25 Aralık 2015

Ryan Donk'u Nasıl Bilirsiniz?

Benim incelediğim maçlarda  teknik direktör koltuğunda oturan isim Şota Arveladze idi. Saaatler süren Kasımpaşa analizinin ardından iki net sonuca vardım:

1- Şota kötü bir teknik direktör.

2- Ryan Donk sorumsuz bir futbolcu ve kötü bir stoper.


Kasımpaşa’nın yediği goller ve düşük performansı daha çok  oyuncuların rahatlığına, ortamın serbestliğine ve yeterli mücadelenin gösterilmemesine ya da giden bir iki oyuncunun yokluğuna bağlanıyordu. Oysa gerçek neden tam anlamıyla ortada bir savunma felaketi yaşanmasıydı.  Takım “alan savunması” konusunda en temel kuralları dahi uygulamaktan acizdi. Süper Lig’de bunlar olur mu? Tersten bakmak daha doğru. Başakşehir hariç bu savunmayı kusursuz uygulayan takım var mı?  Kasımpaşa ise savunmada problemli bir anlayışa sahip ama aynı zamanda savunma bilgisi "zayıf" olan Donk gibi bir stoperle oynuyordu.  Bu takım neden çok gol  yiyor sorusunun cevabı aslında net bir şekilde ortadaydı.  Takım alan savunması konusunda hem kusurlu hem de beraber hareket etme konusunda beceriksiz. Kasımpaşa'da olan eksikliğin çok daha azı Rizespor'da olduğu zaman Hikmet Karaman hızlı bir şekilde antrenmanlara "kayma" diye kabaca özetlenebilecek olan takımın topu karşılayışı ve alan savunmasını yeniden çalıştırmaya başladı ve hızlı bir şekilde de sonuç aldı. Üstelik idman metotları da gerçekten harikaydı ve hep derim Hikmet Karaman kusursuza yakın bir çalıştırıcı.

Ryan Donk ise diğerlerinin aksine ne duracağı yeri biliyor ne de stoperde olması gereken özelliklere sahip.  Donk çok iyi bir futbolcudur ve fakat stoper mevkisi konusunda gelişim göstermesi gerekir. Size saatlerce uğraşacak bir analiz yapmayacağım zira bunu geçen sene yapmıştım. Geçen sezona dair herhangi bir hafta seçip ileriye doğru gideceğim. Misal daha çok benim mercek altına aldığım 23. haftadan başlayayım.. 

23. HAFTA: Kasımpaşa-Akhisar (2-2 Gol: Bruno)

 Burada yenilen golde temel hata bireysel değil kollekyif. Dörtlü savunmanın dört oyuncusunun birbirlerile ile olan mesafesi 8-10 metre olması gereken yerde çok fazla. Kasımpaşa geçen sezon yediği gollerin büyük bir kısmı bu yanlıştan kaynaklandı.  İki savuma oyuncusu arasından üç şeritli otoban geçirirsiniz, o derece.. Ve işte LuaLua'nın ayağından top çıkmadan önce Donk burada "yerleşim hatası" yapıyor. En büyük problemi "rakibi karşılama" konusundaki eksikliğidir. Derinlik konusunda sıkıntı yaşadığı ve olur olmaz "tek daldığı" için nice goller yedirmiş.. İşin en enteresan detayı "kabak" gibi ortada olan savunma yanlışlarına teknik adamın müdahale etmemiş olmasıdır.

25.HAFTA:  Kasımpaşa-Galatasaray

Umut'un Golü: Aslında bu maçın birinci golünde de Umut'u marke edemeyişi var ama asıl sorun sonrasında yenilen ikinci goldedir. Burada bir savunmacının yapmaması gereken en temel hatayı yapıyor Donk. Daha iyi anlamak için geniş özeti izlemeniz gerekir. Stoper Donk  rakibin on numarasını ORTA SAHAYA kadar takip ederek dörtlü savunma hattında sağlam bir gedik açılmasına sebebiyet veriyor. Oysa yapılması gereken bir yerden sonra markajı defansif orta sahaya devretmektir. "alanı" savunmak gerekir, adamı değil. Sneijder'ı kovalayan Donk'un açtığı boşluktan Hollandalı Yasin'i görüyor ve Galatasaray durumu 2-2'ye getiryor.

Burak'ın Golü: Burada ise "sözde" Burak Yılmaz'ı marke ediyor. Bu maçın birinci golünde de Selçuk'tan önce yine Umut'u marke edemediğini görürsünüz lakin burada Burak Yılmaz'ın markajda iken bu golü atması golcü oyuncunun zekasından çok Donk'un markaj konusundaki eksiliğidir problem.

 26.HAFTA: Gençlerbirliği-Kasımpaşa 5-1

El Kabir'in Golü: Burada kontrolünde olduğu topu kaybedip penaltı yaptırıyor. bu ve benzer topla daha çok oynama isteği nice gedikleri açtı Kasımpaşa'nın başına. Öyle ki yenilen bazı gollerde savunma hep "üçlüdür" zira Donk ortalarda yoktur.. Muhteşem bir gol atarsa toplumun hafızasına daha çok o yapışır ve fakat bunlar görmez..

El Kabir'in 2.Golü: Donk'un en önemli problemlerinden birisi "rakibi karşılama" konusunda alması gereken derinliği belirleyememesidir. Bu maçın ilk golünde de kademeye girerken  oyuncuya yine mesafesini ayarlamıyor. Bu golde ise  ikiye tek kalmasına rağmen "tek dalıp" diğer oyuncuyu boşa çıkarıyor.

 27.HAFTA KASIMPAŞA - BEŞİKTAŞ: 1-5

Mustafa Pektemek'in Golü: Bakın burada kimin marke ettiği oyuncu golü atıyor.

Jose Sosa'nın Golü: Hali hazırda markajdaki oyuncuya gitmesi hata. Hamlesi hatalı ve marke ettiği oyuncunun boşa çıkıp golü atması da kaçınılmaz son.


BONUS:

Khalili'nin golü: Donk'un imzasını taşıyor bu gol.

Wellinton'un golü: Donk'un hediyesi.

Fernandao'nun Golü: Donk marke ediyor.


Bugün haberlerde Jerome Boateng röportajı mevcut. Diyor ki Pep gelir gelmez bana videolar hazırlamış. Daha gelmeden benim hakkımda bütün bilgilere sahipti. Çeşitli hatalarımdan oluşan videoları göstererek neler yapmam ve yapmamam konusunda beni bilgilendirdi ve değişim böyle başladı.

Bilenler bilir, aptalca faul ve olmadık yerde kırmızı kart konusunda Boateng uzmandı. Pep ile beraber öyle bir gelişim gösterdi ki dünyanın en iyi stoperleri arasına girdi. Pep ona süreki "ayakta kalması" gerektiğini ve yerde kayarak mücadeleden kaçınması gerektiğini söylemiş. Sürekli abuk subuk kayarak penaltı yaptıran adam gitti, yerine maç başına ortalaması 7'den bile az ikili mücadeleye giren başka bir Boateng geldi.

Bu gerçeğin farkında olarak kaliteli kumaşa, üst düzey tekniğe sahip Donk gelişebilir mi, sorun burada. İzlemedim ama defansif orta saha konusunda da doğru bir oyuncu olduğu konusunda şüphelerim var. Çünkü kamuoyu ofansif bir oyuncuymuşçasına uzaktan attığı goller, çalımlar gibi aksiyonlarla Donk'u değerlendiriyor. Oysa şunu sormak gerekir: Çok çok iyi bir stoper olmasına rağmen Rıza Çalımbay gelir gelmez neden iki stoper alma ihtiyacı duydu? Neden hemen Donk'u orta sahaya çekti?

Bu kadar kaliteli ayaklara sahip bir oyuncu oyun bilgisinin kusurlu olduğunu söylemek isterim. Kim bilir, Denizli belki Donk'u çok daha üst bir seviyeye çıkarabilir ama alınmadan önce iyi bir analizi yapılması şart..

23 Aralık 2015

LOST IN TRANSLATION



Yazı Fitbol Dergi'sinin Kasım sayısında yayımlanmıştır.

.......

Jose Mourinho’ya 2010 Şampiyonlar Ligi finalini zaferle sonuçlandırdıktan hemen sonra Alman yorumcular “Bundesliga’da bir takım çalıştırmak ister misiniz” sorusunu yöneltti. Dünyanın en başarılı üç teknik direktörü arasında gösterilen Portekizli menajer ise şu yanıtı verdi: “Bir gün Almanca öğrenirsem, neden olmasın”. Hemen arkasından bir araştırma yaparak o dönem Avrupa’nın beş büyük liginde tercüman kullanan teknik direktörlerin listesini çıkardım. Size sonucu açıklıyorum: “sıfır”.   Avrupa’da genel kanı tercüman kullanarak iletişime geçen teknik adamların verimliliklerinden yüzde otuz gibi önemli bir kısmını kaybettikleriydi. Bir zaman önce ligler arası farklılıktan dolayı yabancı bir teknik adam bilgi birikimi ile bu farkı kapatma şansına sahipti. Günümüz bilgi çağında her şeyin bir diğerine pek çok konuda benzediği noktada yüzde otuz farkın kapanması artık çok zor. Milli takımlar ile üst düzey başarı şansı yakalayan bu kariyerli teknik direktörlerin birbaşka ortak paydası ise bizim ülkemizin dışında tercüman kullanarak çalışmış olmamalarıdır.

Jose Mourinho İnter’in teklifini kabul ettikten sonra sadece 3 hafta içerisinde İtalyanca’yı öğrenirken Guardiola ise ilk basın toplantısını almanca yapacak kadar bu konunun önemini kavramıştı. Pek çok ligde kupa kazanan Carlo Ancelotti’nin de İtalyanca, İngilizce ve Fransızca konusunda hünerli olduğunu hatırlatalım. Hamburg’un bir dönem adı geçen Fatih Terim’in ise “dil bilmediği” için anında üzeri çizilmişti. Biz ise teknik direktör seçimlerinde bu detayı atlıyoruz.  Dünyanın en iyi teknik direktörleri “dil sorununu” halletmeden takım çalıştırmayacağını defalarca açıklamasına, beş büyük ligde tercümanla konuşan teknik adamın olmamasına rağmen Türkiye Süper Lig’i takımları teknik direktör seçimlerinde “dil ayrıntısını” hiçbir şekilde gündeme getirmiyorlar. Oysa Mancini ile Prandelli arasındaki en önemli fark birinin diğerinin aksine İngilizce de konuşabiliyor oluşuydu.

Süper Lig’de  son sekiz şampiyon teknik direktörün de yerli olması tesadüf değil, gelişen ve değişen futbolun kaçınılmazı. Benzer şekilde Avrupa’da tercüman kullanarak son on yılda şampiyon olmuş teknik direktör bulmak neredeyse imkansız. Avusturya, İsviçre gibi Almanca’nın konuşulduğu ülkelerde  başarı kazanan teknik adamlar İspanya’ya gitmez. Güney Amerika kıtasında kendisini ispatlayanlar soluğu Premier Lig’de değil ispanyolcanın konuşulduğu La Liga’da alır.. Galler ya da İskoç teknik adamlar Almanya’nın herhangi üst düzey kulübü için aday dahi olamazlar.  Barça ve Real Madrid’den aldığı teklifler sorulduğunda Jürgen Klopp “Almanca dışında İngilizce biliyorum. Almanya dışında sadece Premier Lig’den bir kulüp çalıştırabilirim” cevabını vermişti. Yaptığı ilk basın toplantısında ise başarısız olması durumunda yine Almanca’nın konuşuduğu İsviçre Ligi’ni işaret etmesi tesadüf değildir.
FIFA tarafından yüzyılın teknik direktörü seçilen “Total Futbol” felsefesinin kurucusu Rinus Michels Bundesliga’ya iki kez farklı dönemlerde teknik direktör olarak geldi. Her ikisinde de başarısız adledilip kovuldu. Ara dönemde  Hollanda milli takımı ile 1988’de Avrupa şampiyonu oldu. Öncesinde Köln şampiyona sonrasında ise Leverkusen ile büyük teknik adam başarı yakalayamadı.  Yüzyılın teknik direktörünün değerini Almanlar bilemedi diye bir tartışma açılmadı, bunun yerine daha farklı sonuçlar elde edildi. Dil bir teknik direktörde ne kadar etki eder? Dil bilmeyen bir menajerin kültürel entegrasyonu nasıl olur ve başarı şansı nedir gibi konular irdelendi. Sonuç ise artık Avrupa’nın beş büyük liginin yazılı olmayan kuralıdır: Tercüman kullanan teknik direktör kulüplerde çalışamaz.

