gole ulaşarak genel listede Gerd Müller'in ardından ikinci sıraya yerleşti. Keza 14 golle dünya kupalarında da en çok gol atmış ikinci futbolcu. Pek çok rekor var.. Kırdıkça kırıyor.

İyi bir atlet ve yetenekli lakin başka şansı var mıydı? Polonya doğumlu olsa da babası Alman profesyonel futbolcu Josef Klose iken annesi Polanyalı milli hentbolcu. Daha ne oLsun ?

Rekorları kırar iken şunu aklınızdan çıkarmayın. Bu adam 19 yaşında iken maragonzluğa çırak olarka giriş yapıp çalışmaya başlamıştı bile.. 19 yaşında Christiano Ronaldo ya da Messi kaç gol sığdırmıştır sizce ? Klose'nin o dönemde futboldan umudu yok denecek kadar azdı. 20 yaşında FC Homburg takımında beşinci ligin de aşağında top oynuyordu.. 21'de Kaiseslautern takımının amatörüne geçiş yapıyor ve bugünkü konumu aslında tamamen onun karakterinin bir getirisidir. Kendi şansını kendisi bakın nasıl yaratıyor.

Olaf Marschall forması ile tribünde bekliyor ve dönemin efsane teknik adamı Rehhagel'e gidip bir kez olsun A takımı ile idman yapma şansının olup olmadığını soruyor ona. 22 yaşında bir şekilde profesyonel olup bir kaç kez sonradan oyuna giriyor ama 1978 doğumlu oyuncu tam anlamıyla 2000/01 sezonunda Lokvenc ile müthiş bir ikili olup coşuyor. O sezon ligde 16 gol atar iken gol kralı Amouroso'nun sadece iki gol gerisinde kalıyor. Bremen'de Schaaf'ın eline düşünce de belki de kariyerinin en iyi dönemini geçiriyor Klasnic'li kadroyla. O dönem Bremen'i son saniyede bugünkü kaleci Wiese'nin yakması sonucu Juventus'a elenmeseydi belki çok daha başka olacaktı onun yola devam edişi..

"Ben oyuncularla ya da teknik adam ile konuşur iken "siz" derim. Onlar "sen" diye hitap etmemi söylemedikçe bu şekilde saygı duyarım. Bayern'e ilk geldiğimde "Herr Kahn" diyordum..

Başka bir adam değil midir sizce ?

Kırılma noktası vardır aslında. Bayern'de performansı düşmüş, kadroya giremiyor ve onun sonucu milli takıma da Finlandiya maçı öncesi düşünülmüyordu. Yalnız adam öyle çalışıyor, öyle idman yapıyor ki Löw onu kadroya almaktan başka çarem kalmamıştı diyor ve çıktığı maçta çok önemli iki gol atarak tekrardan geri dönüş yapıyor, o gün bugündür de milli takımın akla düşen ilk forveti oluyor.

Ballack Frings'e saygı istedi, yedek kalamaz dedi, onca emeği var dedi. Klose, Schneider gibiler başka türlü saygıyı hak ediyor diye pası çaktı o malum tartışmada. Peki Klose ne dedi ?

"Bir oyuncu yedek kalıyorsa yapması gereken tek şey daha fazla çalışmak, çalışmak.."

Hamit'in röportajında da Klose ayrıntısına dikkat ettiniz mi ?

Umarım bir Türk kulubü onu ülkeye getirir. Atacağı gollerden ziyade karakteri nedeniyle bir ya da iki yıl muazzam bir katkı sağlar. Umudum çok olmasa da yine de bekliyorum bir şekilde..

Teknik Adam Katkısı Nedir?



Dün izledim bu maçı zira ilginç geldi bana.

Bir yanda tüm dünyaya kendisini kanıtlamış, Dortmund ve Bayern München ile olabilecek bütün kupaları toplamış, iki farklı takımla Şampiyonlar Ligini kazanan üç hocadan birisi olan Hitzfeld durur iken diğer tarafta teknik adam olarak neredeyse gittiği her yerde çuvallamış, içeride ikinci Bundesliga için dahi düşünülmeyen ve fakat dışarıda futbolculuğunun getirisi ile çeşitli kulup ve milli takımların başına geçen Loddar..

Teknik adamlar her şeyi belirleyebilseydi 32-0 maç İsviçre'nin lehine bitmeliydi ama öyle olmadı.

Bulgaristan baskılı başladı ve fakat sonradan beraberliğe razı bir şekilde İsviçre'yi kalesinde bekledi, golü yemeden maçı bitirerek Hitzfeld'e bir darbe vurmayı başardı.

