4 Nisan 2014

Cesare Pavese


"Telefon çaldı. Küvetten çıkmadım, çünkü sigaramla birlikte mutluyum ve büyük olasılıkla, artık gerilerde kalan o gece ilk kez kendi kendime, bir şey yapmak, yaşamda bir şey elde etmek istiyorsam, kimseye bu münasebetsiz babaya bağlandığım gibi bağlanmamaya, kimseye bağımlı olmamaya söz verdiğimi düşünüyorum" 

"Yalnız Kadınlar Arasında" , Cesare Pavese

Edith Piaf-Sous le ciel de Paris



Nasıl ve neden olduğunu hatırlamadığım birisi vardı ortaokul yıllarında. Sanırım aşkın içerisindeki o acı tadı ilk defa burada tattım. Kız ve Erkek yurtları farklı binalardaydı ama yemek saatleri sonrasında o ışıkların bir türlü aydınlatamadığı karanlık sahalardaki yarım saatlik arada karşılaşırdık. Sürekli onu gözetlememe rağmen hatunun görüş alanına bir türlü giremedim. Fark ettiremedim kendimi. Önüne sevmediğim çocuğa dalaşıp kavga ettim, olay yerini iki dakikada terk etti. Önünden çarparak hızlıca koştum, kim bu ayı diye bakmadı. Ona çarpan ayıya daldım, arkasına bile bakmadan yürüdü gitti. Ne yaptıysam “Ben buradayım” diyemedim bir türlü. 

Yurtta bir ara moda olan futbol topunu karşıda kalabalık bir şekilde kümelenen kızlara karşı volelemeyi fırsat bildim ilk. Naylon topu alıp şöyle bir havaya bırakıp gelişine tam da onun yüzüne doğru sert bir vole çaktım. Pis oturdu yüzüne ve acıyla karışık bana baktı. Ben ona baktım. O tekrardan bana dik dik baktı. Çok asil durdu acıya karşı. Gönlümüze katmıştık çoktan ama o gün acıyla karışık hüzünlü yüzüne bakınca bir kez daha aşık oldum çünkü çıt çıkarmadan geçip gitti önümden. İşi bu noktaya getirmeyebilirdik belki ama bana başka seçenek bırakmadı. Bir şekilde dokunmalıydım ona, tanıtmalıydım kendimi öyle ya da böyle. 

O gün bir başka uyudum, bana acıyla karışık tiksinme barındıran ifadeyle bakışını hep aklıma getirdim. Yüzümde bir gülümseme. O anda sadece bana baktığını düşündükçe sabahı zor ettim. Kalabalık yurt çocukları korosunda onun için diğer herkesten çok daha farklı bir konumdaydım. Artık ben onun için herhangi birisi değil, yüzüne sağlam bir vole ile topu yapıştıran o geri zekalı çocuktum. Onunla olan ilk iletişimim buydu. 

Yurtta kendimi gösterebileceğim alanlar mevcuttu. Matematik söz konusu olduğunda herkes bana gelirdi lakin o benden bir sınıf yukarıda olduğundan çakışmıyor, havamı atamıyordum burada. Tam anlamıyla kahraman olduğum futbol maçlarını izlemez, üst katta olan kavgalarda önüme geleni dövmüş olmamı da göremezdi ama bu ortamın dışarıda yarattığı havayı sezinlediğini düşünüp mutlu olurdum. 

Yüzünde yarattığım o acı anlardan sonra yine bir iletişim olmayınca buradan yürümeye devam ettim. Özür dileyecektim ondan. Bazen biz yemekten önce gelirdik yemekhaneye. Tam o nokta kızlar ve erkekler yurdunun birleştiği o sıkışık alanda yemek hazır olana kadar mecburen birbirimize değerdik. Kendi grubumun hemen ötesinde kardeşi ve diğerleriyle toplanmış olan A’ya doğru birden gidiverdim, plansız. Özür dileme fikri kafamda vardı ama nasıl bir özür olabilir ki topu durduk yere yüzüne tam bir bilinçle vurduğum insana karşı? Dedim ki yine de ben “Öyle ortalığa atacaktım ama senin tam yüzüne geldi, istemezdim, özür dilerim”. Gülümsedi birden, aklım çıkıyordu. “Geçti gitti, çok acımadı zaten” derken ben eriyordum sanki. Kollarımı yemekhane sırasının olduğu demirlerden geriye çekemiyor, hareket edemiyor, kıpırdayamıyor ve dahası ne söyleyeceğimi de bilmez halde yüzüne bakıyordum. “Çok acıtmamışsa güzel A” dedim istemsizce. “Senin ismin nedir” diye sorunca “Orhan” dedim. “Hafta sonu biz kardeşimle evci çıkmayacağız, sen de buradasın sanırım” dedi. Lan dedim, beni biliyormuş, beni tanıyormuş. 

Sonra durdum, beni kim tanımıyordu ki? 

Yılın 365 günü yurtta kalan tek insanıyım. Yıllar yılı Cuma akşamından Pazar gecesine kadar daha ortaokul yıllarında olan yatılı öğrencilerin başına belletmen koymayan sisteme ağır küfürler ettim. Çok sonradan anladım ki o belletmen benmişim meğer. O anda A ilk defa hafta sonu evci çıkmayacağı, yurtta kalacağı için benden gizli bir şekilde yardım istiyordu. O hafta muhteşem bir hafta sonu geçirdim. Yurtta belletmen olmasa dahi kimse bekçi Ramazan abi’yi geçip dışarı çıkmaya cesaret edemezdi, ben hariç. Günde üç defa onların olduğu bölgeye gider, elimde kalem kağıt listeyi alırdım. Pide, tost, çikolata, kola, ayran, lahmacun.. Öyle bir havalıydım ki istemediğim insanın siparişini almazdım. Sadece A kendisini özel hissetsin diye durduk yere birilerine kızar, onun siparişini almaz, aptalca cezalandırırdım. Sonraları A’nın yakın arkadaşlarını kolladım, onlara şakadan kızmaya başladım zira sonrasında A gelip beni ikna ederdi arkadaşının da siparişini almam için. 12.5 yıllık yaşantının o zamana kadar en özel anlarıydı. “Lütfen” diyordu. Bu seferlik affetsen olmaz mı derken ben zamanı durdurmuştum çoktan. 

Daha sonraları bu özel ilginin bağımlısı olmuştum. Arada ona küserdim yeterli nedeni bulduğum zaman. İşte o zaman hafta içi herkesin akşam yemeği sırasına geçtiğinde o sıranın önündekilere izin verir benim gelmemi beklerdi. Beni görünce yaptığı aslında hiçbir şekilde umurumda olmayan hatası için özür dilerdi, erirdim ben. Özür dileyen o mu yoksa ben mi dışarıdan bakıp anlamak mümkün değildi. Sonra bu yakın ilgilerin olmadığı günler acı çekmeye başladım. Olduğu zamanlar ise hayat bayramdı işte bize. Bunun bir süre sonra farkında olan A artık beni yönetmeye başladı. Onunla ilgisi olmasa dahi hoşuna gitmeyen şeyler yaptığım zaman soğuk yüzünü gösterir, beni acıdan inim inim inletirdi. 

Yurtta mesela bir doğum günü partisi vardı. Akşam yemeğinden sonra Kız ve Erkek öğrencilerin birkaç saatliğine bir arada olduğu nadir zamanlardı. Bir ay öncesinden başladım beklemeye zira teybimiz de olduğundan onunla dans etme hayalini gerçekleştireceğimi düşünüyordum. Ve fakat onun arkadaş gurubundan bir kızın kardeşiyle dalaştığım için bana tavır yaptı, ben hariç herkes herkesle dans etti. O kadar sinirlendim ki gittim o çocuğu bir daha dövdüm. “Erkek ol, şikayet etme, buradaki olayları başka yere taşıma” dedim. Bir daha cezalandırıldım, bir daha bir daha.. 