Yüzyılın teknik adamı, bugünkü Barça’nın temellerini atmış ve her yerde onur ödülüne layık görülmüş Rinus Michels’i iki kez harcayan Almanlar bir kez olsun “değerini bilemedik” isyanı içerisinde bulunmazken yaşadığı ülke dışında en ufak bir başarısı bulunmayan teknik adamlar konusunda biz ise sürekli “değerini bilemedik” diye hayıflanıyoruz. Bu isyana en çok özne olan teknik adamların başında Joachim Löw gelir. Türkiye futbolu onun değerini bilemedi gerçeğini hepimiz koşulsuz kabul ediyoruz. Peki Almanlar? Fenerbahçe deneyimi sonrası Alman ikinci lig takımlarından Karslruhe’nin başına geçen Joachim Löw oynadığı 18 maçta sadece 1 galibiyet aldığı için kovuldu. Gerçekte 2004 yılında Alman milli takımının başına getirilen Jürgen Klinsmann taktik konusunda yetkin isim olarak yardımcılığına Ralf Rangnick’i düşünmüştü. Rangnick’in kabul etmemesi sonucunda teknik direktörlük kursundan arkadaşı Joachim Löw yardımcı olarak işe başladı. O zamana kadar Joachim Löw’ün değerini ne Türkler ne de Almanlar ne de başka bir millet biliyordu. Vicente Del Bosque ve Luis Aragones’in Türkiye dışında yabancı bir ülkede başarı kazanma şansının olmadığını otoriteler sıklıkla telafuz eder. İşin enteresan tarafı bu iki teknik direktöre ülkesi dışında teklif sunanın sadece Türkiye Süper Ligi takımları olmasıdır. Aynı zamanda ülkedeki baskın büyük kulüplerin başarısına endeksli milli takımlar ile kazanılan kupalar ise bir teknik direktörün kulüp performansı için yeterli veriyi vermeyeceği de aşikar. “Değerini bilemedik” hayıflanmasına konu olan bir diğer teknik adam Frank Rijkaard da benzer şekilde Türkiye sonrası Arabistan’a giderek başarısız denemelerine devam etti.

Futbol değişti, ligler arası mesafeler kısaldı. İdman teknikleri, teknolojik kullanım Avrupa’nın üst düzey kulüplerinde aynılaştı. Çaykur Rizespor’da “analist” olarak çalışırken tek bir tuşla üst düzey takımların idmanlarını izleyebilme şansına sahip olduğumuzu gördüm. 90 dakika içerisinde olan biten her şeyin sayfalarca dökümanlarının yayımlandığı bilgi çağındayız. Türkiye Süper Lig’i Avrupa’ya yakınlaştıkça yabancı teknik direktörün yaşatacağı dezavantajlar giderilemeyecek seviyeye ulaştı. Son büyük yabancı teknik direktör Slaven Bilic’in en zorlandığı bölümün motivasyonun galibiyetteki payının en fazla olduğu şampiyonluğa gidilen son kritik çeyrekte yaşadığını hatırlatmak gerekir. Hırvat çalıştıcı maç sonu taktiksel başarısızlıktan ziyade bu maça oyuncularını hazırlayamadığı özeleştirisini yapıyordu. Dilbilmezlik, yaşadığınız coğrafyaya kültürel uzaklığı doğurduğu kadar futbolcu psikolojisine uzaklıkla beraber maçın asıl unsuru olan oyuncuya psikolojik olarak dokunmanızı güçleştirir.

Ne Cesare Prandelli Hamza Hamzaoğlu’ndan daha iyi bir teknik adam ne de Ertuğrul Sağlam yarıştığı diğer yabancı teknik adamlardan daha iyi olduğu için şampiyon oldu. Diğer açıdan Slaven Bilic Türkiye’de performansının yüzde otuzunu dışarıda bırakarak yarışmaya dahil oldu da diyebiliriz. Pep Guardiola’nın altı ayda Almanca’yı, dil benzerliği nedeniyle Jose Mourinho’nun 3 haftada İtalyancayı öğrenmesi başarılarının kilit noktası olduğu kadar teknik direktör seçimlerinde neye bakılması gerektiğinin de altını çizer.


Herhangi bir kulübün önünde Cesare Prandelli seçeneği duruyorsa bakılacak ilk nokta 2012 Avrupa Şampiyonluğu’ndaki başarısından ziyade kaç dil bildiği “artık” olmalıdır. Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, İspanyollar bu şekilde bakıyor, buna göre değer biçip seçim yapıyorlar.  Teknik adamların kişisel kariyerlerinin dahi önüne konuyor bu ayrıntı. Öyle ki seçimlerinde şıklardan birisi Jose Mourinho dahi olsa bu bariyeri gözetmeden yapmıyorlar. Sadece italyanca konuşan Prandelli ile geçirilen zaman içerisinde Wesley Sneijder’in demeci önemlidir “Soyunma odası arı kovanı gibiydi. Bir cümle on dile çevriliyor, kimse bir şey anlamıyordu”.  İspanya, Almanya dışında başarısı olmayan Löw’lerin, Del Bosque’lerin Türkiye değerini fazlasıyla bildi ve fakat Türkiye koşulları içerisinde başarı sağlayamayacağını öngöremediler.  “Değerini bilememek” deyimi daha çok yüzde otuz kayıpla yarışmayı son ana kadar götüren Slaven Bilic için geçerlidir diyebiliriz. Beş büyük ligin yanı sıra bütün büyük teknik adamların gözettiği bu kriter nice başarısızlığın arkasındaki asıl unsurdur. Gelişen ve değişen modern futbol içerisinde takımlar arası farklar minimalize edildi. Artık yabancı bir teknik direktörün sahip olduğu dezavantajı giderecek fark kalmamıştır. “Değerlerini bilemedik” diye hayıflandığımız teknik adamların tercüman kullanarak başka herhangi bir yerde başarı yakalamış mı diye bakarsak gerçekten hayıflanmamız gereken noktayı görebiliriz.

....................

Yazı sonrası çok fazla geri dönüş oldu. Birkaçını buradan cevaplayayım..

-Oyuncuların büyük çoğunluğu yabancı dil konuşuyorsa, sorun biter mi?

Burada örneği geçse de konunun özü sadece  futbolcu- teknik direktör ilişkisi değildir. Beraber yaşam süren bir kabile düşünün. Bunlardan sadece 25'i futbolcu. Gazetecisi, yöneticisi, basını, çaycısı, halkı, yerel gündemi ve kulübün kendisine has iç işleyisi v.s. Tüm bu kargaşa içerisinde teknik adam yaklaşık 100 kişinin idarecisidir. O çok duyduğunuz ama pek de anlamadığınız "Florya'da düzeni sağladı" cümlesinin içeriğidir aslında burada bahsedilen. Yabancı bir teknik direktörde bütün iş arkasındaki iş bitiriciye kalıyor. bu ya bir  yönetici  olur ya da yalnız bırakılmışsa onun tercümanı.. Sıklıkla  n yakınında aynı dili bilen yönetici. Bu adam çok başarılıysa, teknik adam potansiyelini kulübe yansıtır ama bu bir risktir.

Çaykur Rizespor kulübünün içerisinde altı ay vakit geçirdim.  Böyle bir deneyim yaşamadan önce saha içi taktiği başarının asıl unsuru olarak en tepeye yazardım. O zaman da bu yazı sadece futbolcu-teknik direktör ilişkisinde dilin önemi olarak vucut bulurdu. Hayır, öyle değil. Küçük bir kasabanın yöneticisinin dil bilmediğini, o kasabanın kültürüne yabancı olduğunu düşünürseniz daha iyi anlaşılabilir. 

-Avrupa'da tercüman kullanan teknik direktör bugün var mı?

Tek tük denemeler hala oluyor. Bundesliga'da en son 6 yıl önce Steve McClaren gelmişti Wolfsburg'a. İngilizce biliyordu ama ömrü sadece 6 ay sürdü. İspanya'ya giden ingilizlerin de ömrü çok uzun olmuyor hızlı bir şekilde dil öğrenmek için çaba sarfetseler de.. En son Gary Neuville sabah 6'da kendisine dil öğretecek hoca arayışı içerisindeydi. Ancelotti Rummenigge il telefonda Almanca konuşmaya daha şimdiden başlamış gibi.. Oysa Avrupa kültürü yine de birbirlerine yakın. Burada işleri çok daha zor.. 


6 Ekim 2015

Gomez, Müller, Klopp..


-3 yıl önce Mario Gomez’in 3 yıl sonra Türkiye’de olacağını söyleseler güler geçer bir de makaraya alırdım sağlam..  Bırakın Türkiye’yi aslında Fiorentina’da olması bile mucize olarak görürdüm. Hayat bazen böyle işte.. Şimdi Bild’i açınca bir Podolski bir Gomez görüyorum. Ernst, Fink ya da Hilbert ile kıyaslamayın, Almanya’nın gündeminden henüz düşmemiş iki yıldızı var Türkiye’de. Klasik 9 numaraların bu kadar sahne aldığı Bundesliga’da şu kesin ki Gomez’in milli takımda olma olasılığı çok yüksek..

-Mario Gomez atıyor. İlk iki maç yedek başlamasına rağmen Türkiye Süper Ligi gol krallığına 4 haftada attığı 6 golle zirvesine yerleşti.  Bir Beşiktaşlı yönetici ile olan muhabbette şunu dile getirmiştim: yedekse de oynatın zira bu adamın her şeyi ritmdir. Ritmini yakalarsa rakip Madrid, Münih olsa Gomez atar, kimse de durduramaz.

-Gomez’i Ba ya da Almeida ile kıyaslayanlar var. Yahu üçüyle de aynı ligde oynadı. Almeida ile iki sınıf Ba ile bir sınıf farkı mevcut. Henüz ritmini de yakalamadı, formunun zirvesinde de değil. Daha çok gol sayısının artması biraz da Güneş futbolu ve Beşiktaş’ın çevresinin hazırlayıcı oyuncu sayısının fazlalığından ileri geliyor.

-Hazırlayıcı ve golcü oyuncu sayısı önemlidir. Özellikle konu Galatasaray olduğunda gözetilmesi gereken dengedir aslında. Lewandowski’nin “Ribery ve Robben’in sakatlığı da gol sayımı arttırdı” demeci de bu minvalde değerlendirilebilir zira Robben bugün yerine oynayan  Coman ya da X gibi çizgiye inme çabasında değil daha çok içeriye dönüp gole gidiyor. Oysa misal Douglas Costa tamamen adamı geçip ceza sahası içini besleyici bir yapıya sahip. Bu olduğu vakit Lewandowski’nin bu kadar çok gol atması olağan. Douglas Costa nihayetinde ligin ilk 7 haftasında çift sayılı asist hanesine ulaşan ilk futbolcu. Yakalanılan şansları değerlendirme oranı gerçekte rakibi  Aubemayang’ın  daha fazla gibi gibi..

-Galatasaray’da da Podolski ile beraber pek çok denge değişti. Henüz Poldi tam olarak ritmini bulamadı ama Sneijder ile beraber çakışıyor sürekli. İkisi de sol önde oynamak istiyor. İkisi de bulduğu yerden şut çekmek istiyor. Bu hafta olduğu gibi Sneijder'in içeriye asist yapması-içeriye ortalamak mı istedi bu bile soru işareti- çok sık gerçekleşmiyor. Podolski ve Sneijder’a sahip olmak gerçekte bir santrforun isteyeceği oyuncu tipleri değil. Bu açıdan Gökhan Töre ve Quaresma’ya sahip olan Gomez çok daha şanslı ve çok kısa süre içerisinde gollerini ikiye üçe katlayabilir. Burak ve Umut gollerden ziyade pozisyonlarda kaleye şut çekmeyi diğerleriyle paylaşmak zorunda. 

-Eintracht Frankfurt’un sportif direktörü Hübner iki yıl önce bugün Bayern’in transfer ettiği Kİnglslet Coman ile imza aşamasına geldiklerini söyledi. Bunlar da güzel hikaye. 2008’de Xavi Bayern’e geliyordu mesela. Geçen sene Mane de Dortmund’a. Asıl hikaye ise dünyanın en iyi ikinci kalesici Thibaut Courtois’ya ait. Hoffenheim 2010 yılında gerçekte Belçikalı kaleciyi almak üzereydi ama Baba Courtois oğlunun abitur yapması için girdiği matematik sınavından kalması üzerine transfere onay vermedi.  2006’da yazdığı biyografiye göre Pirlo da Milan’dan Real Madrid’e gidecekmiş. Lakin dönemin Milan yetkilisi Pirlo’ya reddemeyeceği şu teklifi sunmuş “5 yıllık sözleşme. Burası boş. İstedin rakamı buraya yaz”. Nihayetinde 5 yıl sonra da Juventus’a giderek dengeleri değiştiren adam olmuş. Bu hikayeler gider daha ama Bundesliga açısından en vahim olanı Stuttgart ile Brezilyalı Ronaldo ile olan transfer ilişkisidir.. En komiği de şüphesiz Saarbrücken’in Michel Platini’yi denemek istemedi ve daha da enteresan olanı ise denediği Fransız oyuncuya dönemin teknik direktörü Slobodan Cendic’in “Çok çelimsiz bu” deyip eve göndermesi..