Mourinho belki gittiği her kulupte başarılı olan isim olarak öne çıkıyor ama siz de hak verirsiniz ki Porto sonrası Chelsea, İnter ve Real Madrid'in bir özelliği varsa istediği her oyuncuyu alabilecek güce sahip her ligin transfer manyağı kulupler olmasıdır. O yine her yerde başarılı olurdu ama bu kadar fazla olmasının bir nedeni de budur.

Teknik adam ancak özellikle ulusal takımın başında etkisi bellidir ve ancak bir yere kadar müdahale edebilir.

Serdar Turgut'un Sansürlenen Yazısı.!



Basılmamış bir kitap ifade edilmemiş bir düşüncedir. Henüz varlığı kesin kes ortaya konulmamış, bir iddia olarak zihinlerimizde varolan örgütün olası destekçisi olarak yayımlanmamış bir kitabın peşinde düşülmesi korkutucudur. Bu iktidarı ellerinde bulunduran ve bir şekilde etkilediği insan yığını nedeniyle bunu kaybetmeyecek oluşunun bilinci ile yapılmış bir gövde gösterisi, meydan okumadır. Yanlış ya da kanun dışı olsa ne olur, ayağınızı denk alın diye haykırmanın bir başka biçimidir.

Bugün Ahmet Şık nezdinde Yıldırım Türker ve Kemal Kerinçsiz gibi birbirlerine zıt düşüncede iki insan sokakta yan yana eylemde bulunuyorsa;Saldırılan kesim bizden gayrı herkestir. Çünkü biz dediği ona bu gücü yeniden verecek ve bunu dışındakilere de merhamet göstermesinin bir önemi yoktur. O gücü kendisinde bulmasının aslı nedeni sahip olduğu kitlesine bugün saldırdığı kesimin ulaşamayacak oluşunun bilincidir. Mesele de bugün tam da budur.! AKP'nin gücü kitlesi ile arasında kurduğu dildir.

Serdar Turgut kankası Ertuğrul Özkök'e rağmen neden Hürriyet'den ayrılmıştır bilir misiniz ? AKP'nin o dönem doğan yayın grubunda onca eleştirilmesine rağmen seçimlerden birinci parti olarak çıkması sonucu yazdığı ve bugün hala geçerliliği olan içerik yüzünden. Bu yazı o dönem sansürlenmiş ve Serdar Turgut da bunun üzerine pılını pırtısını toplayıp Hürriyet'den ayrılmıştır. Bir daha okumak gerekir..

"1990'lı yıllarda türkiye, demokratik süreçler dışında kalan mekanizmalar tarafından yönetilmeye çalışıldı.

bunun sonunun olmayacağı, bir hesaplaşmaya gidileceği, o dönemin hesabının sorulacağı belliydi.

o yıllarda kurulan gizli düzen, azınlığın hızla ve alışılmışın dışındaki yöntemlerle zenginleşmesi amacına yönelikti sadece.

bu gerçekleşirken, adeta intihar edercesine de ezici çoğunluğu fakirleştirmeyi göze aldı hakim sınıflar ve inanılmaz bir budalalıkla bu acımasız egoizmin kendisini vuracağını göremedi.

toplum yaşamındaki bu anormalliğin sürmesi imkansızdı ve kaçınılmaz son beklenildiği gibi hızla geldi...

...yakın geçmişte yaşanan sistem bozulmasının üç ayağı vardı. ekonomi, siyasi ve medya ayaklarıydı bunlar.

ilk iki düzlemde hesaplaşmalar başladı ama medyada kendisiyle ilgili tuhaf bir sessizlik var.

türkiye'de tüm dengelerin alt üst olduğu, toplumsal ve siyasi intiharın yaşandığı, ekonomide azınlığın toplumu sömürmek için örgütlendiği dönemde kendisinin nasıl davranmış olduğunu, nasıl tavırlar aldığını medya sektörü sorgulamak zorunda.

o dönemin o şekilde olabilmesinde bizlerin birinci derecede sorumluluğumuz var, bu sorumluluğumuzla açıkça yüzleşip, gerekli özeleştirileri yapıp, gereken dersleri çıkarmamız gerekiyor.

bunu yapmamakta ısrar ettiğimiz takdirde, siyasi, ekonomik düzeyde başlanan temizlenmenin, restorasyonun sonuçlanabilmesi mümkün değildir.

açıkça söylemek gerekirse, türkiye'nin önünün biraz olsun açılabilmesi medyanın kendiyle hesaplaşıp, geçmiş dönemdeki yanlışlarını açık yürekle önüne döküp, yeni döneme yeni tavırla girip girmeyeceğine çok yakından bağlıdır.

geçmiş 10 yılda gazetecilik en hızlı ve en çok prestij kaybeden meslek dalı oldu...