Artık onun insafına kalan bir yaşam sürüyordum. Cezalar artıyor, bazen sadece canı sıkıldığından dolayı beni görmezden geldiğini, çektiğim acıdan keyif aldığını düşünmeye başladım. Yurtta üç tane saha vardı. Biz telli ya da fileli sahada futbol maçına daldığımız esnada basketbol sahasına file çekip A’lar da voleybol oynuyordu. Mahalleli çocuklar gelmiş, fileyi sökmek istemiş ve A’lar da direnirken arkadaşı gelip bizi çağırdı. Normal koşullarda hesap kitap yaparım ama o itişme anında A’yı sahanın dışına çıkaran çocuğu gelir gelmez indirdim. Kızlar kaçtı, 7’şerden maç yapacak iki takım da benim üzerime çullandı. Çok dayak yemişimdir ama böylesini çok az. Peki ne oldu? Yine kavga edip yurdun huzurunu kaçıran olarak cezalandırıldım. En sevmediklerimle grup olup konuştular, yüzüme bile bakmadı onun için dayak yememe rağmen. Dün olmuşçasına ağrısı şuramda durur yediğim dayaktan ziyade sonrasında beklentimin tam da aksine olan tavrını gördüğüm zaman.. 

Kapı önünde oynanan bir voleybol maçına herkesin şıp diye girdiği yerde bende ortaya daldığımda topu tutttu. “Sen çık” dedi bana. O yurtta bana bu kelimeyi kullanacak belletmenler dahil tek bir insanoğlu yoktu. Herkesin gözü önünde azarlanmış bir çocuk gibi oyundan çıkıp kenara geçip onları izledim. Kavga ettiğim ne kadar çocuk varsa da o oyunun içerisindeydi. Film bende sanırım tam orada koptu. 

Bak 12-13 yaşlarındaydım. O gün karar verdim. O gün bugüne kadar sürecek olan ilk ve altın kuralı koydum yaşamıma. O gün dedim ki “seni ben var ettim, istediğim zaman da yok ederim”. Seni bu kadar güçlü yapan benim bu zihnimdeki algıdır, var ettiğim gibi yok da ederim. Ajdar’ın her şeyine gülebilirim ama “alırım senden tüm yetkimi” cümlesine asla. Yaşamınız içerisinde bazen insanları yetkilerle donatıp hayatınızı onların eline ve keyfine bırakıyorsunuz. Bunun adı ne olursa olsun nihayetinde bir başkasına bağlı bir yaşama doğru kulaç atıyorsunuz. Dünya üzerindeki hiçbir mahlukat benim günlük seyrimi etkileyecek derece öneme haiz olmamalıydı. Olamadı da. Bu nasıl bir gurur diyorum aradan geçen 20 küsur yıl sonra? İnsan olarak beni en tepeye koyan istisnai bir platonik aşk hariç benzer bir durumu bir daha yaşamadım. Üstelik acının verdiği zorunluluktan olsa gerek bir insanın gücünün zihnimde saklı olduğu gerçeğini keşfettim. Teoloji konusunda aradan geçen 20 yıl sonra dahi o günlerde sahip olduğum düşünceyi bugün aynı şekilde savunuyorum. Çocukların çıplak gözle gördüğü gerçekler olması gerekir, başka türlü bu olgunluğa ulaşmam çok zor. 

Dışarıda onları izlerken top önüme geldi. Daire içerisinde beyaz topu birbirlerine atan bir grup karşımda topu onlara atmamı bekliyordu. Şöyle hafif yukarıya doğru saldım topu ve gelişine voleyi koydum. Bu sefer bilardo topu gibi şutum bir ondan bir ona çarpıp kenardaki balkondan aşağıya düştü. Top A’ya da çarptığı gibi naylon değil beyaz deriden bildiğin gerçek voleybol topuydu, bu sefer gerçekten acıtmış olmalıydı. Ona baktım, o da bana baktı. Anlamıştı. 

Bitmişti. Bitirmiştim.

Yemek sırasında bu sefer beklemediğim bir şekilde beni durdurdu, özür diliyordu. Geçip gittim önünden.. Sonra hep gittim. 

Bir insandan iradenle kopup gitmek öyle kolay değildir, bilirsiniz. Önce insandan, sonra mahalleden, sonra şehirlerden derken memleketlerden de gitmeye başladım. İrademi uzunca bir süre takdir ettim ama aynı zamanda bu pek çok ilişkiyi gereğinden fazla zorlamama müsaade etmediği için mesela 24 yaşımda hayatımın kadınını kaçırdım. Zararı da oldu yararı da.. Dostoyevski okuduğu zaman insan aşağılanmaktan bir çeşit haz da duyuyor, ben o gece bu hazdan da yoksun olacak şekilde inşa ettim geleceğimi. Pişman da değilim, ben de buyum.

3 Nisan 2014

Mac Farklı



Uykusuz'dan Fırat Budacı yazmış..


Fırat’ın MacBook ekranından rengarenk bir top dönüyor. Steve Jobs, Windows hakimiyetindeki bilgisayarlarda ekran donunca beliren kum saati yerine renkli bir top döndürmeyi uygun görmüş, Jobs’a bir şey diyemezsiniz, adam bir dahi! Ekran donunca dönen renkli topu izlemekten başka bir şey gelmiyor Fırat’ın elinden. Ona da bir şey diyemezsiniz çünkü bilgisayar konusunda adam tam bir gerizekalı. Bırakın herhangi bir müdahaleyi, dönen renkli top bir tür mikro Baby TV etkisi yarattığından yaklaşık 3 yaş seviyesinde Fırat da donuyor. Zaten mesele dönen top değil, herhangi bir şey döndükten sonra bakar Fırat, dert değil. Mesele bu topun neden döndüğü?

Aslında açılışı Hürriyet.com.tr ile yapan, gidebileceği en uç nokta DNS ayarlarıyla hallolan düz bir kullanıcı Fırat. Kendisine sorsanız şiddetle itiraz eder ama bu tür kullanıcılarda ekran donmaları genelde “hot young girl” ün memeleri yüzündendir. Fırat, internet dünyasını haber siteleri, Vikipedi ve edebiyat dünyası’ndan oluşan bir sacayağının üzerine inşa ettiğini  iddia etse de, kendisine, “O zaman niye oynayıp duruyorsun oğlum DNS ayarlarıyla” diye sorduğunuzda, o boncuk gözleri birer top gibi dönerken suratı tıpkı ekran gibi donar kalır.  Siz, onun sürekli toplumsal bir mevkide tertemiz yaşıyormuş gibi durduğuna,  minik gözlüklerinin arkasından aydınlık bir geleceğe entelektüel bakışlar fırlattığına bakmayın; ufak bir araştırma yapılsa bilgisayarının history’sinin “erotizmin tarihi”ne denk geldiği rahatça belgelenebilir. Bu karışık tarih, bünyesindeki virüs kuvvetiyle topu da döndürür, kum saatini de. Bu elbette bir suç değil. Sonuçta her erkek gibi, DNS ayarı isteyen Hot young girl’ler Fırat’ın da hakkı. Bir Erkeğin ekranında kum saati yada renkli top dönüyorsa bu işin başka açıklaması yok. Hot young’u izleyen her erkek bir süre sonra topu izlemeye mahkumdur. Çünkü topun sahibi Hot Young Girl’dür.