-Herkes hak ettiğini alır cümlesini kurarken sıklıkla insanlar kendilerini muaf tutarlar, ben tutmam. Geçenlerde bir işe başladık. Herkesin ortak olduğu bir hata sonucu değerli bir insanın işine son verildi. Dedim ki sevgilime, yakınıma, dostuma “Benim de bu işte olmamam gerekir. Hak etmiyorum”. Çok değil sadece 3 gün sonra ben de bıraktım dünyanın en gerizekalı insanının üzerine yürüyerek. (İleride ayrıntılarıyla yazacağım) Hak ettiğimi aldım. Lakin şun görüyorum: Şu hak ettiğini alacak dediğim insan da genelde alıyor enteresan bir şekilde. Karma, marma.. ne derseniz deyin, kimsenin hakkını yemeyin.



-Gerd Müller Alzheimer olmuş. 70 yaşında. 585 maçta 533 gol atmış bir adam. Her şeyi kazandı, her türlü önemli final maçında da attı.  Öyle rekorlar kırmış ki. Lewa deliriyordur herhalde. Geçen hafta 10 asistle Costa rekor kırdı ama Lewandowski ise sadece Gerd Müller’in rekorunu egale etti. Bu hafta yine attı, yine sadece Gerd Müller’in rekorunu egale edebildi. Almanya’nın tartışmasız en büyük golcüsü. “Müllerledi” diye terim üretildi. Thomas Müller şimdi o kavramın içini doldurmaya devam ediyor. İlkay’dan da övgü geldi bugünün Müller’i olan Thomas’a “1 saniye sonra ne yapacağını kestiremiyorum”. Thomas Müller’e baktığınızda hiçbir şeyi uluslarası yıldız seviyesinde değil lakin bir şeyi dünya çapında: Öngörülemezliği. Ne zaman nerede ne yapacağını bilmediğiniz adamı durdurmak, maç öncesi tedbir alıp etkisiz hale getirmek imkansız.

-Klopp ve Liverpool bence tencere kapak gibi birbirlerine uyumlu. Klopp’un muazzam ingilizcesi nedeniyle tercüman da kullanmayacağını düşünürsek başarılı olmaması için hiçbir neden yok. Van Gaal’i burada Dortmund ile devirmişti, Mourinho’yu Şampiyonlar Ligi’nde elemişti. Hepsinin hakkından gelir.. Dortmund’u olduğu gibi Liverpool’u da yıllar sonra özlediği konuma ulaştırır. Mesela Ancelotti ya da benzer teknik adamlar gibi değil. Sadakat önemlidir Klopp’da. İki takım çalıştırdı ikisinde de çok uzun süre kaldı. Liverpool’un ihtiyacı olan başarı ve bununla beraber sarıp sarmalayacakları bir kimlik..


-Ben en başında fikrimi ortaya koydum. Yabancı bir sportif direktör, o mesleğin ruhuna aykırı. Sadece uluslarası transferde etkili olabilir ve fakat bizim bildiğimiz, sıradan bir sportif direktör görevini layıkıyla yapamaz. Bunu en son Almanya'da Frank Arnesen ile Hamburg denedi ve fakat sonuç çok da iyi olmadı. Bugüne kadar süren bir kaos bıraktı arkasında Danimarkalı. Bir de Gökhan Töre'yi.. 

-İnsanlar yazılanı anlamıyor. 11 Haziran'da tweet atıyorum ve diyorum ki: Tuchel yerine Hamza Hamzaoğlu'nı alın. Bunu o dönem neden yazdım? Bu blogda sayısız övgü düzdüğüm Tuchel'i ben neden Galatasaray'a istemiyorum? Hamza Hoca'yı daha iyi teknik direktör olarak gördüğüm için midir? Elbette hayır. Tuchel hakkında Türkçe ilk defa yazı yazan benim. Bu blogun en çok okunan yazılarına baktığınızda Tuchel'i görürsünüz ama o değil sorun.. Son 8 yılın şampiyonu yerli teknik direktörler. Tercüman kullanan teknik direktör en son ne zaman Avrupa'nın büyük liglerinde ve Türkiye'de şampiyon olmuş, lütfen araştırıp bakın.. 80li ve 90lı yıllarda yaşamıyoruz. Fark sandığınız kadar çok büyük değil. Tercüman  kullanan yüzde 30 potansiyelinden yer ve bu fark şu zamanda kapanmaz. Bu yüzden Bilic sandığınzdan daha iyi bir hocadır. Hamza Hamzaoğlu ya da Ertuğrul Sağlam yarıştığı yabancılardan daha iyi olduğu için değil bu koşulların insanı olmasının getirileriyle şampiyon oldular gibi.. 

-Fenerbahçe'nin çok iyi bir kadrosu var.  Pereira gider Denizli gelirse şampiyonluk neredeyse kaçıılmaz olur. Nani, Volkan gibi kenarlar, Ozan-De Souza gibi merkez ve Van Persie-Fernandao ikilisi. Kjaer'in Wolfsburg performansı felaket olduğu için olumlu bir şey yazamıyorum ama yeterli veri elimde yok, kesin de konuşmak çok doğru olmaz. Nihatinde henüz hepsinin bir potada eritildiği bir sistem kurulamadı. Bunu da anlamak güç. Hoca ile çok erken anlaşıldı ve sistemine göre oyuncu transfer edilmediği buradan anlaşılıyor. 

-Van Persie olayında sanırım bir kişi haksız: Hollandalıyı alan her kimse. Van Persie oynamak için geldi, haklı olarak oynamak istiyor. Teknik adam sistemi ve başarıyı düşünüp oynatmıyor, kendi açısından haklı diyelim her ne kadar başarılı olmadığı anlar olsa da. Bu durumda soru bu oyuncuuyu kim neden aldı? 




- Tezer Özlü'ye ayırdım bugünü.  Bir daha okuyorum. Şimdi birazdan ondan kalan son eser olan Ferid Edgü'ye yazılan mektuplara bakacağım. Aslında ben Ankara dönemi okuduğum her şeyi yeniden okuyorum. Her kitabın bir zamanı olmalı kesinlikle. 

-Yaşamı da "acı". "Çocukluğumun soğuk geceleri'nde anlattığı terapi ve elektroşok bölümünün etkisinden çıkmak için başka şeyler yazmaya oturunca bunlar yazıldı aslında. Adalet Ağaoğlu'nun kardeşi ile evliliği ya da o kardeşin sonrasında Münir Özkul'un eski eşi ile beraberliği diye dalıp gittim o yıllara..

-Bazen şöyle şeyler oluyor. Geçen kanala giderken Demir Özlü'nün "Borges'in Kaplanları' adlı kitabını aldım. Sonrasında ise Kafka0kur'u okuyayım derken bir baktım kapak Tezer Özlü. Elimdeki kitap ise abisi Demir Özlü. ve bir yerde de karşıma "hayalet oğuz" çıkınca dedim artık bu mesajı almalı ve oturmalı başına. 


-”İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışılagelmiş korku, kaçış değil. İnsan, gerçeği kavradığı için utanıyor - işte gerçek önümüzde: Her ceset, sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş, bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar.”  Tezer Özlü

-En nihayetinde dünya Mario Gomez ile başlayıp Tezer Özlü ile biten bir yazı kadar anlamsızdır.  Bir şeyi yapmak için beklemeyin, yapın gitsin. Anlamlı olması gerekmiyor.

5 Ekim 2015

Yönetim devrimine ihtiyaç var



Artık sıkıldım. Kör göze parmak sokmak lazım.

Galatasaray’ın maddi durumunda sıkıntı mevcut. Bu gerçeği gözünüzü kapatarak yapılan her eleştiri temelsiz olacaktır.

Başkan Dursun Özbek’in futbol bilgisi ve yönetim becerisi eleştiriye açık ve kusurlu olsa dahi taşın altına elini koyduğunu bilmenizde fayda var.  Bu ismin burada olmasının tek nedeni de budur. Duyduğumuz, bildiğimiz kadarıyla kişisel servetini dahi işin içerisine sokmuş. 

Bakın Galatasaray’ın genel problemi her zaman bu olmuştur: Kulüp son 20 yılda kazanılan üst düzey başarılara ve rakipleri ile arasındaki kupa farkını kapatıp başarı elde etmesine rağmen maddi açıdan sürekli kötü yönetildi. Ve her zaman kurtarıcı başkan adayı-zengin kongre üyesi aranıldı ve bulup başa getirdik. 

Ünal Aysal’ın bırakın Galatasaray’ı, futbolla olan ilişkisi camianın maddi imkansızlıkları nedeniyle doğdu. Hatta kulübe AİG zamanı gereken sıcak para için aranılan zengin olunca bir şekilde bulunup üye yapıldı. Her gelen başkan “bir yere kadar” elini taşın altına koydu ve fakat aynı insanlar sportif yönetim konusunda arka planda kalmayarak işyapmaya kalkıp beceriksiz olduklarında ise işler sarpa sardı. Reklam anlaşmaları, borsa, faiz, kur derken iyi işler çıkaran bu zengin başkanlar “yanlış sportif kararlarla” buradan kazandıklarını çöpe atarak Galatasaray’ı borçlu alıp borçlu bıraktılar. Hatta daha da kötüye gidince yine bunları toplayacak bir Galatasaray zengini kulübe gelmek zorunda kaldı. Bir reklam anlaşmasından senede 5 milyon euro kazanırsan ekstra iş yapmış ve kulübe fazladan bir milyon euro kazandırmış olursun diyelim ama tek bir maç dahi verimli olmayan oyuncuya 4.5 milyon euro bonservis ve her sene 1.5 miylon euro verirsen, o reklam anlaşmasındaki işbilirliği çok işe yaramaz. Aldığın reklam anlaşması yanlış bir oyuncunun ancak bonservisini karşılıyor bugün. İş büyüdü, piyasa farklılaştı ve bunun farkına ne kadar erken varırsak o kadar iyidir.

Bu ne demektir?

Galatasaray gibi bir markanın yönetimi için sıklıkla çok büyük işadamları aranıyor. Anlaşmalar, faizler, borçlar, tesisler..  İşbilir kişi arıyorsunuz çünkü bu işleri kendi şirketlerinde daha önce yönetmiş, tecrübesi olan insanlar. Gelin görün ki aynı insanların “kardeşini” atayacak kadar önemsemedikleri sportif kararlarla camiayı uğrattıkları zarar çok daha fazla. Burada en son eleştirilen insan ise Dursun Özbek’tir. Mesele sistemin kendisinin kusurlu ve sorunlu oluşu

Size çok net bir örnekle durumu daha iyi anlatabilirim.

Wolfsburg’un yıllık geliri bir ülkeyi satın alır. Premier lig’in tamamını toplasanız erişemezsiniz. Son dönemde yaşanılan skandal ve sonrasında çıkan haberler sonrası konuşulan rakamlara bakınca ne demek istediğimi anlarsınız. Bu oldukça zengin ve şirket yönetme konusunda hali hazırda “ustalaşmış” isimler BİZİM GİBİ KULÜBÜ yönetmiyorlar! 

Dayısını, bacanağını, eniştesini göreve atamak gibi saçmalığa ise hiçbir şekilde girişmiyorlar. 

Görevde kalma süresi beş altı maça bakan ve daha çok anlık kazanca yoğunlaşmış teknik direktörlere de bırakmıyorlar. 

SID’in Avrupa’nın 80 üst düzey futbol kulübünü baz alarak  yaptığı araştırmaya göre üst düzey liglerde teknik direktörün ortalama görev süresi 1.2 yıl olurken teknik direktör ve sözleşmeli futbolcuları yöneten sportif direktör-CEO-menajer’lerin görev süresi ise ortalama 5.1 yıl.  Teknik direktörler yine aynı araştırma şirketinin verilerine göre sadece yüzde 9.8'i  sözleşmelerini tamamlarken bu oran CEO-Sportif direktör-Menajerlerde yüzde 64.9!