...çürümenin yaşandığı dönemde medya kime destek verdiyse, kimin arkasında durduysa onlar son seçimde tasfiye oldular...

adeta türkiye'de insanlar basın ne derse aksini yaptılar.

türkiye'deki seçim sonuçları, medyanın kamuoyunu etkileme gücünün neredeyse sıfır olduğunu ortaya koymuştur.

bu büyük bir prestij kaybıdır, son derece vahim bir gelişmedir.

vahimdir, çünkü medya demokraside olması gereken kontrol görevini yapamayacak hale gelmiştir...

bir dönem boyunca bu gerçeği görmemekte ısrar ettik ama artık o dönem kapandı, şimdi bizim kendi içimizde bazı şeyleri artık geçmişe gömmemize geldi sıra."

....

Yüzde elli ve onun medyadaki temsilinin asıl büyük sorunu geride kalan diğer yarısına bakışıdır. Onları aşağılayarak, küçümseyerek kendilerinden uzaklaştırıp tek bir kutup haline getiren tavırlarıdır. Onların dillerinden bugün halkı bilinçlendirme görevini üstlenen aydınların anlamıyor olmasıdır AKP'yi en az iki seçim daha iktidar yapacak olan.. Değil basılmamış kitap, doğmamış çocuğa kelepçe taksalar ellerinde tuttukları çoğunluğun gücü onlara yeter de artar..

My Woman..



"Sevildiğimizden emin oluşumuz sevdiğimize sahip oluşumuzun yerini tutmaz hiçbir zaman"

Schopenhauer


Bir bakışa diktim aşkı ben. Bir gülümsemeye, çocukça konuşmasına, otuz saniye içerisine sıkıştırdığı iki çocuk taklidine vuruldum. Neden ? İlk görüşte aşk bugün de size tuhaf gelmiyor mu? Çünkü ben o ana gelmeden önce okuduğum kitaplardan,seyrettiğim filmlerden ve çevremde gördüğüm kadınlardan bir kolaj karakter yarattım içimde ve onu gizli gizli belki kendimden de habersiz uzunca bir süre sevdim hep.. Bir gün, bir an bu içimde çoktan aşık olduğum karakter ile uyuşacak olan birisini gördüğümde "işte buldum" kolaycılığına kaçıverdim. İlk görüşte aşık olmadım, aşık olduğum ile ilk görüşmemdi işin bilimsel analizi.

Otuz saniye görmüş, üç kelime etmişim ama her gece hayalimde yılları tüketiyorum onunla. Çocuğumuz mu olmuyor tam ölecek iken milyon kez ben mi onu kurtarmıyorum- ya da bana çay mı demlemiyor ilişkimizin onuncu yılında ? Her şeyi hayal eder iken aslında hiç tanımadığım bir insanı o kadar güzel bir şekilde ne yapacağını, nasıl davranacağını biliyorum ki.. Çünkü benim aşık olduğum aslında benim özene bözene yarattığım bir karakterdi, her anında nasıl tepki vereceğini benden daha iyi kim bilebilr ki ? O bile.. o bile değil.

Tanışmamıza vesile olan arkadaşla haber saldım "beni kim sevsin ki yaa" modunda geri dönüş aldım. Gecenin bir vakti bak gecenin bir vakti diyorum tuttum oldukça da muhafazakar olan ailenin evine kızıyla görüşmek istediğimi söyleyerek otuz saniyelik geçmişten kuvvet alarak onu telefona çağırttım paralel telefonda babasının da dinlediğinden ve sonrasında sağlam bir azar işiteceğinden bihaber.. Yok.. Olmadı bir türlü. Da neden olsun ? Seni otuz saniye görmüş ki o dönemki beni tasavvur bile edemezsiniz.

Sonra gitti Ankara'ya.

Biz kaldık İzmir'de yeni evimizde. Araya pek çok kadın girdi o zaman içerisinde. Ben her şeyi bildiğini sananlardan değilim. Nedir anlamıyorum. Seviyorum hepsini hiç dile getirmesem de. Hayır, ona aşık bir şekilde bir başkasını sevemedim dersem yalan söylemiş olurum. Pek çoğuna heyecanlandım, daraldım, bunaldım ve oldu ama o? Nedir farkı ?