Donmaları arttı Fırat’ın. Renkli top, Tayyip Erdoğan, “Bu habere çok şaşıracaksınız”, “Acun Ilıcalı” “Kanserin korkutan 7 belirtisi”, Fatih Terim demeden neye tıklarsa tıklasın hemen dönmeye başlıyor.  Fırat dilinden anlamasa da bilgisayarının “Zamanında öyle yerlere girdin ki şimdi Fatih Terim bile ağır geliyor bana, şu an düşünmem lazım, az bekle, beklerken de topa bak” dediğini anlıyor ama çözüm bulmak konusunda elinden başka hiçbir şey gelmiyor. Bütün tıklamaların dönen bir topa dönüştüğü bir hayat gittikçe ağır gelmeye başlıyor Fırat’a. “Kiracılara müjdeli haber’i dönen top yüzünden bir türlü öğrenemediği bir gün, bütün çaresiz kullanıcılar gibi bu işlerden anlayan bir arkadaşa başvurmaya karar veriyor. Bu noktada bir alt başlık oluşturmak gerekiyor.

İsten Anladığını Sanan Ama Aslında Anlamayan Arkadaşlar Merhaba!

Bir iki defa dönen kum saatlerini durdurmayı başaran bu arkadaş aslında ilk defa dönen renkli bir topla karşılaşıyor.  Fakat çıkıp da Fırat’a “Mac biraz farklı abi” demiyor. Aksine, Fırat’ın daha önce hiç görmediği bazı pencereler açıp manalı gözlerle pek de manalı görünmeyen bazı harflere bakıyor. O, ekrana bakarken Fırat da bir süre ekrana, sonra bir bok anlamayınca onun yüzüne bakmaya başlıyor. Adam tıraş olurken çenede sakal bırakmış. Fırat’ın bakması uzayınca o da dönüp Fırat’a bakıyor. İki erkeğin yaklaşık on santimden birbirine bakması hoş değil. Önlerinde sorunlu bir bilgisayar olmasa öpüşmeye çok yakınlar. “N’oldu lan ne bakıyorsun” diye soruyor adam.  “Çenende sakal kalmış” diyor Fırat.  Böyledir Fırat, asıl meseleye hakim değilse mutlaka ilgiyi dağıtır. Çenede kalan sakalı sorun olarak algılamadığından ekrana dönüyor adam. Fırat, bir süre daha suratta kalıp “Kes oğlum şunu” diyerek sakaldan devam etmek istese de cevap alamıyor. Dönen topun peşinde dakikalar geçiyor.  Gözlerinde gittikçe artan bir umutsuzluk, dudaklarında sorunu çözemeyeceğini belli eden bir ifade ve çenesinde minik bir sakalla, “Abi formatlayalım gitsin” diyor adam. Bi dakka! Fırat’a böyle şeyler söylerken dikkatli ol. Her ne kadar çevresinde rahat bir adam olarak tanınsa da iç dünyasında şaşırtıcı kaygılara sahip biridir kendisi. Düşüne düşüne besleyerek, olmadık kurgular ekleyerek büyüttüğü kaygılarını dışarı salmadığından sinüslerine kadar bütün boşlukları doludur Fırat’ın. Fazla zorlandığında başının ağrıması bu yüzdendir. Format ağır geliyor Fırat’a. Arkadaşının aslında duruma hakim olmadığı için büyük finali erkenden sunduğunu hissediyor.  Formatçı “Baştan kuralım abi, nolcak tertemiz” diye ısrar ediyor. Sakalını bile doğru dürüst kesemeyen bu adamın Steve Jobs’un dünyasını baştan kurma isteği tedirgin ediyor Fırat’ı.  “Yedekledim abi merak etme” diyen bu minik sakallının bütün dosyaları uçurduğu bomboş bir hayatın ürpertisini içinde hissediyor.  “Mac farklı abi, boşver” dışında herhangi bir argümanı olmadığından “Ne farkı var oğlum, Time Machine’le daha bile kolay” ısrarı karşısında, çenedeki sakala bakmaktan başka bir tepki veremiyor.


Format işleminin daha başında sorunla karşılaşıyorlar “Gereken  bileşenlerden biri yüklenemedi”. Bilişim dünyası karşısında çaresiz kalınca uhreviyata sığınan bütün teknoloji işgüzarları gibi “Allah Allah” diyor formatçı. Eliyle çenede kalmış minik sakalını oynuyor.  “Dedim ben sana” diyor, aslında “Mac farklı abi” dışında herhangi bir şey demeyen Fırat.  “Gereken bileşenler” karşısında ikisi de çaresiz. Demek ki Formatçı, Fırat’ın hayatı için gereken bileşen değil. Demek ki Formatçı’nın halletmesi gereken Fırat’ın bilgisayarı değil kendi sakalı. 

O kitabı neden yazdı?



Hanefi Avcı 34 yıllık emniyet görevlisi. Her türlü kurumunda çalıştı. Yüksek mevkilere geldi ve nihayetinde cemaat gerçeğiyle  tanıştı. Öyle ki kendisinin dinlendiğine inanamadı. Oradan başladı işe ve cemaatin nasıl ve ne şekilde kimleri dinleyip emniyet mit ve en önemlisi adliye  içerisinde nasıl bir örgütlenme içerisinde olduğunu en ufak ayrıntısına kadar keşfetti. Kısaca diyordu ki gözaltına alacak olan polisten soruşturmayı yürütecek savcıya ve dahası kararı verecek yargıya kadar bir suçun kesinleşmesi için gereken bütün yapıları ele geçirerek istediği insanları "yolundan" çekti. MİT ve emniyet içerisinde önemli mevkilere gelecek olan ve fakat cemaate uzak ve sorun çıkaracak olan insanların teknik takip sonucu dinlenerek suçlanması, suçlanacak bir ayrıntıya sahip değilse de suç isnat edilmesi için(sahte delil üreterek) türlü türlü oyunların içeriğine bir şekilde ulaştı. Tehlikenin ne denli büyük olduğunu fark etti ve devletin en üst kademesine kadar giderek cemaatin ulaştığı gücü ve kanunsuzluklarını ortaya sermek için sonuna kadar savaştı. Bu durumda tehlike altında olduğunun da farkındaydı ki geçmişin ülkücülere yakınlığıyla bilinen, pek çok devrimciye işkence yapmış ve solun kıyısından dahi geçmeyen Avcı  bugün hepinizin de bildiği gibi bu kitabı yazdığı için "devrimci karargah" davasında yargılanıp içeri atıldı. Böyle bir sol örgütün görünen tek üyesi. Seveni var, sevmeyeni ve fakat suçsuz bir şekilde içeriye atıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Aynı şekilde Ahmet Şık ve Nedim Şener’in de cemaatin işleyişine ve içeriğine dair yazdığı kitap sonrası sahte deliller üretilip mahkemeye çıkarılarak içeriye atılması gibi.. Zira bu iki gazeteci de “İmamın ordusu” adı altında cemaatin bugün ulaştığı gücün ne şekilde oluştuğunu ayrıntılarıyla anlatma derdindeydi. Bu hikayeleri artık ezberledik belki ama insan 2010 yılında yazılmış bu kitaba rağmen olup bitene, sessiz kalışa, göz yumuşa  inanamıyor. 

Hanefi Avcı'nın oldukça akıcı bir dille yazdığı ve içerisinde cemaatin dışında memleketin işleyişine dair çok önemli tespitlerin yer aldığı pek çok bölümünü çok daha detaylı bir şekilde buraya aktaracağım yalnız bugün sadece devletin cemaatin yaptığı hukuksuzluğa karşı 2010 yılında nasıl sessiz kaldığını içeren bölümü koyuyorum. Öyle ki içişleri bakanlığına giden Hanefi Avcı tüm ayrıntılarıyla Cemaat’in içeriğini anlattığı dilekçeleri ardı  ardına yazıyor, takip ediyor. En yüksek yere kadar gidiyor ama  sonuç alamıyordu. O sessizlik karşısında Başbakana kadar ulaşıyor ama nafile..