İki ya da üç yılda bir -o da en iyi ihtimalle- başkanı değişen bir takımın 5 yıllık bir sportif yönetim kurulu başkanı olabilir mi? 80 üst düzey kulübün ortalaması "başkanlık" sisteminde gerçekleşemez!

Uzun vadeli kazancın anahtarı kulübün teknik direktöründen futbolcusuna kadar yönetecek doğru ismi bulmaktır.  Yazının özeti bu ismin başkan seçiminden çok daha önemli olmasıdır kısaca. Bu ismin başarısı maddi olarak dahi yönetimin başarısından daha fazla etki edecektir. T

Wolfsburg bunu yapınca ne kazandı?

Klaus Allofs kararları verdi. Kim teknik direktör, hangi oyuncu.. Önce  işbilir bir teknik direktörü(Hecking) göreve atadı. Bu adam Almanya’da üst düzey sadece Aachen, Hannover ve Nürnberg gibi takımları çalıştıran değeri verilmemiş bir idim:Dieter Hecking. Aynı Allofs  Chelsea’de Mourinho’nun istemediği, Dortmund’da ise Klopp’un istemediği iki oyuncuyu kulübe kazandırdı. İvan Perisic ve Kevin De Bruyne. İki yedek futbolcudan 100 milyonun üzerinde bonservis kazandırdı. Teknik direktör için Ancelotti ile uğraşmadı, Pellegrini demedi, Hecking’i getirdi ve onun başarı kazanacağı koşulları oluşturdu.

Başka şekilde anlatayım: Başkanın kardeşini getirerek yapabileceği bir iş değil. TEKNİK BİR KONU, UZMAN İSTER: ikincisi.. Yönetim kurulu muazzam işler yaparak kulübe ekstradan 100 milyon euro para kazandıramaz! Gelecekte bu faizdir, x'dir, Y'dir işleri yapacak olan "başkan ve yönetim kurulunu"  değil bu işler için gereken uzmanı(sportif direktör, menajer) kongre oylarıyla seçmelidir. Önemi günden güne büyüyecektir.

Başka bir örnek ki yüzlerce var.

Schalke’nin sportif direktörü Horst Heldt’dir. 2007 yılında dünyaca ünlü Trapattoni’nin görevine son verip Armin Veh’i başa getirdi. Gomezli, Hilbertli, Beckli kadroyla Almanya'da Bundesliga şampiyonu oldu Stuttgart. Aynı adam Schalke gibi zirve bir kulübün kurtuluş recetesi olarak ilk defa Bundesliga’da takım çalıştırıp yetmezmiş gibi onu düşüren Andre Breitenreiter’ı takımın başına getirip son 44 yılın en iyi sezon başlangıcına imza attı.

Bu eylemleri kongre oylarıyla seçilmiş başkan, yönetim kurulu üyeleri yapabilir mi?

Allah aşkına sizin vizyon dediğiniz nedir? Van Persie’yi getirmek midir?

Dile dolanmış bir Vizyonsuz, Çapsız eleştirisi.  Dünyanın en haksız ve en saçma eleştirisi yapılıyor Hamza Hamzaoğlu'na. Nerede  “büyük yıldız oyuncu” alımı tek başına vizyonu beraberinde getiriyor? Futbolu bilmeyen, bir izleyici olarak dahi futbol bilgisi tartışılır olan bütün zengin iş adamlarının yaptığı iş, ortaya koyduğu “vizyon” haberlerden duyduğu bir kaç ismi ederinden fazla verip kulübe kazandırmak. 

Asıl çapsızlık budur.

 Jürgen Klopp 2010 yılında pek çok oyucuyu alamadı. 5 milyonu geçen bonservisli oyuncu yasaktı. Nurilerle, ismi cismi duyulmamış 21 yaşındaki 8 oyuncuyla masal yazdı adam.  Malaga battı, en iyi oyuncularını sattı ama Pellegrini ofsayttan uzatmanın uzatmasında gol yemese Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olacaktı neredeyse gibi gibi.

Vizyon nedir yahu? Üstelik ederi çapı belli bir ligde Sneijder, Podolski, Muslera elinde varken vizyonsuzluk suçlaması biraz komik değil midir? En ağırı da koşulları Dursun Özbek'ten de öteye giden zincirleme hatalarla oluşmuş ortamın sonucunu "vizyonsuzluk" diye bir teknik direktöre yüklemek değil midir?


Bakın arkadaşlar.. Durum benim anladığım kadarıyla şudur: Para yok. UEFA’dan ceza tehlikesi  HALA çok büyük. Teknik direktöre kalan sadece yönetimin ona sunduğu çok cüzzi miktarlara iyi oyuncu almaktır. Hamza Hoca’nın yaptığı eline verilen bütçeyle profesyonel bir scout ağı kurarak Carole’ları, Denayer’ları, Rodriquez’leri bulmaktır. İki ihtimali vardı: İstifa ya da bu koşullarda verimli olacak oyuncu bulmak. İkincisini seçti. O koşullara göre bulunan oyunculara bakınca baya da vizyonludur. İşbilir'dir.

Hamza Hamzaoğlu..

..teknik yanlışlar yapabilir, hatalı oyuncu değişiklikleri ya da taktiksel hatalar.. Lakin kulüp yönetimi açısından bugüne kadar yanlışı sandığınız kadar yoktur. Varsa bir yanlışı her zaman kişisel kariyerinin önüne camianın çıkarlarını koymasıdır. (Akhisar'da da uzun süre transfer yapmadı, olur da kulüp düşerse altında kalkamaz amatöre kadar gider diye)

 Olur da  –kesinlikle bu dönemde hata olur-Galatasaray’dan ayrılırsa, belki sonradan yapacağı açıklamaları sonrası çok daha iyi anlaşılacaktır ve fakat iş işten geçer o  zaman. Galatasaray taraftarı çok daha bilinçli olmak zorundadır. Dışarıdan görünen tabloyu daha iyi okumak durumunda. Hamza Hamzaoğlu’ndan bağımsız gelişen transfer sürecini bu kadar yanlış okuyup değerlendirme hatasına düşülmemeli.

Kabul edilmeli ki birbirlerinden bağımsız bir kitlede oluşan “ortak” bir fikir varsa bu daha çok bu kitleyi idare etmesi gereken kurumun yönetim problemidir. Galatasaray kulübü kendisini ifade etme ve taraftarların algısında nasıl yer edeceği konusunda son derece bilinçsiz ve hatalıdır. Tek çözüm şeffaf olmaktır. Eğer var olan koşulları taraftarlara iyi bir şekilde anlatırsanız bu samimi taraftar üçüncü lig oyuncusuna tapar, transfersizlikte bile takımın arkasında durur.

Galatasaray çağ atlamak istiyorsa.. Diğer bütün rakiplerinden çok daha kurumsal ve avrupai bir yönetimle iş yapmak istiyorsa bugünkü sistemi kaldırıp çöpe atmalıdır. Avrupa modelini ne kadar erken kendimize örnek alırsak o kadar yol almış oluruz.

Bazıları Hamza Hamzaoğlu'nu yetersiz bulabilir. Bazıları daha başka teknik direktörleri de düşünebilir. Bunlar teknik konudur, başka bir alanda tartışılır. asıl tartışılmsı gereken konu ise son dört yılda üçüncü şampiyonluğunu kazanan ve geliri çok yüksek Şampiyonlar Ligi'ne 3 kez katılıp ikisinde grup aşamasını geçip birinde çeyrek final oynayan bir takım bugün bu ucuz transferlere neden zorunlu bırakılmıştır? Tüm mesele taraftar olarak bunun hesabını sormaktır. Bu da sistem sorunudur. 

Bir anlaşma olur, kulübün kasasına maksimum ekstradan iki milyon euro girecektir. Çok büyük haber, günlerce konuşulur. İki yanlış futbolcu ve teknik direktörün camiaya zararı ise minumum 30 milyon eurodur arkadaşlar. Sistemi doğru bir şekilde yeniden dizayn etmezsek önümüz çok karanlık. Futbol endüstrisindeki gelişim artık banka faizlerini aştı. 

Sistemin kusuru aynı zamanda Adnan Polat gibi camiaya ekonomik açıdan çok iyi işler yapmış başkanları da yiyor. Çünkü iki birbirlerinden farklı işler aynı pota altında eritiliyor. Çok emin bir şekilde şunu yazıyorum, bugün olmasa yarın olacak olandır.

Neler yapılması gerekir? Madde madde..

-Yönetim kurulu üyeleri en fazla 8 kişi olmalıdır. Bu sayının azlığı aynı zamanda bu konumun değerini yükseltecektir zira değeri yükselen konum kulübe değer katacaktır bir aşağıdaki madde ile beraber.

-Yönetim kurulu üyeleri, kulübe destek veren büyük sponsorların yetkili kişileri olmalıdır ve tek tek seçilmelidir.

-Başkan tek başına ve sadece kendisi olarak kongrede seçime gider.

Açıklama: Avrupa’da bu işler böyle. Çünkü Avrupa’da kulüplerdeki bu iş adamları operasyonel iş yapmaz. Aptal mı adam? Nerden bilsin Perisic’in değerini? Kulübe sponsor olduğu için yönetimde hak sahibidir. O kulübün maddi-manevi değerinin artmasıyla bire bir çıkar ilişkisi içerisindedir. Tek derdi kulübün iyi bir şekilde yönetilmesidir. Dolayısıyla bu değerli konuma atanacak insanlar adı “yönetim” kurulu olsa da gerçekte işlevi “denetleme” kuruludur. Yöneticileri denetler. İşlerin iyi gitmesini ister zira çok ciddi miktarda yatırımı söz konusu.

-Başkan ve yönetim kurulundan bağımsız bir sportif yönetim oluşturulmalı

Teknik direktör de bu sportif yönetimin bir parçasıdır. Başkanı olur.(Karl Heinz Rummenigge) Teknik direktör ve oyuncu sözleşmeleriyle ilgilenen sportif direktörü olur.(Matthias Sammer). Finansal açıdan yapılacak yatırımlarda söz sahibi olan mali işler sorumlusu olur. Tüm mesele bu kulübü yönetecek bu dört beş “uzman” insanı bulmaktır.

-Tek tek seçilen yönetim kurulu üyeleri ve başkan bu oluşturulan sportif yönetimi “denetler”. Başarısına göre görevden alır ya da görev süresini uzatır. Bunun dışında görünür olan bu işbilir uzman insanlardır. 

(Örnek sportif yönetim kurulu: Hakan Şükür, Tugay Kerimoğlu, Mali işler Uzmanı, Teknik direktör)

-Bunlar olduktan sonra isterseniz iki yılda dört kere başkan değiştirin. Bu teknik direktör ve sportif yönetimi bağlamaması gerekir. İstikrarı bu şekilde korursunuz. Ancak herhangi bir zamandaki başkan üst üste hatalı teknik direktör ve oyuncu transferi gerçekleştiren bir yönetimi tasviye edip yerine yenisini oluşturabilir. En az iki üç yıllık başarısız bir süreci kapsar.


-Bu sistemin en önemli artısı: Bilmem ne şirketinin  CEO’sunun basın sözcüsü, futbol şube başkanlığı, teknik direktör arama ve bulma çabası içerisine girmemesidir. Doğru oyuncu ve teknik direktör ile beraber kulübün kasasına girecek olan milyon euroları hiçbir yönetim ekstradan alacağı reklam anlaşması ya da düşürdüğü faizle camiaya kazandıramaz. BU gerçeğin farkında olmak ..

4 Eylül 2015

Yeşil Kart Geliyor


Yeşil Kart geliyor. İtalya ikinci liginde beş altı hafta sonra uygulamaya geçilecek...


Sarı  ve kırmızı kartlar futbolculara ceza anlamına geliyor. Peki ya futbolcu ödülü hak edecek hareketler yaparsa? İşte bunun için de yeşil kart geliyor. Sakat futbolcu olduğunda topu dışarı atan, kendi aleyhine olmasına rağmen hakeme doğruyu söyleyen futbolcular yeşil kartla ödüllendirilecek. 

Uygulama ilk olarak İtalya ikinci ligi olan Serie B'de eylül sonuna doğru ligin 4. ya d a5. haftasında hayata geçecek. Henüz tam olarak kurallar netleşmiş değil. Mesela teknik ekibi de kapsayacak mı bilinmiyor.

Kesin olan şu ki sıklıkla tekrarladığımız şu cümle futbolda da hayat buluyor: Cezanın olduğu yerde ödül de olması gerekiyor!

Enteresan olacağı kesin ama nerden bakarsak bakalım iyi ve güzel eylemlerin ödüllendirilmesi hoş olacak..

Çok Çek-tik be Letonya..