O zaman ev arkadaşımla Schopenhauer'ın Aşkın Metafiziğini de deliler gibi tartışıyoruz. Şofenhaurcuğum aşkı yok sayıyor ve soyun devamını sağlayan içgüdüye indirgiyor, biyolojik olguya vardırıyor ama aşk çocukları olarak kabul etmiyoruz. Seks mi lan diyorum bunun nedeni ve o garip deneyi yapmaya o zamanlarda başladım.

Ne zaman birisiyle beraber olsam tam boşalma anına -gülme çarparım,ergen mantığı işte- aşık olduğumu sandığım birilerini düşünmeye başladım zira sadece o anda seksi hiçbir şekilde düşünmüyordum. Ve tam o seksten nefret ettiğiniz anda beliren yüz, ifade karşısında tutulduğum zaman anladım; O başka. Tam o noktada diğerlerini hayalimde iterken onu çekiyordum kendime.Çok iğrenç bir yol olsa da o dönemin bir getirisi. Normal olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim zaten..Madem öyle; biz de Ankara o zaman diyerek gittik peşinden.. Sene 1997.

Tanışmamıza vesile olan dönemin en sevdiğim arkadaşı, onun ablası ve benim ev arkadaşım filan bir evde kalıyoruz Ankara'da. Eryaman.. Derdim belli ve fakat durum kötü. Piyasada yok.. Ben bu arada yeni ilişkilere girip çıkıyorum ama o benim aklımdan hiç çıkmıyor. Her kimle beraber olursam o testi yapıyorum artık ve aslında bakarsanız olumsuz sonuç almak için çaba bile gösteriyorum ama hayali bile yetiyor çokca zaman.. Aylar geçti böyle ve onsuz geçen zamanda o kadar çok hayalini kurdum ki gerçekliğinden bile şüphe etmeye başladım. Mecnun Leyla'sı oldu olacak idi..

Yalan yok zamanla unutuyordum belki de ama o kırılma noktasında çıktı yine karşıma bir barda. Tanışmamıza vesile olan arkadaşım Sakarya'da gitarist, onu dinlemeye gelmişler. Nişanlıymış bir doktor bozuntusuyla.. Aynı burçtanmışız.. aa ne şeker ne güzel, kaçırma bu adamı, kendimden biliyorum çok güzel insanlar oluyor dedim. Bir şey çaktırmıyorduk ama her halimizden her şey çakılıyordu ve sürekli çakıyorlardı bana.. Aylar yıllar sonra gördüğüme mi sevinsem nişanlı oluşuna mı üzülsem bilemedim.

Burada başlayan ve onun hayatında çok önemli bir yere sahip olacağım dönem arasında çok fazla duygusal ayrıntı var. Amacım sizi ağlatmak ya da ağlanacak halime güldürmek değil. Belki üzerinde durulması gereken nokta tam bu dönemde Oblomov'u okumuş olmamdır. İnsanlığın henüz doğru bir şekilde algılayamadığı bu müthiş karakterin Olga'sını çok sevmesine rağmen onun mutluluğu adına onunla beraberlikten vazgeçiren, her yerde olduğu gibi burada da mutuszluk bilincine sahip olarak hareket etmesi beni etkilemişti. Sevgi'yi bir daha tanımlaştırdı beynimde. Aşk değil de sevmek böyle bir şey sanırım dedim.

Doktor lan karşı taraf diyordum kendi kendime. Gördük ki adam oldukça tipsiz ve fakat anlatılana göre de melek gibi bir adam munakoyim. Tersi olsa iyiydi de bu olmamalıydı. Hangi doktor kötü? Ben ? Saçlar uzun (ailesini düşün) kulakta küpe, eylemden eyleme koş ve arkadaşı olduğum halde dahi beni merak etmekten bir gün ölecek durumda iken.. Biriyle çok fazla yakın olduğunuz zaman onun kaygılarını da gütmeye başlarsınız. Ailesine ne diyecekti ? Onun için bu en azından o dönemde fazlasıyla önemliydi. Önceki doktordu bak bu da serseri. Buyur babacığım?

Bir gün o mucize gerçekeşip nişan bozulsa da ben bozmadım kendimi. Bu doktordu diğeri cerrah anasını satayım. Hastanede çalışıyor diye rekabete soktuklarına bir bak ? Niye narkotikte çalışmıyordu ki?

Velhasıl memleketi onunla beraber arkada bırakarak buraya geldim. Bitti mi burada? Hayır.