Sayfa 484…

O ana kadar kendimi dinleme, izleme, bilgisayarla telefon analizi, detay çalışmaları konusunda en yetkin kişi , tüm bu sistemlerin ilk kurucusu, fikir babası ve en iyi bileni olarak görüp birkaç eski arkadaşım haricinde yeni gelen kişilerin bu işin sırrına tam anlamıyla vakıf olmadığını zannederken bu ukalalığım için kendimden utandım. Bu adamlar hukuksuz olmakla birlikte inanılmazı başarmış, benim kırk yıl düşünemeyeceğim şeytani yolları bulmuşlardı. Kıl kadar ince bir noktadan geçerek korkunç şeyler başarmışlardı, bu dehşet bir yöntemdi. Düşündükçe bunu başaran insanların daha neler yapabileceğini, neler yaptıklarını kavramaya başladım. Kelimelerle ifade edilecek gibi değildi, herkesin kolayca anlayacağı bir şey de değildi. Eğer bu insanlar benim gizlediğim, iki öğrenci adına alınmış yalnız birebir görüşme yaptığım, başka hiç kimseyle görüşmediğim, herkesten gizlediğim numaramı tespit edebilmişlerse o zaman gizliliğe benim kadar dikkat etmeyen, özel tedbir almayan insanların gizli yaptıkları tüm görüşmeleri tespit edebiliyorlar demektir. …
 ...............
Akabinde Avcı İçişleri bakanlığından randevu alıyor, Beşir Atalay’ın olan bitenden habersiz olduğunu öğreniyor ve Bakanın da tavsiyesiyle dilekçe yazarak tüm dinlenmelerin denetlenmesi gerektiğini, olan biten her şeyi ayrıntılarıyla yazıp gönderiyor.  Ankara’ya gidiyor, savcıyla görüşüyor, X’den Z’ye sonuna gidiyor ama kimse harekete geçmiyordu. Yazdığı dilekçeleri kitabına da koyan Hanefi Avcı Cemaatin işleyişini ayrıntılarıyla anlatıyordu.  Devam edelim kitaptan..
.............
 Sayfa 501..

Bu işin zorluğu ve aynı yöntemlerin Ergenekon ve benzeri tahkikatlarda askeri kademedeki kişilere yönelik olarak uygulandığı için tahkikatların şaibe altında kalması ihtimali nedeniyle bende işin üzerine tam olarak gidilemeyeceği şüphesi oluşmuştu. Bunun için Başbakana ulaşmalı, bu kanunsuz dinlemeleri ve insanlara tuzak kuranları anlatmalıydım. Doğrudan Başbakanla konuşmak istemiyordum, bunun için en güzel aracı Başbakanlık müsteşarı Efkan Ala idi. Müsteşarla konuşmak için randevu ayarlamaya çalıştım. Sonunda eskiden beri tanıdığım Başbakanlık müsteşarından randevu aldım ve ona bildiklerimi anlattım. İstihbarat biriminin yaptığı kanunsuzluğu, birçok kişiyi başka kişilerin adıyla, isimsiz İMEİİ numarasıyla dinlediklerini, hatta ikimizin de müşterek dostu olan kişilerden isimler vererek dinlenen daire başkanı, genel müdür rütbesindeki kişileri anlattım. Son soruşturmaların şaibe altında kalmaması için konunun gerektiği gibi denetlenemeyeceği kaygısını taşıdığımı, durumu Başbakana aktarması gerektiğini ifade ettim. Sayın müsteşar meseleyi içişleri Bakanıyla görüşeceğini söyleyince, bakanla görüştüğümü, konunun Başbakana anlatılması gerektiğini dile getirdim.

Sonuç olarak, benim üzerime düşen görevi, sistemin harekete geçmesi için elimden gelen her şeyi yaptığımı, kesin maddi delillerin nereden bulunacağını gösterdiğimi, kısa sürede müfettişlerin harekete geçtiğini, yakında müfettişlerin davacı olarak benim de ifademi alacaklarını, diğer yandan adalet müfettişlerinin hukuka aykırı kararlar veren hâkimler hakkında tahkikata başladığını, Adalet Bakanlığının şikayetimi iletmesi üzerine Ankara ve İstanbul savcılarının harekete geçtiğini düşünüyordum. Oysaki öyle olmamıştı.Daha sonra İçişleri Bakanına bu konuda yaptıklarımı anlatmak bilgi vermek üzere kendisinden bir iki defa daha randevu istedimse de cevap alamadım.

28.01.2010 tarihinde Ankara’da tüm İl Emniyet Müdürlerinin katılımı ile Emniyet Genel Müdürlüğünce bir toplantı tertip edilmişti. Toplantıya ara verildiğinde Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal’ın beni görmek istediğini öğrendim. Toplantı yapılan binanın üst katındaki bir odada kendisiyle görüştüğümüzde, bana “Dilekçeni iade ediyoruz, müfettiş incelemesi yaptıramıyoruz çünkü bir defa müfettişler görevlendirilir ise kontrol edilemeyebilir, her şeyi araştırabilirler, bundan dolayı bakan dilekçenin iadesini istedi, ben de geri veriyorum” dedi ve zarfı bana geri verdi. Bunun olamayacağını, dilekçenin işleme konmasını istediğimi söyleyerek ısrar ettimse de alamayacağını, istiyorsam bakana benim vermemi söyledi.
Dilekçemi iadeli taahhütlü olarak gönderebilirdim ama denetlenmek istemeyen bir idareye ısrarla dilekçe vermenin ne manası olacaktı. Başta hem bakan hem de genel müdür meselenin üstüne gidip konuyu denetlemek istiyorlardı, hatta bakan doğrudan müfettiş gönderip denetletelim deyince ben yazılı dilekçe vererek işi kolaylaştıracağımı söyleyip dilekçe vermiştim. Ama şimdi İçişleri bakanı denetim yapmıyordu, bakanı durduran kim ve ne olabilirdi, başbakandan başka kim olabilirdi ki?
Belki Başbakan gerçeği tam bilmiyordu, son dönem Ergenekon operasyonları ve bu operasyonları gerçekleştirenler benim şikâyetimle şaibe altında kalır tereddüdü taşıyarak tahkikatı durdurmuştu.  Olayın aslını bilse, devletin bir cemaatin eline geçmeye başladığı, ilerde telafisi mümkün olamayacak sıkıntıların çıkacağı anlatılırsa inceleme yaptırabileceği düşüncesiyle son bir kez meselenin etraflıca kendisine anlatılmasına çalışmaya karar verdim.

Başbakanın yüzde yüz güvendiği kafası çalışan, sır saklayabilecek ve ona anlatacaklarımı kesinlikle başbakana aktaracağına inandığım Baş Danışmana olayı anlattım.  Kendisini ikna edecek notlar okuttum ve konunun ciddiyetini, cemaatin nerelere kadar sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğinin ve insanların özgürlüklerinin tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım.  Aradan zaman geçmesine rağmen bir hareket görmeyince bu kitabın yazılması gerektiğine inanıp yazmaya karar verdim.

.....................................................

2 Nisan 2014

#DirenFutbol



Galatasaray, Mancini ve kurumsallaşma, Beşiktaş, Fenerbahçe üzerine..

Şimdilik her pazartesi Hayat TV'de...

Akabinde Dünya Kupası süresince her gün sağlam bir kadro ile orada olacağız. Bunu alışma süreci olarak görelim lütfen..