-..adamları yenemiyoruz. Çek bi Letonya dediğimiz günden beri Letonya'dan her türlü çekiyoruz. En önemlisi belki de en iyi kadrolarımızdan birisini Letonya nedeniyle şampiyonaya gönderemedik. Aylar, yıllar geçti hala son resmi galibiyetimiz 40 asır önce bu takıma karşı. Enteresan.

-İyi oynadık diyebilir miyiz? Letonya geriye çekildi, Türkiye yüklendi. Kadro kalitesi zaten bu olağan  kurguyu belirliyor.  Ürettik, yaratıcı olduk ama gol becerisi eksikti. Gerisi plan, program ve kesinlikle şans değil. 1-1'lik skor üzerine düşünülmeli.

-Arda Turan iyi bir oyun ortaya koydu, fark yarattı. Önce bunu bir kenara koyalım, çok iyiydi ve tartışmasız maçın adamıydı.

-Volkan Babacan'ın geçen sene yediği gollerin yüzde 95'i Volkan'ın hatasından kaynaklanıyor. Hatta inanırım ki Süper Lig'de büyük kaleci hatasını en fazla yapan kalecidir. Lakin muazzam bir savunma anlayışı olan takımın kalecisi olduğu için şanslıdır. Hatta derdim ki bu kaleciye geri pas verilmemesi gerekir zira baskı yerse orada da hata yapıyor çok.. Ama dün sorun kaleci değildi, bu kesin.

-Baskı konusunda sorun yine de vardı. Ön alanda kaptırınca enteresan bir şekilde oyuncuların bir kısmı topu bırakıyor, onun yeniden kazanılmasında aktif rol almak istemiyor. Yani hep o dediğimiz "gegenpressing" eylemine dahil olmuyor. Bir yerde Gökhan'ı diğer yerde Hakan'ı gördüm, kaptırılan topa küsüyorlar sanki. Bunun temeline inseniz "letonya maçı lan işte" ruh halini görürsünüz.. Hollanda maçında bakın hepsi tazı gibi kaptırıldığı anda koşacaklar..

-Tam gereken zamanda golü buldu Türkiye. Gelin görün ki iç sahada böylesine önemli bir karşılaşma son çeyreğe iki üç farklı girilmeliydi. Eksik olan neydi? Üretilen pozisyonların değerlendirilememesi. Bu da milli takımın forvet seçimini masaya yatırıyor..

-Burak oynaması gereken ve fakat maç içi performansı sonucu da çıkması gereken oyuncular arasında yer alıyordu. Türkiye'ye gününde olan, formda olan bir golcü gerekiyordu. Peki kimdir bu isim? Tartışma yok ki Cenk Tosun. Yapılan bütün Cenk tartışmalarında Cenk tarafı yüzde yüz haklıdır. Skor alsaydın haklı olan sen olurdun, ama alamadın...

-Aslında teknik direktörün neden Umut'u tercih ettiğini biliyorum. Burak ve Umut iki farklı santrfor kimliği ve her ikisinden de birer adet bulundurmak istiyorlar. "Eli sıcak" olana umut bağlamak daha iyidir oysa. Umut'u çok severim ama bugünlerde formsuz. Oyuna olumlu katkısı olsa da ihtiyaç daha çok bitirici vuruş idi.

-Ozan, Volkan iyi oyuncular ama uzun süredir transferlerle boğuştular, maçlarda süre almıyorlar. Arda aynı şekilde maç eksiği. Bu sayı birden fazla olursa sıkıntı yaşanılır. Bu denge de gözetilmesi gerekir. Üstelik bu karambollerde Cenk'in iş yapamaması çok zordu.

-Her zaman değil ama seçimlerin bir kısmı da performans üzerine olmalıdır. Sabri'nin milli takımdan kesilmesini anlıyorum. Gençlerin artık yerleşmesi gerekir. Gel gör ki Gökhan'ın sakatlığında oynamayan Ozan'ı orada zorlamak yerine kısa süreli formda Sabri de iş yapardı, Belki de sadece şu zamanda formda olduğu için.. Keza Cenk de..

-Yanlışlar, kötüler ? Ozan Tufan'ın sağ bek zorlaması sıkıntı yarattı. Gökhan Töre iyi değildi. Volkan goller kaçırmasına rağmen iyi olduğu halde oyundan alınan oyuncu oldu. Hakan Çalhanoğlu  ilk yarı iyi paslar çıkardı ama ikinci yarı düştü. Burak kalabalık arasında çok sık kayboldu.

-Golde hata kimin? İki stoper santrforu kontrol altına almış ve topa sahip olana baskı olduğu noktada Şener sağ bekte kontrol alması gereken oyuncudan fazlasıyla uzakta. Savunma dörtlüsüne o an bir çizgi çekerseniz savunmanın diğer üç oyuncusu ile Şener'in arasındaki mesafe zaten sorunu ortaya koyuyor. Savunma dörtlüsü beraber hareket eder, dört oyuncu arasındaki mesafe sabittir. Biri diğerine göre ve aslında hepsi de topa göre kendisini konumlandırır. Sağ bek Şener sürüden ayrılmış kurt misali o dengeyi gözetmedi.

-Bir hata da  orta sahalardaydı. Hücuma dört  oyuncu ile çıkan Letonyalılar Türkiye'nin savunma dörtlüsü ile orta sahası arasında  alan buluyorlar.  Şener doğru yerde olsaydı dahi orta sahaların hepsi rakibin önünde.. Herkes aslında o kadar emin ki golün olmayacağından ve kazandığından.. Uyumuşlar.

-Benim en çok tıkandığım notka budur. "Yerleşim hatası" bekler ve defansif orta saha için ölümcüldür. Rizespor'un geçen sezon yediği gollerin pek çoğunda sorun savunma önü oyuncuların oyun bilgisi konusundaki eksikliklerinden kaynaklanıyordu. Hikmet Karaman'ın burayı Koray-Robin ve şimdi de uzun zamandır Bundesligada oynayan Makiadi gibi Almanya eğitimli oyunculara bırakması kaçınılmazdı. Geçen sezon bizim çok çektiğimiz o doğru yerde bulunma ve "derinlik" alma mevzusuydu ki dün yenilen golde de kendisini gösterir. Bu tam anlamıyla oyun bilgisidir. Busquetliktir işin özü. Türkiye'nin temel eksiklikleri.

-Ki dün yenilen pozisyonların adedi bir hayli fazlaydı, gözden kaçmaması gerekir. Bu denli baskı kurduğun ortamda net pozisyon sayısı neredeyse eşit oluyorsa düşünmek gerekir savunma üzerine..

-Öyle ki hatta..  Adam her topa giriyor, her yerde kayıyor, gidiyor, mücadele ediyor  ve stattaki adam için "çok iyi oynuyor" görüntüsü veriyor ama maçı an ve an izlediğinizde yerleşim hatası yaptığı için aslında teknik direktör için en kötü oyuncu o olurken taraftara sorsanız maçın adamı seçerler.

-Rizespor'da ilk işim oynanan Fenerbahçe maçında yenilen gollerin analiziydi. Sow'un ilk golünü hatırlayın. Hatalar zinciri aslında Sylvestre'nin yerleşim hatası yapmasıyla başlıyordu. Nerede duruyordu? Emre ile Alper'ın tam ortasında. Ne oluyor? Emre alıp topu Alper'e verdiğinde ceza sahasının önünde demarke vaziyette Alper topla buluşuyor ve sonrası gol..  Gol olmasa dahi o pozisyonun oluşumu başlı başına bir hataydı. Ardından diğer hatalar başgösteriyordu belki ama bu hata çok sık tekrarlanıyordu. Kasımpaşa maçında Scarione'nin golü de topla üzerinize gelen oyuncuya karşı "derinlik" alma konusunda sıkıntı yaşanmasından kaynaklanıyordu. Öyle ki bu ve benzeri yerleşim alma ve saha içi dolaşımda sorunu bilip defalarca gösterseniz dahi bir noktada iş oyun bilgisine, eğitime kalıyordu aslında.

-Koray Altınay'ı oraya yerleştirdik sonra. Her oyuncu hakkında hatalarından oluşan bir video hazırlarken Koray'ın hata sayısı ilk iki maçında sıfırdı. Dışarıdan izleyenlere ister istemez "muazzam, süper" diyorsun, akşam maç analizlerinde hoca da seviniyor ama bunu teknik ekip dışında hemen hiçkimse anlamıyordu. Hulasa bek ve defansif orta saha eleştirisi çıplak gözle yapılması çok zor.

-Fatih Terim'in basın toplantısı.. Hakem hatası, olur. Haklıdır da belki. Üst üste de gelmiştir. Lakin İsveçli vurgusu komik olduğu kadar da tuhaf. Bir ülkenin hakemleri başka bir ülkeye neden düşmanlık beslesin? Kim bunun bu şekilde olageldiğine inanır? Söylemekten çekinmeyelim, ancak bir başka insanı ülkesine göre değerlendiren insanlar düşünür.  Geçmişte "Hele bir Yugoslav'dan.." diyen olursa..

-Hülasa.. 54 Avrupa ülkesinden 53'ü yarışıyor. Bunların 23'ü turnuvaya katılım gösterecek!. Ve Türkiye ilk ikiden direkt gitme şansını fazlasıyla azalttı zira ikinci ile arasındaki puan farkı 7. Çek Cumhuriyeti 3 maçını kaybeder, Türkiye 3 maçını kazanırsa.. Geçelim. Hollanda'yı yenip umutları sonraki haftalara bırakmak tek şansı Türkiye'nin.

-Şansızlık ya da teknik direktör ne yapsın diye bir şey yok aslında. Bir takım hem Letonya hem de Hollanda maçlarının son çeyreğini çıkaramıyor ve sorun yaşıyorsa orada bir şeyler yanlış yönetiliyor demektir. Nasıl ki 2008 Avrupa Şampiyonası'nda son dakikada gelen goller "şans" değil de Terim faktörünün bir çıktısıysa burada da Fatih Terim bu son çeyrek üzerine düşünmeli.

-Hala Umut var...

2 Eylül 2015

Grosskreutz Skandalı


Takımım beni burda sanıyor.. 2-Ben kendimi burada sanıyorum.. 3-Poldi beni burada sanıyor.. 4-Kız arkadaşım burada olacağımı düşünüyor.. 5-Menajerim benim burada sanıyor. 6-Gerçekte ben ise buradayım (Dortmund yedek kulübesi..)


-Çok enteresan işler bunlar.. Şimdi siz teknik direktörlük mesleğiyle haşır neşir olmak isteseniz minumum on yılınızı alır. Bir takım çalıştırmayı bırakın, teknik direktörün yanında o kulübeye girmek için geçmek zorunda olduğunuz yollar o kadar uzun ve çetrefilli ki.. Gel gör ki futbolda uzmanlık istemeyen tek şey teknik direktörü atayan, transfer yapan yönetici. O kadar kolay ki. Paran varsa tamam. Diyelim ki paran yok ama enişten, abin ya da kardeşin başkan? E sen de hemen görevli ol. Tam türk işi derler ya, öyle yönetiliyor Galatasaray.

-Asıl sorun ne biliyor musunuz? Galatasaray'ın transferde yaşadığı sorunlar değil. Olmaması gerekir ama  oldu diyelim bir kaza. Yahu bir kurum "Biz zamanında faxı çekmişiz ama imzayı atmayı unutmuşuz" diye kepazelik olan bu durumu daha da rezil rusva edecek bir açıklama yapar mı? Bu açıklamayı yapan akıldan medet ummak zorunda kalmak asıl sıkıntı. 

-Kardeşim uzun zamandır futbolla ilgileniyor. Akıllı da çocuktur. Başkan olsam ve gerçekten iş yapacağına inansam dahi takımın başına atamam, Ayıp olur derim..  Tepki çeker derim. Koskoca kulübü aile şirketine çeviriyor diye laf ederler çekinirim. 

-Grosskreutz skandalı sonrası sportif direktörün asistanı kovulmuş. Kağıdı diyelim ki ters çevirip göndermiş olsun ve imzalı tarafı gitmemiş olsun. Asistanı seçen kim? O insanı oraya yerleştirenin sorumluluğu? Nihayetinde  o hatayı yapan insan muazzam işler yaptığı zaman öne çıkan kim oluyor? 

-Galatasaray gibi büyük bir camiadan bahsediyorsanız oyuncuya verilen birkaç milyon euroya takılmamalısınız. Grosskreutz gibi sistem içi önemli olan futbolcunun varlığıyla kazanılacak olan fazladan üç Türkiye Süper Ligi iki Şampiyonlar Ligi maçının sonucunda kasaya girecek olan 10 milyon lira kayıp. Üzerine Dortmund'a bonservis ve oyuncuya maaş ödemek zorunda. 