Cinnet


Ot Dergisi'nde Angutyus'un Cinnet başlıklı yazısı. İçerisindeki pek çok ayrıntıya katılmamakla beraber buraya aldım zira yurt dışında bir dönem kalmış bir insan olarak benzer şekilde bir dönüşüm yazısı yazmayı da düşünüyorum. Nihayetinde Marx'a kulak verip "İnsanı biçimlendiren içerisinde bulunduğu toplumsal koşullarıdır" önermesinin gerçekliğine önce burada sonra da benim yazımda görebilirsiniz.. Rahatsız eden ufak tefek detayları olsa da keyifli ve en önemlisi samimi bir yazı. 

CİNNET

Ben hep hizmet sektöründe çalıştım. Hizmet ettim insanlara. Paramı ödediler; boklarını temizledim, kusmuklarını temizledim, gün oldu içip içip bana küfür ettiler, gülüp geçtim. Neden? Ben bu mesleği okulunda ya da kitaplarında okumadım. Çekirdeğinden, ustalarımdan öğrendim. Komiyken yemekleri biraz soğuttum diye garsonumdan bacaklarıma yediğim tekmelerin izi halen durur.  Hizmet benim işim. Ne yapalım? Çapım ona yetiyormuş demek ki.  Ne gücendim, ne kırıldım. Ne de “ekmek parası” diye kendimi avuttum. Garsonluk, barmenlik, aşçılık yaptım yıllarca. Severek yaptım, mutlu oldum.  Bu meslekler sayesinde adını bile hatırlamadığım, sayısını bile unuttuğum onlarca ülke gördüm. Irak bizim aktrisleri, yıldızları, Tom Cruise’dan tut Angus Young’a kadar bir çok adamın yanında durdum. Ben Slash ile muhabbet bile ettim.  Kimselere muhtaç olmadan, ne merde ne namerde eyvallah etmeden ekmek paramın peşinden koştum.

Ben okulumu, evimi, vatanımı, anamı, babamı bıraktım da yollara düştüm. Ne bileyim aga sevdim işte. Tek hayalim iyi bir garson olmaktı, oldum. Sonra barmen olmaktı, oldum. Sonra aşçı olayım dedim, onu da oldum. İtalya, Fransa, Amerika’da şarap eğitimi bile aldım. Lafın kısası; gidebileceğim yere kadar gittim. Dil öğrendim mecburen. Bir defasında barmenken içip içip karısını çekiştiren bir adamın “Picasso ressam olmasaydı da yazar olsaydı, nasıl bir tarzı olurdu?” sorusuna cevap bulmak için Picasso’yu ve modern sanatı inceledim. Ankara’daki Cambo İnegöl köftecisinde başladım bu hizmet sektörüne. Pavyonlar, oteller derken en son Miami.. Hızımı alamadım, gemilerde çalıştım. O ülke senin bu ülke benim dolaştım durdum. Bitmezdi de, bitmesi gerekti mecburen emekli oldum. Bir ömür beden ile çalışınca sağlık sorunları çıkıyor ortaya. O taşıdığım tepsiler, sırtıma yüklendiğim kasalar ve hizmet ettiğimiz insanların yüzlerini güldürebilmek için servis anında panik halinde bize öğretilen her türlü kuralı hiçe sayıp canımızı dişimize taktığımızdan birçok bedensel sorun çıktı ortaya yıllar geçtikçe. Benim belim iki yerinden kaymış. Neyse, bıraktım bu işleri mecburen. Yıllar sonra döndüm geldim ülkeme. Benim ülkem burası.  Buraya aitim ben, nereye gidecektim ki?

Ben bunları neden anlatıyorum? Kısacık ömrünü hizmet sektörüne adayan insan, bu meslekte hiçbir bok öğrenmezse incelik öğrenir, kibarlık öğrenir. Hizmet ettiğin insana karşı kibar olmak zorundasın; gülümsemeyi bilmen gerek, dertleri tasaları bir tarafa atıp iyi niyetli olman gerekir her şeyden önce. İlk zamanlar mecburiyetten olsa bile sonradan bir yaşam tarzı oluyor bu. Nasıl ki yıllarca memuriyet yapmış bir adam emekli olunca bile her sabah tıraşını oluyor, aynen öyle.

Sekiz sene oldu döneli amına koyduğumun memleketine. Ağzımın içi lağım gibi, her an birisine tekme tokat girecek gibi oldum. Sekiz sene lan, amına koyduğumun sekiz senesi beni manyağa çevirdi. İsyanım buna. Ha diyeceksin ki “lan küfür her şeyi hallediyor mu?” sen de haklısın, halletmiyor da.. Bak arkadaşım, ben on yaşındaki çocuğa “abi” diye lafa başlayan, beş yaşındaki kız çocuğuna “ablacığım” diye hitap eden adamım. Şimdi babam, dedem yaşındaki adamlara ana avrat küfür etmek ile geçiyor günlerim. Delirttiniz lan beni!

On beş yaşında elim ekmek tutmaya başladı benim. Babamdan harçlık almayı bıraktım daha çocuk denilecek zamanlarımda. Kendi ekonomik özgürlüğümü elime aldığımda, daha on sekizinde bile değildim. Kimselere de eyvallah etmedim.  Gittim paşa paşa askerliğimi yaptım, oradan düştüm yollara. Başımda ne ana ne baba ne de beni kontrol edecek, bana yol gösterecek birisi. Şehir, şehir, ülke ülke gezdim. Bırak sabıkayı, bir defa bile karakola gitmiş bir adam değilim.  Kanunlara fazla saygılı olmadım ama kimselere de bir zarar vermedim. Hiçbir ideolojim, siyasi görüşüm olmadı benim. Ben hayatımda oy bile kullanmadım. Beni hiçbir zaman ilgilendirmedi ülkeyi kim yönetiyor… Bana dokunmasın, bana bulaşmasın ne bok yerse yesin tadında geçti benim günlerim. Sonra döndüm geldim buralara.

Sabah bir uyanıyorum; bir gün dış mihrak oluyorum, bir gün çapulcu. Ertesi gün terörist, akşama bir de bakıyorum maşa olmuşum ve daha onlarca hakaret. Babamdan yemediğim fırçayı yiyorum tanımadığım bilmediğim kişilerden. İçim sıkılıyor, canım yanıyor. Sokağa çıkıyorum biraz dertleşeyim diye, eşek kadar adam diyor ki “abi bunlar hep dış mihrakların oyunu”. “Ulan el marsa araç gönderirken damacanaya hallenen, ördek siken bir ülkeyi dış mihrak ne yapsın” diyemiyorum. Sonra biraz yürüyorum, taksiye biniyorum, abi diyor “Biz Osmanlı torunuyuz. Bizden korkuyorlar”. Adamın sıfata tipe bakıyorum. Bırak İtri’yi; Piri Reis’i, Mimar Sinan’ı bilmez bana Osmanlı’yı anlatıyor. Kafamı sallıyorum, abi diyor, “Üçüncü köprü var ya. Bir de havaalanı bitirecek Avrupa’yı” diyor.  Ulan diyeceğim “Alman mühendisler, İsveç iş makineleri ve Avrupa’dan aldığın para ile bitireceksin Avrupa’yı”, susuyorum.  Soramıyorum “En son ne zaman evine et girdi?”. Avrupa meraklısı değilim ama o sürünüyor dediğin Avrupalıların  evinde beslediği köpeğin maması, bakımı, sana ödenen aylık asgari ücret ile kafa kafaya.  Biraz sorgula, biraz araştır.  Dış mihrakmış, evet ben aile tarafından Fransız’ım zaten. Her gece annem, babam ve ben açıyoruz şarabımızı, kahkahalar içerisinde bu ülkeyi nasıl batırırız diye kafa patlatıyoruz. Manyağız çünkü biz.

Lan benim tek keyfim, iki bira alıp televizyonun karşısında haberleri seyretmekti. Bira alırken hesap ediyorum; bir litre bira, bir litre benzinden pahalı. Zaten televizyona bakmak, kafayı sıyırmadan izlemek büyük bir lüks. Oradan kaçıyorum, orada yakalanıyorum. İnternetin karşısına geçeyim biraz, kafa dağıtayım diyorum. Linç edilen çocukları, tekme yiyen kadınları, çocuk tecavüzcülerine işlemeyen adaleti görüyorum. Sokağa çıkıp biraz kafa dağıtayım diyorum, içim yanıyor;yolların pisliği, insanların cinneti, tekmelenen sokak hayvanlarını görünce. Ulan hadi ben eşek kadar adamım, ben sığamıyorum, senin gözüne batıyorum eyvallah, ona da eyvallah da el kadar kedinin sana ne zararı var be kansız, tekme atıyorsun hayvana?

Ben bunları neden anlatıyorum? Sanki senin hayatın, kafana taktıkların benden farklı. Yok aslında güzel bir memleket. Yarısı çöl değil ki “lan burada yaşanmaz” deyip, kaçıp gidelim. Zeki Müren var, Kavun var, Safiye Ayla var, beyaz peynir var. İki duble attıktan sonraher tarafı anason kokan hatıralarımız var. Deniz var, göl var, mangal var. Bir sürü güzelliği var. Ayar olduğum, beni çıldırtan konu bu işte. Böyle güzel bir ülkede, cehennem azabı çekmeyi hak edecek hiçbir yanlış yapmadım ben bu yaşıma kadar. Ne günahım var lan benim? Apolitik olmak istiyorum ben. Babama güvenemedim, bir de kendim gittim baktım seçmen listesine. Ömrümde ilk defa oy kullanacağım, benim hakkım yok mu apolitik olmaya?

Biz hak ediyoruz bu hayatı aslında. En basitinden yine bahar bayramı var. Nevruz mu Newroz mu kavgası var. Bahar bayramı dediğimiz de bir sürü kıllı, göbekli herif ateşin üzerinden atlıyor. Bir de bunun isim kavgası yapılıyor. Bu kimin bayramı? Kürtlerin mi yoksa Türklerin mi? Al işte bir kaya, nereye dayarsan daya! Ulan bayram işte bu, senin olsa ne olur, benim olsa ne? Sanki Rio Karnavalı, Sanki Bavyera Bira Festivali anasını satayım! Bunlar burada senin bayramın kavgası yaparken Brezilya bize sattığı biber gazının parası ile karnaval yapacak.  Türk, Kürt, Alevi, Sünni, Galatasaraylı, Fenerbahçeli, metalci, Müslümcü, ayırt etmeden kafamızı yardıkları, gözümüzü çıkardıkları, gözyaşlarımızı akıttıkları biber gazının parasını sambacı kızlar ile yiyecek adamlar. Ulan diyorsun… Ulan it, bırak kimin bayramı olursa olsun, bunun kavgasını yapacağına daha ne kavgalar var eline küreği alıp dalman gereken. Adamlar götündeki donu aşırmış, git onun kavgasını yap. Sadece para çalmamış. Ömrünü bir sınav için heba eden, gençliğini çürüten çocuğun emeğini çalmış, bu ülke insanının yarınlara dair umutlarını çalmış. Bunu söylersen bir taraf sana “vatan haini” öbür taraf da “faşist” diyor. İlla ki bir taraf olmak zorunda mıyım lan ben?


Sabah ezanı İstanbul’a ne kadar yakışıyorsa, Ankara’ya, Kars’a, İzmir’e, Trabzon’a da o kadar yakışıyor. Hepsinde vazgeçtim; uyku tutmayınca balkona çıkarsın da ezan sesini duyunca gözlerini kapatırsın, içine bir huzur dolar. Bunu çaldılar. Benim huzurumu çaldılar. Benim televizyon keyfimi, benim uykularımı çaldılar. Bilmem kaç yıllık Norveçli komşumun ya da Alman arkadaşımın dertlerini dinliyorum. Geçen gün Finlandiya hükümeti, “içip içip yere çalıkılıyorsunuz diye barların balkonlarında alkol almayı yasaklamış. Adamların dertleri beni çileden çıkarıyor. Kafa göz giresim geliyor, Norveçli amca sadece soğuk olduğu için ülkesinden nefret ettiğini anlatırken.. Sonra ağzım lağıma dönmüş küfür etmekten. Bir de diyorlar ki “cinsiyetçi küfür etmeyin”, ulan bana hayatı böylesine zindan eden adamların bahçedeki saksısına mı küfür edeyim?

1 Nisan 2014

Savaş herkese değdi, şarkılar herkese!


Esen Şahin'in Karşı Gazetesi ve Yön Radyo'ya yaptığı Gülten Kaya röportajının tamamını burada yayımlıyorum..

........................

 27 farklı disiplinden gelen sanatçıların nefes verdiği Ahmet Kaya’ya saygı albümü “Bir eksiğiz“ 3 Mart’ta raflarda yerini aldı. Hayko Cepkin’den Aynur Doğan’a , Sezen Aksu’dan Büyük Ev Abluka’ya kadar geniş yelpazede müzisyenlerin yer aldığı albümü ve Ahmet Kaya Müziği’nin birbirlerine zıt yaşam biçimlerinin ortak paydası olmasını Gülten Kaya ile konuştuk.
Öncelikle albümün adından başlayalım.. Neden "Bir eksiğiz" ?

Birkaç isim üzerinde durduk aslında fakat "bir eksiğiz" içinde bulunduğumuz durumu çok iyi tanımlıyordu. Ne yapsak, ne kadar çok insanı bir araya getirsek, ne kadar çok şarkı paylaşsak da bir eksiğiz.

- Proje fikri nasıl ortaya çıktı?

Eşimin yokluğunun onuncu yılında "onsuz on yıl" adıyla bir gece yaptık. Gecede farklı seslerden, farklı disiplinlerden insanlar sahne aldılar. Fikir o zaman çıktı. Çok heyecan vericiydi. Ahmet Kaya türüne uzak olan insanların da bu şarkılara ne şekilde anlam koyup nasıl yorumlayacaklarını da merak ettik açıkçası. Bu çalışmanın aynı zamanda bestelerdeki zenginliği de ortaya çıkaracağını düşündük.

 – Bu proje neyi amaçlıyordu?

Projenin birden fazla amacı olduğunu söyleyebilirim. Bugün aramızda olmayan ama bize yüzlerce eser bırakmış sanatçıların bu değerli yapıtlarını yeni kuşaklarla buluşturmak gerekir. Bu eserlerin yine yeniden hayatın gündemine taşınması sektörel deyimle işlenmesi anlamına geliyor. Projenin en çok anlaşılmasını istediğim birincil amacı budur. Sadece bizde değil dünyada da genel işleyiş bu şekildedir. Öte yandan bestelerde müthiş bir zenginlik var. Bunun da ortaya çıkması gerekiyor. Diyelim ki herhangi bir eserde Jazz, Rock ya da başka bir tarzın ruhu varsa bunu keşfetmek gerekir. Parçaların yeniden işlenişi esnasında Ahmet Kaya’nın yorumlama biçiminin ötesinde bestelerin kendi içerisinde barındırdığı farklılıklar ve güzellikler de keşfedilmesi gerekiyor. Hali hazırda var olan besteler onun kalbinin ve aklının ürünüdür fakat diğer sanatçıların bu eserlerde ne hissettiklerini görmek de bizim açımızdan fazlasıyla heyecan verici oldu. Başka açıdan eserler olduğu yerde durduğu müddetçe yeni kuşaklarla tanışması güçleşir. Ahmet Kaya’dan bugüne neredeyse üçüncü kuşağın oluştuğunu düşünürsek bu proje aynı zamanda taşıyıcı sesler üzerinden eserlerin yeni kuşaklara iletilme amacını da güdüyor.