-Aslında sorgulanması gereken de biraz bu.  3 yıldır Şampiyonlar Ligi'ne kalan ve ikisinde de üst tura çıkıp rakibinden her sene 50 milyon euro fazla kazanan bir kulüp nasıl olur da ezeli rakibine göre daha kötü maddi durumda olur? Fenerbahçe'nin geçen sezon sadece Diego'yu aldığını ve bu dönemde Galatasaray'ın pek çok yıldız aldığını da biliyorum ama yine de bir dengesizlik yok mudur? Bir yerde ibralar, sorgulanmalar yetersiz değil midir?

-Bugün SportBild'in haberiydi.. Klaus Allofs oyuncu satışından çalıştığı kulüplere 300 milyon euro kazandırmış. Aynı zamanda misal Bremen'de iken 2004-11 arası tam 6 kez takımı Şampiyonlar Ligi'ne sokmuş. Nihayetinde Wolfsburg devasa bir para verip bu adamı takımın başına getirip işine karışmadı. Kimsenin büyük takım için düşünmediği Nürnberg teknik direktörünü takımın başına getirdi. Chelsea ve Dortmund'un yedek kulübesinden Kevin de Bruyne ve İvan Perisic'i transfer etti, parlattı  ikisini de geçen hafta 100 milyona sattı. Oysa Wolfsburg yönetim kurulu başkanı eniştesini transferden sorumlu yapamaz mıydı?

-Bakın çok basit. Kalın kalın yazıyorum. Kongrenin oylarıyla gelen yönetimler Almanya'da kendilerine operasyonel iş yapacak sportif yönetim oluştururlar. İşi bilene bırakırlar. Yönetim değil "denetleme" kuruludur zaten gerçekte de adı. Kurumsallaşma dediğin budur, çok mu zor bunu yapmak? 

-Daha başka şekilde açıklayayım. Yıllar yılı bu işi yaparak meslek haline getirip uzmanlaşmış olan Abdürrahim Albayrak ve Ali Dürüst ikilisini ele alalım. Gerçekte olması gereken nedir? X başkan geldi. Y de gelebilir. Bunun önemi olmaması gerekir. Bu iki adam ve teknik direktör ile beraber oluşturulan sportif yönetim başkanlardan bağımsız performansa göre  iş yapmalılar. Kongrenin seçtiği insanlar bu sportif yönetimi ancak başarısız olduğunda işlerine son verirler. Almanya'da öyle ki başkanın teknik direktörü kovma yetkisi dahi yoktur!

-Neden olmaz?  Neden profesyonel bir yönetici ile bu işler bu memlekette yürümüyor? Bunu ben bir kahvaltı masasında Rizespor kulüp başkanına sormuştum. Oyunculara yaklaşımı, galibiyet ve mağlubiyetlerde değişmeyen tavrı ve insanlığıyla on numara olan Rizespor başkanı şöyle dedi: Olmaz çünkü bizdeki teknik direktör kibri bunu kaldırmaz. Üzerindeki isme saygı duymadığı gibi ortaya pek çok çelişki çıkar. İkincisi ise hepiniz biliyorsunuz. Başkan bu konumdan faydalanmak, popülarite sağlamak ister. Kendisi istemezse kardeşi "beni yönetici yap, başkansın nasıl olsa" der.. 

-Almanlar olup bitene inanamıyor. Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir takımın böyle bir hata yapacağına akıl sır erdiremiyor. Oysa başkanın kardeşini görevli atadığı ve futbolla ilişkisinin diğer başkanlar gibi sınırlı olmasına rağmen kayınçosunun eltisinin yönetime atadıklarını bilseler muhtemelen olağan karşılarlardı.

-Şimdi yine Hamza Hoca buradan takımı toparlayacak. Gelin görün ki bu zor koşullar altında şampiyon dahi yapsa kimse yine bu hocaya hakkını teslim etmeyecek.. Tesadüftü, x kötüydü, y gol atmasaydı denilecek..

Yine yeniden..




-Arkadaş ben muazzam övgülerle donatılmış bir Kevin yazısı yazmadım ki? Yazı iki saat içerisinde neredeyse on bine vuracaktı. Çok iyi futbolcu değil, çok şeyi ortalamanın üzerinde yapıp da koşan, basan, hırslı bir oyuncu. Galatasaray'ın ihtiyacı olan bir oyuncu, hepsi bu.  Yazılan ile algılanan arasındaki mesafe çok.

-Neden gönderildi? En çok bu sorulmaya devam ediyor.  Sistem aslında değişti. Koşu mesafeleri düşürüldü, sprint sayısı maç başına 40 adet geriledi. Gegenpressing abartıldı ve Tuchel daha çok Guardiola'nın yolundan yürüyor. Grosskreutz ve Kuba gibi orta sahadan kapılan topla yapılan birbiri ardına hızlı hücumlara artık gerek yok. Daha çok akıl, yaratıcılık ve teknik ön planda. 118 değil 112 km. 240 sprint değil 200. Geriden hızlı hücum değil, önde sürekli baskının ürettiği hücumlar artık geçerli. Bu da oyuncu tipolojisinin değişimi olunca..

-Hiç unutmam buraya geldiğim 11 Eylül 2011 tarihini. Elimde hiçbir şey yok Hayallerim, umutlarım, hayalkırıklıklarım, enerjim, hırsım ne varsa küçük bir valize tıkıştırıp İstanbul'daki otel odasındaki masada öylece duruyordum. Bir çay söyledim. Masanın üzerinde cam vardı ki ince belli o çay başka duruyordu camın üzerine  ve şöyle demiştim: Belki de sadece bunun için geldim ben buraya..

-Geldim.  İşim futbol olsun istedim. Bahanem buydu.   İnternette blog ve dijital dergi derken gazeteler, radyo, televizyon, dergi ve kulüpte çalışmaya kadar istisnasız futbolun her köşesinde çalıştım. Belki de ilk defa bir şeyi istedim ve yaptım bu hayatta. Aklınızda bulunsun, bunu da kimseyi dinlemeyerek gerçekleştirdim. Yalnız son dönemde artık başım döndü. Altı ay önce arayana "Manşetlerde Spor" programının editörüyüm diyordum. 4 ay önce arana ise "Rizespor'da analistim" cevabını veriyordum. Şimdi ise çok başka şeyler..  Biraz daha çalışıp kendi ekibimi kurarak çok başka bir proje gerçekleştirmek istiyorum. Sadece zaman..

-Almanya'dan Türkiye'ye geldiğim günün sabahında otelde hiç beklemediğim bir telefon geldi. TRT Spor'un Almanya'dan Futbol programının yorumcusu kulüpte çalıştığı için (Samsunspor'da Petkovic'in yardımcısı) programa son vermek durumunda kalmış ve beni "geçici yorumcu" olarak istemişlerdi. 3 program yaptık sevgili Hünkar Mutlu kardeşimle. Gel gör ki Mustafa Doğan'ı sonra getirdiler. İsmimiz yoktu, onun vardı. Oysa o geldiğim gün bu memlekette Bundesliga'yı benden daha iyi yorumlayacak tek bir insan yoktu. bakın bugün Eurosport kanalında Alman ligi maçlarını yorumluyorum ama aynı iddialı cümleyi kurmam. O geldiğim günün öncesinde geçirilen 5 yıl boyunca neredeyse güne üç içerik düşecek şekilde Bundesliga üzerine yazı yazdım, her şehrindeki tribünlere misafir oldum, kafa patlattım. Son programda tahminleri aldılar ve ben 9'da 9 yapmıştım. Keyfini yaşayamadık diğer programda. Belki 8 yıl yurt dışında yaşamış olmanın verdiği bir Türkçe sorunu söz konusuydu ama halledilemeyecek şeyler değildi. Aslında o gün memleket bana "Hoşgeldin" dedi. O gün çok üzülmüştüm ama bugün baktığım zaman memlekette ola gelen haksızlıklar sonrası bu da bir şey mi diyorum.. Hatta o kadar komik geliyor ki.. bu ne ki? ama işte o dönemin memlekete yabancılığı ya da  naifliği de başkaydı. Üzülüyordun böyle şeylere çocuk gibi.

-Birbirlerinden farklı çok fazla futbol işi yaptığımı söylemiştim. Bunlardan ikisi başka. Rizespor'da "analist" olmak ve bugün hala devam eden Eurosport'ta Bundesliga yorumculuğu. Maddiyatın en ufak bir değer taşımadığı işlerdi. İkisinde de farklı duygular var. Sanki ben maç analisti olmak için geldim buraya hissini yaşadım çalıştığım zaman. Yıllarca üzerinde  durduğumuz şey başka geliyordu, öğrenme aşamasındaydım aslında. Şehir kötü ve koşulları benim için zor olsa dahi.. Bir umudum var yine. Belki ileride bir "İSTANBUL takımı" olursa hiç düşünmeden içeriye girerim. (İş başvurusu yaptım) İkincisi ise Bundesliga..   "Benim ligin lan bu" diyorsun. Hiçbir oyuncu yabancı değil, hiçbir ayrıntı senin için detay bile değil, son 8 yılın özeti gibi. Bugün yine farklı işlerde devam ederken Bundesliga'ya dair yorumculuk yaparken başka bir keyif alıyorum.

-4 yılda 5 farklı evde kaldım. 5 kez taşındım. Artık kendime bir ev alasıya kadar başka bir yere taşınmak istemiyorum ve sanırım  Anadolu yakasının keyfini de geç de olsa keşfettim.

-Yaş aldık. Yaşlandık.

-Fitbol dergisini çıkardık. Candaş Tolga Işık'ın projesi. Bu ismi ben tanımıyordum telefon gelesiye kadar. Böyle bir çevresi olan adam görmedim desem.. Ben o kadar adamı tanımam tanısam yazı yazdıramam. Editöryal işleri yaptım, 12-13 sayfa hazırladım. Slogan ve yazar kadrosunun çelişkisi adına çok eleştiri alsa da içeriğini okuyanlar büyük oranda beğendiler. Türkiye Futbol Dünyası'nın aynası oldu ilk sayı aslında. Enteresan gelecektir ama en çok beğendiğim yazı Serhat Ulueren'in yazdığı oldu. "Bir gün Güntekin geldi servise.. Hepinizi kurtardım" dediğini ve bahisin başladığını anlatıyor. Akabinde serviste çalışanların bahis sonucu evliliklerinin yıkıldığından.. O yazı aynı zamanda Serhat Ulueren'i de anlatıyor. Türkiye'de yayıncılık anlayışı, insana verilen değer ve çok şeyi. İkinci sayıya başladık ve ben iki sayılık bir anlaşma yaptım. Sonrasına bakacağız.

-Pazar akşamı "tükenmişlik" sendromuna girdiğimi düşündüm. O kadar çok maç izledim, yorumladım ve üzerine çalıştım ki..  Milli maç arası ilaç gibi geldi derken Grosskreutz transferi.. Ben sadece artık soru sorulmasın diye bu yazıyı yazdım. Şu an yine mesaj olarak bu yazının linkini yazar arkadaşıma atıyorum mesela..  Yine bana Grosskreutz'u hiç tanımayanlar enteresan geliyor. İsim vermeyeceğim ama adam spor müdürü. Sorulan oyuncu da Dortmund'un ortalığı kasıp kavurup Şampiyonlar Ligi finali oynadığı kadrosundan bir oyuncu. Yabancının serbest kaldığı, liglerin birbirlerinin içerisine girdiği bu yeni futbol dünyasında Avrupa'ya hala bu kadar uzak kalmalarını anlamak mümkün değil.

-Twitter'da X hakkında konuşuyorum. Soru geliyor: X hangi kulübe gitti? Ya sabır diyorum. Lan aç gugıla bak bana sorup cevap bekleyeceğine. Ben senin arama motorun muyum? Siri miyim lan ben? Oblomovlar dünyası yemin ediyorum..

-İstanbul'u seviyorum.

-İnsanları sevmiyorum.

...Daha doğrusu insanlarla olduğundan daha farklı bir şekilde görüp iletişime geçmeyi..   Bir gün bu dil çözülecek, o zaman keyif alacağım belki. Şimdilik samimiyetsiz ve fazlasıyla karakteri tahrip eden yavşaklıkta sürüyor ilişkilerin pek çoğu.. Acı cekiyorum iletişimlerde. Bu söz buraya uygun kaçmayacak belki ama eksiliyorum kendimden iletiştikçe. Çünkü içimden sövüyorum, dışımdan gülüyorum sizin gibi. Zaten kendimi de çok sevdiğimi söyleyemem. Düşündüğüm kadar cesur değilmişim. Tanıyıp da sevemediğim insanlar grubunda gördüğüm tüm saçmalıkların bizzat kendimde de var olduğunun farkına vardığımda bıraktım ben isyan etmeyi. Yine de değiştirmeyi düşünüyorum ve bunu da yazarak başaracağıma inanıyorum.


-Bak işte şu karikatür. Bunu çizen adamın kafasını seviyorum. Kafka'nın o kitabından "Böcek oluyordu ama anası üzülmüyordu" ayrıntısına takılan kafa yapısı başlı başına muhabbet sebebidir.  Çevremde maalesef çok az var..

-Yapmış olduğum için kendimi iyi hissetmediğim çok şey var. Düşünmüş olduğum için kendime kızdığım.. Bunları da yazmak isterdim ama üçüncü şahıslara zarar verme duygusu nedeniyle es geçiyorum.  Ne iyi geliyor bana biliyor musunuz? Dostoyevski'nin "Yeraltından notlar" kitabı. Tekrardan elime aldım. Yıllar yıllar önce kendime başka bir dünya kurup yine kendimi muhteşem bir şekilde kandırdığım zamanda "Tutunamayanlar" ile kendime gelmiş, kendimi tanımama izin vermiştim. Benzer bir etkiyi bugün de Yeraltından Notlar ile.. İki kitabın da ortak paydası kişinin kendisiyle samimi bir ilişki kurmasına yol açacak etkiyi vermesidir. İnsanoğlunun kendisini sevmesi gerekir ama bunun için öncelikle tanıması. Manipüle etmeden kendine doğru bir bakış atması. 

-Yazmanın kurtuluş olduğunu düşünüyorum. Yazarak farkındalığı arttırmak bir yana kendi üzerimde düşünerek daha eleştirel bakıp daha doğru işler yapmak istiyorum. Yazarak kurtulmak istiyorum. Sanki arkadaş yazınca günah çıkarıyorsun. Yazınca hayallerin için ilk adımı atmış oluyorsun. Yazınca kurtuluyorsun. arınıyorsun. Oysa duruyor her şey orada. Yine sen tiksindiğin adama gülerek "merhaba" dedin, asla yapmam dediğin şeyi yaptın. Ne garip.. 

1 Eylül 2015

Büyümek istemeyen çocuk: Kevin Grosskreutz


Köln denilince akla Podolski gelir. Dortmund da biraz Greusskreutz üzerinden yorumlanır. Ne gariptir ki 2014 Dünya Kupası’nda olan bu iki Alman futbolcu da Galatasaray’da buluştu. O kadar çok ayrıntısı var ki 4 kitap yazarsın 30 da makale.. Öyle fenomen olmuş bir futbolcu. Büyümek istemeyen çocuk gibidir aslında. Schalkelilerin nefret ettiği Dortmundluların taptığı oyuncu. “Oğlum Schalkeli olsa kimsesizler yurduna veririm” gibi abuk subuk beyanatları olmuş tribün çocuğu amma velakin iyi de bir oyuncudur. Benim saygımı kazanmıştır çünkü isimsiz bir oyuncu olarak yetenekleri kısıtlı olmasına rağmen kat ettiği mesafe, tutkusu ve azmiyle ancak mümkün olmuştur. Her zaman sezon başı üzeri çizilen adam olup da her daim yeni transferlere rağmen vazgeçilmez olmayı en azından geçen sezonun başına kadar  başarmış bir isimdir. Daha da önemli olan ayrıntı ise Galatasaray’ın pek çok eksiğini kapatacak özelliklere sahip olması. Şimdi akla gelenleri tek tek yazayım.. 

1- Çok koşar. Kat ettiği mesafe Almanya’da dahi onu farklı kılıyor. 

2- Savaşçı ve mücadeleci. Presçi. 

3- En büyük artısı sahaya çıktığında her zaman yüzde yüzünü verecek bir tutkuyla futbolu oynaması. 

4- Özellikle savunma konusunda “zeki” diyebiliriz, gerçek hayatta, söylemlerde ve eylemlerde pek “zeka” göremesek de. 

5- Taktiksel açıdan çok yönlülüğü ona büyük bir artı kazandırıyor. 

6- Normal koşullarda çok az sakatlanır. Sadece geçen sezon 6 haftalık sakatlığı oldu son 5 yıl ieçrisinde. Çok koşmasına ve ikili mücadeleye girme ve kazanma oranı yüksek olmasına rağmen. 

7- 27 yaşında. 2014 yazına kadar Dortmund’un başarısının önemli bir parçası olması bir yana milli takım dünya kupası kadrosuna da dahil edilmişti. 

8- Kulübünde kalsaydı bu koşullarda sadece sağ bek için alternatif olabilirdi. Orada Ginter’in iyi oynaması oynadığı bütün mevkilerde onu üçüncü şık yaptı. 

9- Bir kenarı –ister açık ister bek- oynasın, tamamını kulllanır. 

10- Saha dışı zekası ve saha içi tavrı, neredeyse Melo ile bire bir özdeşir. 

11- Teknik kapasitesi Dortmund ve Alman milli takımı gibi yüksek profilli oyunculardan oluşan kadrolar içerisinde “sınırlı” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu konuda tartışma hala sürüyor aslında. Bazıları tekniğini de beğenir. 

12- Sağ kenar oynadı. Nuri’nin yanında defansif orta saha oynadı. Üst üste burada maçlar çıkardı. Bir kupa maçında Düsseldorf’a karşı stoper çıktı. Yine bir kupa maçında Hannover’e karşı sol bek oynadı. Kaleye geçti, sol ön ve sağ ön oynadı. Bir kere de forvet arkası onu gördük. Lakin orijinal mevkisi sağ bek ile sol ön olduğunu söyleyebiliriz. Savunma olarak sağ bekte iyidir, ofansif açıdan sol önde iş yapmıştır uzunca bir süre. Bu ikisinin ortası ve karışımı olarak sağ önde Galatasaray’ın onu kullanması Sabri ile iyi bir ikili yapmaya yetecektir. Yıllarca Schmelzer’in aşırı bindirmelerinden oluşan boşlukları iyi bir şekilde kapattığının altını çizelim. 

13- Uluslarası tecrübeye sahip. Şampiyonlar Ligi finali de oynamıştır, milli takım ile tecrübesi de olmuştur. 

14- İlk 97 maçında gol ve asist açıdınan skora 37 kez etki etmiştir efendim. 

15- Gol atar. Muazzam bir Müller içgüdüsü ya da Lewandowski tekniğiyle değil her topa girme aşkıyla zaman zaman meşin yuvarlağı kimsenin beklemediği şekilde filelerle buluşturur. Marsilya’ya olduğu gibi üstelik bu bazen çok önemli maçlarda vuku bulur zira onun oynama tutkusudur aslında her şey. 

16- Dortmund’un delisidir. Podolski de Köln’ün sembolüydü. Duygularıyla hareket eder, profesyonellikten pek nasibini aldığını söyleyemeyiz. Bazen “çocuk gibi” hareket ettiğini söylemek zorundayız. 

17- Kenar oyuncuları etkili olan takımların panzehiri. Robben dahil durduramayacağı oyuncu yok. Savunma yanı güçlü. Bayern’ü üst üste 5 kez deviren Dortmund’un bu maçlardaki en büyük gücü Kevin idi. 

18- Yükseklik korkusu var. Günden güne bu korku büyüyor. (Saha içine etkisi yok da işte..) 

19- Ahlen’de takım arkadaşı Reus ile beraber oynadı. Aslında ikisi de Dortmund altyapısına gelmişti. Ne takımmış o dönemin ikinci Bundesliga’daki Ahlen’ı be! 

20- Premier Lig’i seviyor, özellikle Liverpool’u. Bu iki seçim onu anlatır. 1- O ligde az düdük çalınır ve mücadele önemlidir, tempo. Greusskreutz’un en iyi yaptığı.. 2- Liverpool’un bir geleneği var ve takım sevgisi taraftarlarda çok fazla. 

21- Sol ayağı zayıf. Sağ önde iyi işler yaptığı zaman dahi illa ki sağına çekip orta yapar. Bir dönemin tartışması da sol ayağı sıfıra yakın olmasına rağmen “Sol bek oynaması” gerektiği üzerineydi. Çok saçma. Sol önde iyi gözükmesinin sebebi de daha çok Schmelzer’in açığını kapatmasıdır. 

22- Kafası eh işte.. Ceza sahasında zaman zaman iyi pozisyon alır ve kafasıyla iş yaptığı olur bazen. 

23- Bitiriciliği –sağ ayağıyla sadece- fena da değildir. Zaman zaman golcü olarak anılmasına da sebebiyet verir. 

24- En çok eleştiri alan ayrıntısı tekniğidir. Aslında çok kötü değildir ama milyon euroluk kadroların ortalamasının altında kalıyor. Aynı şeyi “hızı ve seri olmak” konusunda da.. Gel gör ki “yavaş” denilen Kevin bir ara 34.9 km hıza ulaştı ve bunu geçmek çok zordur aslında. Yavaşlığı seri olmak ile karıştırmamak gerekir. 

25- Babası onu 4 yaşında iken Dortmund maçına götürür. O maçı unutmaz. Zorc, Chapusiat ve Sammer’in iki golüyle 4-1 kazanmıştır sarı siyahlılar. O günden sonra da babasıyla beraber Dortmund maçını içerisde dışarıda izler, maç kaçırmaz. 

26- İdolü Paul Lambert! Önce UEFA Kupası finalinde Dortmund’a karşı oynadı ve sonra Hitzfeld onu transfer etti. 96-97 sezonunda Dortmund’da oynadı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Dortmund’un savaşçı orta sahası! Taraftar severdi çok.. 

27- Babası 30 yıllık Dortmund’un meşhur “süd tribüne” müdavimi. 

28- Dortmund sistemi pres, koşu mesafesi ve özellikle pres anında rakipten daha fazla adam sayısına ulaşma üzerine kuruluydu. Bu minvalde herkesten çok koşup basan Greusskreutz Klopp’un iki şampiyonluğu ve şampiyonlar ligi final başarısında önemli bir rol oynadı. Teknik açıdan ortalama olmasını bu şekilde kapattı, DENGE’yi sağladı. 

29- Klopp’un ilk iki şampiyonluğunda takımın değişmez oyuncusu olurken iki yılda iki şampiyonluk ve bir DFB Kupası kazanırken 17 gol attı 17 asist. Savunmasıyla nam yapmış bir oyuncu için fazlasıyla iyi bir hücum istatistiği olmuştu. 

30- Bir eksi olarak şunu belirtelim: Oyun ön alana sıkıştığında dar alanda etkili eylemler konusunda sıkıntı yaşıyor ve çok fazla top kaybediyor. Lakin geniş alanda yakalarsa da “aslında o kadar kötü tekniği yok” diyecek eylemleri oluyor. 

31- Derbilerin adamıdır,(Schalke maçlarında çok da iyi değildi aslında, büyük maçların..)  bu açıdan biraz Meloluk da barındırır içerisinde. Şöyle bir hatırlatmakta fayda var “Schalke’nin tribünden gelen kalecisi Neuer ile olan” iletişimini. https://www.youtube.com/watch?v=YUy59-zDtxU 

32- Kendi kişisel fikrim: Saha görüşü iyi. Boşluklarır kapatmada ya da topa sahip olduğunda görmede oldukça iyi. Hatta bir adım ileri gidiyorum ve oyun içerisinde oluşan boşlukları kapatma konusunda daha iyisini arasanız bulamazsınız. 

33- En iyi döneminde dahi istikrarsız bir görüntüsü vardı. Mücadele, hırs konusunda sorun yoktu belki ama iki maç uluslarası yıldız seviyesinde oynuyorsa iki maç da ortalama..

 34- Açık ve bek ayırt etmeksizin ortalaması Bundesliga seviyesinde senede 8 gol 8 asisttir. Bu da “defansif yönü ağır basan” bir oyuncu için fazlasıyla iyi bir rakamdır. 

35- Enteresan bir şekilde Bayern Münih maçlarının yıldızı olmuştur. Aşırı ofansif sağ bekin açıklarını kapatmak, Bayern’in kenar gücünü sıfırlamak gibi çok önemli rolleri oldu. 

36- Önemli bir artısı da şu olmuştur hep: Rakip ceza sahası çevresinde tehlike yaratacak top kazanımları.. 

37- Tekniği kimine göre iyi kimine göre vasat. Perisic’i almışlardı ve sonunda teknik kapasitesi yüksek bir kenar oyuncusu vardı takımda. (Geçen gün İnter’e giden..) Gel gör ki Kevin onu da geçip kadroya girdi.