Ağırlıklı olarak Rock müzik sanatçılarıyla çalışmanızın sebebi de yeni kuşaklara daha çok yaklaşmak mıydı?

 – Müziğin şu disiplininden insanlarla çalışalım diye yola çıkmadık. Tersine Ahmet Kaya türünün en uzağındaki isimlerden yeni yorumlar duyalım bakalım diye düşündük. Ayrıca Ahmet Kaya türüyle dostluğu olan Cahit Berkay, Yavuz Bingöl, Leman Sam ,Niyazi Koyuncu gibi isimler de var albümde. Bir de biz daha önce de " Dinle Sevgili Ülkem" isminde bir saygı albümü daha yapmıştık. Orada daha ziyade Ahmet Kaya müziğinin ittifakları gibi daha yakın isimlerden yola çıkmıştık. Burada biraz daha ters köşe bir şey yapalım istedik. Dolayısıyla böyle bir skala çıktı ortaya.

- Eser-Sanatçı eşleştirmesinde sizin bir rolünüz var mıydı yoksa sanatçılar kendileri mi seçti?
Biz aslında hep Ahmet Kaya'nın özgürlük anlayışından yola çıkıyoruz Herkes kendi şarkısını kendisi seçsin ve istediği şekilde düzenlemelerini yapsın istedik. Diğer türlüsü sanatı disipline etmek olur. Ahmet Kaya'nın da anlayışına uymaz. Seçim yapmakta zorlanıp bizden öneri bekleyenlere elbette önerilerimizi sunduk. Fakat bu arkadaşların çoğu zaten biz teklif ettiğimiz anda bir çırpıda ben şunu okumak isterim deyiverdi. Hepsinin bizim repertuvara hakim olduğunu gördüm. Bir ilginç nokta da herkesin hep bir ağızdan okuduğu, sektörel deyimle A-1 olarak adlandırılan eserlerden ziyade biraz daha kıyıda köşede kalmış, kendi haline bırakılmış eserler seçildi. Bu da özel olarak çok hoş oldu bizim açımız


"Ahmet Kaya hayatın, sokağın, Türkiye’nin  müziği yaptı"

 – “Ahmet Kaya'nın söylediği bütün şarkılar sanki sadece Ahmet Kaya söylesin diye yazılmış gibi" tarzında yorumlarla sık karşılaşıyoruz. Böyle düşünenler için neler söyleyeceksiniz?

Ahmet Kaya, sıra dışılığı çok severdi ve kendisi de öyleydi. Biz bu albüme " Ahmet Kaya gibi okusunlar" diye yola çıkmadık. Mümkün değil bu. Aksine herkes kendisi gibi okusun, kendi yorumunu ve duygusunu katsın. Bu şarkıdan ne anlıyorsa bizimle onu paylaşsın anlayışından yola çıktık. Bu tür saygı albümlerinde asla eserin sahibinin kendisi gibi bir sonuç çıkmaz ortaya çünkü o bir besteci. Kendi hissettiği sözü bestelemiş. Yüreğini koymuş. Kendi sesini koymuş. Bu sadece Ahmet Kaya için değil başka sanatçılar için de geçerli. Örneğin Sezen Aksu şarkısını bir başkasından dinlediğimizde kulağımız Sezen Aksu'yu arar. Bu son derece normal. Ama bu tür albümlerde amaç onun gibi okunmasının sağlanması değildir zira bunu başarmak imkânsız. O eser onun çocuğudur. Başkaları o çocukları sevebilirler ama asla babaları kadar güçlü olmaz o duygu. Bütün eserler için taşıyıcılara ihtiyaç vardır. Pir Sultan Abdal türkülerini bugün biliyor, ezbere okuyorsak bunu yüzyıllar boyunca bizlere taşıyan taşıyıcı seslere borçluyuz. Aynı şekilde Bach'ın keman için piyano için bestelenmiş eserlerini başka bazı yorumcular kendi hissettikleri gibi çaldıkları için bu eserler bize ulaştı. Ahmet Kaya'nın tadı kıymetlenerek, demlenerek olduğu yerde duruyor zaten. Diyelim ki bir şarkıyı Gripin grubundan dinleyen ve hiç Ahmet Kaya ile tanışmamış birisi dönecek ve aslından onu bir daha dinleyecek. İşte o zaman o repertuvarı keşfedecek. Buradaki asıl amaç budur. Ahmet Kaya hayatın, sokağın ve Türkiye'nin müziğini yapmıştır.

Ahmet Kaya eserlerini bin bir çeşit farklı fikre, ideolojiye sahip insan dinliyor. Bu eserlerin toplumda bu kadar büyük yankı uyandırmasını neye bağlıyorsunuz?

Bunun birçok sebebi var fakat bu albümle de anlaşıldı ki müthiş geniş zamanlar besteleri yapmış Ahmet kaya. Onun repertuarına baktığınızda Rock, Alaturka, Halk müziği motifleri olduğunu, başka disiplinlerden denemeler yaptığını görürsünüz. Aslında bu albümle biz biraz da bunu da keşfe çıktık. Hayatın müziğini yaptı Ahmet Kaya. Yaşamın, sokağın dışında durarak acaba şimdi nasıl bir şey bestelesem diye düşünmedi. Sokağın hayatın gündemi ona nasıl etki ettiyse işte onun müziğini yaptı. Çok sahici ve samimi bir müzik. Bu sahicilik de çok geçirgen bir duygudur. Ayrıca Türkiye gündemine de tanıklık etmiştir Ahmet Kaya müziği. 1985 'den bugüne ülke gündeminde ne varsa Ahmet Kaya müziğinde o vardır. Yani buradan yakın tarihi okumak da mümkün. Kurgulanmış ya da kendisine sipariş edilmiş duygudan ziyade hissettiği ve kendi gözünü yaşatan temalar kullandı. O bizden biri. Sokaktan biri. Sokağın dramını da, trajedisini de, mizahını da çok iyi bilen biri. Sokaktaki portreleri de çok iyi tanıyor. Bunun için bize çok yakındır Ahmet Kaya. Bunun ideolojisi de olmaz. Örneğin 12 Eylül hapishanelerinde yatan ülkücüler de anneleriyle bir duygu yaşadılar. O analar da gençliklerinin bir kısmını orada geçirdi. O şarkılarda kendilerini bulmaları hiç şaşırtıcı değil. Ya da bir tezgâhtar Nebahat portresi... Hangimizin hayatına değmemiştir ki böyle bir yaşam içeriği? Çünkü bu hayatın içinden bir portre. Bu ülkede otuz yılı aşkın süre boyunca savaş yaşandı. Tarafları kim olursa olsun bu savaşın sonuçları hepimize değdi. Komşumuzun oğlu askerdi ya da gerillaydı. Hatta ailelerin içinden bir kardeş asker, diğer kardeş gerilla oldu. Bu yüzden "Şarkılarım Dağlara" dediğiniz zaman o dağlardaki herkesi kastetmiş oluyorsunuz. Dolayısıyla Ahmet Kaya hayatın, sokağın ve Türkiye'nin müziğini yapmıştır.

Ağladıkça, Adı Yılmaz, Şarkılarım Dağlara ,Gururla Bakıyorum Dünyaya gibi şarkıları söyleyen - Ahmet Kaya’nın barışa, savaşa yönelik düşünceleri nelerdi? Ve bugün " barış süreci" denilen bir süreç yaşıyoruz. Ahmet Kaya bu sürecin neresinde olurdu?