38- Maç içerisinde ortalaması 12 km 35 sprinttir. Takım içi kıyaslamayla anlatırsak: Bender’den çok koşan ve en fazla sprinter oyuncuyu ikiye katlayan rakamlara ulaşır. Onu bireysel yetenek konusunda sıkıntısı olmasına rağmen vazgeçilmez yapan özellikleri 

39- Bir derbide Asamoah’a ırkçı yaklaşımları olduğu iddia edildi. Blogda da yorumlamış, daha çok derbinin havasından gerçekleştiğini söylemiştik. Yoksa siyahi takım arkadaşlarının olduğu yerde buna benzer başka bir haber hiç olmamıştı. 

41- Güzel yaklaşım.. Çok yönlülüğü.


41- Sabri’nin bu takımda en büyük sorun olduğunu düşünengillere umut vereyim: Grossskreutz Piszczek’in yokluğunda 2013 sezonu başında sağ bekte harikalar yarattı. Öyle ki milli takım için Lahm’ın merkeze geçmesi sonrası aday oldu. Bence Sabri’nin önünde oynaması gerekir ama akılda tutulsun. 

42- Market değeri sakatlık sonrası kadroya girememesi ve geride kötü bir sezon geçirmesine rağmen 5 milyon euro.

 43- Çok az sakatlanır. Derdiniz olmasın.

44- Saha içi tanımı: Defansif kenar forvet. Savunması muazzam ve buna rağmen hücumda da iş yapabiliyor diyelim.

TAKTİKSEL AÇIDAN GETİRİLERİ

 Bu transfer hamlesinin özeti Galatasaray’da dengeyi sağlayacak olmasıdır. Oyuncunun yeteneklerine odaklanmak yerine takım içerisinde ihtiyaç olana sahip olup olmamasıyla değerlendirilmesi gerekir.

 1- Sağ ön kenar olmadığı için Hamza Hoca lüzumundan fazla sistem değişikliğine gitti. Ama aynı zamanda Sneijder-Podolski-Burak’ın birlikteliğinden doğan savunma zaafiyeti ve topun geri kazanılmasının süresinin fazlalaşması Umut gibi ön alanda pres yapan amma velakin sistemi çökerten bir oyuncuyu dahil etmek zorunda kaldı. Sadece bu da değil.. Burak’tan vazgeçemeyen ve Umut’un da defansif özelliklerine ihtiyaçtan kadroya girdiği noktada Sneijder ve Podolski gibi çok etkili gol ayakları da kaleden uzaklaşmış oldular. Dolayısıyla Kevin Greusskreutz’un sağ öne yerleşimi ile beraber Sneijder-Podolski’nin aksine pres yapan, orta açan, gole değil gol attırmaya yönelik, içeriye değil çizgiye doğru oyunu enlemesine açan bir “tamamlayıcı” defansif kenar forvet takıma dahil edildi. 

2- Takımın çok kimse farkına varmak istemese de asimetrik hücümu söz konusu. Yani Galatasaray sağdan sağdan geliyor. Bu da Sabri’nin asistleri ve iyi oynuyla beraber sağ kenarı savunması sorunlu bir hale getiriyor. Özellikle 2013 başında Pişçek’in yokluğunda muazzam bir sağ bek performansı göstermiş olan Kevin’in varlığı buradaki sorunu çözecektir. Dahası ister açık ister bek oynasın, Kevin kanadın tamamını kullanır. Bu da çıkan bekinin yerini doldurmak ki Schmelzer de bunu çok iyi başarmıştı.

3- Galatasaray’ın hücumda en büyük kozu Podolski ve Sneijder gibi muazzam iki şutöre sahip olmasıdır. Robben gibi bir adam dahi gelse üçüncü ön alan oyuncusu golü düşünen yapısıyla zarar verecektir. Tamamlayıcı bir oyuncu olarak hem bu ikisinin hücum gücünden çalmayacak ama aynı zamanda bu ikiliye daha fazla etki alanı sağlayacak olmasıyla Kevin Grosskreutz dengeyi sağlayacaktır. 

4- FourFourTwo’da geçen ay Podolski üzerinetaktiksel bir yazı var benim yazdığım. Orada da üzerine basa basa belirttiğim husus Sneijder-Podolski’nin olduğu yerde sağ kenar kaçınılmaz olarak içeriye değil çizgiye inecek bir yapıda olması gerektiğidir. 

"Merkezde Sneijder ile beraber Podolski’nin sol kenarda varlığı sağ kenar profilinin de hatlarını belirliyor. Sağ ayaklı ve çizgiye inecek özelliklere sahip bir futbolcu oyun çeşitliliğini ve Podolski’nin ikinci forvet rolüne bürünerek atacağı gol adedini artıracak. Kenar ortalarında forvetleşen yapısı ve sezgileriyle attığı gol sayısı bir hayli fazla.

 Grosskreutz uzunca bir dönem sol önde oynamış ve içeriye doğru kıvrılmıştır ama sağ ayaklı ve sağ kenarda çizgiye kayacaktır ister istemez zira sol ayağı yok denecek kadar.. 

5- Yine Galatasaray'da Umut'u zorunlu bir şekilde kadroya sokan takımın ön alanda sürekli baskı yapmasının anahtarı olan topu kaybettiğin anda yapılan o baskının(Gegenpressing) eksik olması ve topun yeniden kazanılma süresinin bir hayli uzun olmasıydı. Kevin ön alanda kaptığı toplarla da etki etmiş ve Klopp futbolunun ilk üç yılında önde muazzam bir baskı üretme makinasına dönüşmüştür. Hem bu açığı kapatır ama aynı zamanda bunu Umut gibi santrfor bölgesinde Sneijder-Podolski'ye zarar verecek şekilde  değil de kenar forvet rolüyle bu ikisinin verimliliğini arttıracak şekilde yapacak olmasıdır.

31 Ağustos 2015

Douglas Costa


Duglas Kosta.. Müthiş bir giriş yaptı Avrupa Futbol piyasasına. Peki ne yaptı?

-34.2 km hıza ulaştı ki bu onu Bayern'in en hızlı oyuncusu yapıyor.

-Bayern Münih'in  bugüne kadar yaptığı 31 ortanın 15'i ona ait. Neredeyse takımın tüzde 50 ortalarını yapan adam.

-9 tane kaleye şut pası verdi ki Vidal ile beraber yine bu alanda en iyisi.

-12 şutu da kalelere kendisi çekti.

-Yüzde 50 ikili mücadeleleri kazanma oranıyla oynadı ve böylesine tekniği güçlü oyuncu için oran bir hayli iyi. Muhtemelen şaktar dönemi bek oynamasının verdiği bir avantaj.

-Oynadığı 3 lig maçının 2'sinde maçın en iyi oyuncusu seçildi. 

-3 lig maçında 1 gol 4 asist..

Benim şöyle bir tezim vardı: Lucescu'nun takımından alınan oyuncu her zaman değerinin üzerinde bir görüntüye sahiptir. Oyuncu 20 milyonluksa Lucescu'nun sistemi ile beraber bu rakam 30'a çıkar gibi.. İlk defa Şaktar'dan alınan oyuncu için "değerinin altında fiyat ödenmiş" yorumunu yapıyorum.

Son 5 yılda Ribery-Robben ikilisinin üzerinde yükselen Bayern artık Costa-Müller işbirliği ile anılacak. Her ikisi de gelecek 5 yılda Bayern'e damga vuracak ve Robbery gibi takımın kimliği olacak gibi duruyor..

18 Ağustos 2015

Hikmet Karaman ve Kweuke!



Leonard Kweuke ve Hikmet Karaman’ın yaşadığı olay nerden bakarsak bakalım hikayelik.

Rizespor 2-1 gerideyken son çeyrekte penaltı kazanıyor Çaykur Rizespor. Hikmet Karaman penaltıyı Deniz’in kullanmasını istiyor. Kweuke topu bırakmıyor, Sercan Kaya önüne geçiyor ve teknik direktörün direktifini iletiyor. Kweuke takım arkadaşına “Çekil buradan, ben kullanacağım” diyor ki bu oldukça uzun bir süre bu şekilde devam ediyor. Nihayetinde penaltıyı kullanan Kweuke golü attıktan sonra saygısızca hocasına yönelik söylemlerde bulunuyor.


Tam da içime doğduğu gibi  Kweuke bir gol daha atarak maçın kahramanı ama günün saygısızı olmayı başarıyor. Bu maçın kahramanı Kweuke olduğu gibi terbiyesizi de yine Leo'dur. Oyuncunun yaptığı saygısızlık ve net bir şekilde cezayı hak edecek bir tavır. 

Antrenörün otoritesini sarsacak eylemlerin cezasız kalması uzun süreçte zararı büyüktür. Üstelik bizzat gözlemlediğim için söylüyorum, o kırılgan ve duygusal yapısına zarar vermemek için tüm uyarılarını iyi bir dille yapmak için çaba sarfeden hocasına da nankörlük yapmıştır.

Leo aşırı duygusal ve gerçekten de iyi bir insan ve fakat "kötü" bir profesyonel. Hikmet Karaman saha dışında ona bütün uyarılarını oldukça nazik bir dille yapmaya özen gösterirdi. Üstelik Hocanın bu iyi yaklaşımının arkasında ne oyuncunun attığı goller ne de başka bir şey vardı. Kırılgan yapısının farkında olarak anlayacağı dille özen göstererek istediklerini bire bir görüşmelerde yapardı. Bazen şurada hata yaptın derken Leo'nun yüzünde öyle bir ifade belirirdi ki yine üzülen siz olurdunuz. O attığı gol sonrası gerçekten ağlıyor, gereğinden fazla bir duygusallıktan dahi bahsedebiliriz. Leo'yu tanıyınca hocayı da anladım. Sahanın dışında çok farklı olduğunu bizzat gözlemledim. Disiplinsizliği ya da antrenörün otoritesine baş kaldıran bir tavrı hiçbir zaman olmadı. Gelin görün ki o duygusal, iyi adam maçta çok başka oluyor. Adrenalin kana karışınca tanınmaz hale geliyor. Emin olun maç sonu sayısız kez özür dilemiş ve hatasının farkına varmışır ama bu yaptığı "büyük" hatanın kusurunu örtmüyor. 

Bu olayların başlangıcı aslında geçen sezon deplasmanda oynanan Gaziantepspor maçıydı. Penaltı sonrası tavırları o maçta da yaşandı. Ben o deplasmana gitmedim, tesislerde kaldım ama saha içerisinden talimatlar veren hocasına karşı olan tavrı tam da penaltı sonrası yaptığı terbiyesizlikle bire bir örtüşüyordu. Belki Hikmet Hoca'nın kusuru varsa cezayı bugün değil tam da o zaman kesmemesidir belki de.

Tanımayanlar için yazayım: Hikmet Karaman bir maçın sonucuna bakarak asla değerlendirme yapmaz. Takımın kazandığı pek çok maç sonrası sabahlara kadar uyumamış ve yapılan hataları analiz ettiği gibi kaybettiği maçlardan sonra da zaman zaman yapılan güzel şeylerden dolayı da mutlu olabiliyor. Uzun vadede getirilerini düşünüyor maç maç bakmaktan ziyade.. Üstelik takımdaşlığa, birlik ve beraberliğe galibiyetlerden, puanlardan dahi daha fazla önem veriyor. Zaman zaman bunu sağlamak için takım toplantılarına güzel sözler, motivasyon sağlayacak hikayeler ve daha pek çok aksiyonu içerisine katıyor. Hocanın üzüntüsü muhtemelen uzun uğraşlar vererek kurmak istediği takımdağlığın zedelenmesidir zira o penaltıyı atmak istemesi sadece hocasına karşı saygısızlık değil onun yerine atması gereken Deniz'e de haksızlık. Sadece hocasına saygıdan değil arkadaşına verdiği mesajdan dolayı da üzücü olmuştur.

Leo net bir şekilde yanlış yapmış. Maçı kurtarması ya da bu hırsı üç puanı getirse de maalesef cezayı hak ediyor ve tanıdığım Hikmet Hoca'nın yaptırımından kurtulması neredeyse imkansız. 

Doğrusunu söylemek gerekirse o görüntü benim aklımdan çıkmaz. Leo'yu yanına alan Hikmet Hoca oldukça yavaş, sakin ve uygun bir dille video analizlerinden ona düzeltmeler yaparken olabildiğince diline, tavrına özen göstermesi ve sabrı  beni etkilemişti. 

Güzel insan Leo'ya bu amatör davranış hiç mi hiç yakışmadı..