 Tam da bugünlerde yükselen gerilim üzerinden çok da öyle hissetmesem de umuyor ki bir barış sürecindeyizdir. Ben bu Newroz’da da Diyarbakır'daydım. Bir kaç yıldır hep oraya gidiyorum. Orada halkın yükselen barış talebini birebir gözlemleme şansım oluyor. Ve ne pahasına olursa olsun Kürt halkının barış istediğini biliyorum fakat öte yandan bunun tarafı olan devlet açısından da aynı istek ve kararlılık var mı açıkçası onu bilemiyoruz. Çünkü biraz perde arkasında yürütülüyor bu işler ve ilişkiler. Biz faniler çok haberdar edilmiyoruz. Oysa demokratik ülkelerde halkla paylaşılır. Ahmet Kaya duygu insanı. Bırakın insanın insanı öldürmesini sokakta insanların birbirlerine uyguladıkları şiddetten bile çok etkilenen, karıncayı bile incitmekten çekinen bir duygu insanıydı o. Bugün olsaydı zannediyorum ki bu süreci hızlandırmaya dönük ona düşen ne varsa onu yapardı bir sanatçı olarak. Çünkü hep hayata paralel üretti o. Eğer şimdiki gündem sizin deyiminizle barış süreci ise ki umuyorum öyle olacaktır, o zaman da son cümlelerinde olduğu gibi "binyıllar boyunca aynı çeşmelerden su içmiş halkların yine aynı çeşmelerden su içmesi" ne yönelik bir duruşu olurdu diye düşünüyorum.

"Ben o ödülü zaten Kürt halkı adına aldım"

-Sizin de sözü susturulmuş ve kalbi incitilmiş bir sanat insanı olarak tanımladığınız Ahmet Kaya'ya bu sene müzik alanında 2013 yılı Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi. Bu ödülün Türkiye'de sanat adına bir şeylerin değiştirdiğini düşünüyor musunuz?

Öyle mucizeler yüklememek lazım ödüllere. Keşke hakların kaderi birer ödülle değiştirilebilseydi. Tabi ki öyle düşünmüyorum. Bir ödül daha çok semboliktir. Tek başına hiçbir şey değildir. Ödülü veren kurum barış sürecinde bulunduğu pozisyonun gereğini yaptığı oranda bunun gereklerini yerine getirilmiş sayarım ben. Ben o ödülü zaten Kürt halkı adına aldım. Çünkü Kürt halkına uzatılmış bir el olarak düşündüm. Umuyoruz ki uzatılan barış eli havada bırakılmaz.

 – Başbakan da son zamanlarda Ahmet Kaya ismini dilinden düşürmez oldu. Bu beraberinde Ahmet Kaya yaşasaydı Gezi'yi destekler miydi Başbakan'a karşı durur muydu tartışmalarını doğurdu. Siz neler söyleyeceksiniz?

– Bu tartışmayı çok faydasız buluyorum. Şimdi Ahmet Kaya'nın şarkılarına ve duruşuna hakim olan ve onu bilen herkes bu sorunun cevabını da biliyor zaten. Dolayısıyla orada olurdu burada olurdu tartışmasına girmek sahiden faydasız. Yaşasaydı nerede duracağı belli. Benim de nerede durduğum belli. Onun ötesinde asıl Ahmet Kaya'yı algılamak demek, onun özlediği, düşlediği dünyayı kurmak ona yaklaşmak, onun demokrasi algısına yaklaşmaktır benim açımdan. Başbakan’ın Ahmet Kaya'dan söz etmesi daha öznel bir durum. Ahmet Kaya mağdur edilen herkesin tarafındaydı. Başbakanın Ahmet Kaya'ya bir vefa duygusu taşıdığını düşünüyorum. Çünkü o şiir okuduğu için tutuklandığı zaman buna da karşı çıkmıştı Ahmet Kaya. Ben bunun dışında başka siyaseten bir amaç aramıyorum. Ama eğer gerçekten Ahmet Kaya'ya yaklaşmak onun düşlediği dünyayı kurmak gibi amaçlar varsa bu zaten muhteşem bir şey olur. O "gerçekten tam bağımsız bir ülkenin dürüst bir yurttaşı olarak yaşamak istiyorum" demişti. Bu kelimelerin içini tek tek açtığınız zaman bugünkü gündemle zaten yan yana gelmediğini görürsünüz. Bu çok nettir. Ülke gündemiyle Ahmet Kaya'nın bu sözü arasında çağ farkı var neredeyse. Siyaset sanata ihtiyaç duyar. Fakat sanatı ya da onun taşıyıcısını algılayabildiği ona kıymet kattığı oranda bundan fayda sağlayabilir. Ahmet Kaya nettir. Eserleri ve ne dediği de nettir. Bunu artık hiç kimse manipüle edemez. Aramızda olsaydı üretiminde, duruşunda bir farklılık olur muydu? Tabi ki hayır! Çünkü bu duruş üzerinden sürgünü, yalnızlaştırılmayı, tek başına aramızdan ayrılmayı göze almış bir insandan söz ediyoruz biz. Dolayısıyla bugün aramızda aynı Ahmet Kaya olarak yaşıyor olacaktı. Onun nerede duracağını öngörmek çok zor değil.

Peki albüme geri dönecek olursak bu projelerin devamı gelecek mi? Mesela kardeşiniz Ahmet Kaya şarkılarının çoğuna söz yazan Yusuf Hayaloğlu ile ilgili benzer bir çalışma olabilir mi?

Benim yaptığım bütün projelerin içinde Yusuf Hayaloğlu da var zaten. Ben onları bir bütünün iki yarısı olarak görüyorum. Yazdığı sözlerle, kattığı emekle bizim üretimimizin yarısıdır Yusuf Hayaloğlu. Onun eserleri de Ahmet'e paralel yeni kuşaklara taşınıyor. Ayrıca bizim projeleri kurgulama sürecimiz birkaç yıl önceden başlamıyor. Fikir buldukça proje üretiyoruz. Bu yüzden bundan sonrası ne olur onunla ilgili şimdiden bir şey söylemek zor. Hayatın içinde olgunlaşacak ve şekillenecek. Ama bu çok değerli şarkıları işlemeye devam edeceğiz. Tabi ki Ahmet Kaya'ya yapılan o devasa haksızlıkla hesaplaşmaya ve onu yeni kuşaklarla buluşturmaya da devam edeceğiz.

Herkesin bir Ahmet Kaya şarkısı vardır? Sizinki?

Şarkıların toplamı benim Ahmet Kayam

 – Son olarak siz albümü dinlerken Ahmet Kaya eserlerini farklı ağızlardan ve tarzlardan duyduğunuzda neler hissettiniz?

Benim kişisel duygumun ötesinde sanırım çok gelişmiş olan empati duygumdan dolayı dinlediğim her şarkıda Ahmet 'in yüz ifadesi, kuracağı cümleler geliyor aklıma. Çok kendim gibi dinleyemiyorum açıkçası. Çünkü ben bu işlerde sadece fikri, projeyi bulan hayata geçiren bir aracıyım. Ama şunu çok iyi biliyorum. Kendi şarkılarını başkalarından dinlerken çok etkilenirdi Ahmet. Sokaktan geçen biri, bir hayranı ona kendi şarkısını okuduğu zaman çok etkilenirdi. "Bambaşka bir şey okudun şimdi sen bana" derdi. Çok duygulanırdı. Onun için bu arkadaşların çalışmaları benim için çok kıymetli. Ahmet'i tebessüm ettirdiklerini, onu hüzünlü hissettirdiklerini düşünüyorum. Onun için bana iyi geliyor bu çalışma. Bu arkadaşların hepsi benim için tek tek çok değerli. Özel olarak da şunu söyleyebilirim. İşte o şarkılardaki zenginliğin keşfedilmiş olması beni heyecanlandırıyor tabi. Bu albümü dinleyenlerin de yeniden bir keşfe çıktıklarını düşünüyorum.