10 Temmuz 2012

Artan kafa golleri



2004 Avrupa Şampiyonası'nda 17 kafa golü atıldı. 2008'de 15.. Ve ben Bundesliga analizinde günden güne kafa gollerinin azaldığını, artık kenarların içeriye giriş yaptığını, ortaların da keza azaldığından da bahsetmiştim.

Euro 2012'de 22 kafa golü atıldı.

Soru elbette şu; Neden?

Öncesinde kafa gollerinin azalmasına 4-2-3-1'in en çok kullanılan dizilim ve onun içerdiği felsefe nedeniyle olduğunu belirtmiştim, peki şimdi 4-4-2'midir bunun nedeni? Mandzukic üç tane attı, Balotelli filan hep çift forvet..

Ama diğer bir yaklaşım da çizgi hakemleri...

Dibinizde hakem olduğunda savunma konusunda biraz daha nezaket gösteriyorsunuz ve bu da sayıyı arttırıyor gibi bir yaklaşım da var.

Beklenmedik bir gelişme oldu bu. Seviyorum ben kafa gollerini ve umarım arttıkça artar..

Xabi Alonso!

Elia Bremen'de ?



Elia'nın adı Galatasaray'la geçtiğinde de uzak durun demiştim Juventus ile anıldığında da şurada fikrimizi belirtmiştik..

Kötü, yeteneği az bir futbolcu mudur? Kesinlikle hayır. Yeteneği tartışmasız. Lakin istikrarsız.. Oynadı mı üç ay, yattı mı altı ay sürüyor. Gelişine göre değerlendirdiğinizde önündeki süreci başarılı bir şekilde atlayamayacağı ortadaydı.

Şimdi Bremen'de Schaaf'ın elinde.. Eskisi kadar güvenemiyorum Schaaf ve Bremen ikilisine zira o ortamın omurgası çatladı. Elia'nın kaderi de oluşturulacak olan yeni omurganın başarısına bağlı. Yeni bir jenarasyonu yaratabilirse Elia'yı da partlatırlar lakin olmazsa ...

Kötü bir hamle mi? Değeri en azından benim biçtiğime yaklaşınca alınabilir bir risk olarak görüyorum..

Transferinde bir aksilik olmazsa-sorun var diyorlar- sonucu hep beraber bekleyip göreceğiz..

9 Temmuz 2012

Lisa Müller!!

Dzeko-Jolie-Silajdzic



Saraybosna film festivalinde yakalayıp fotoğraf çektirmiş Angelina Jolie ile.. Yalnız burada dikkat çekici olan ne Dzeko ne de Angelina Jolie.. Edin'in yavuklusu Amra Silajdzic..

Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar #3



Şöyle bir uyarı ile başlayayım, çok kolay değil bunları hazmetmek ya da doğru bulmak. Her cümlesine katıldığım için değil "ilgi çekici" olduğu için buraya aldığımı da hatırlatmak isterim. Bir diğer ayrıntı burada Onur'u Schopenhauer, bireyin mutluluğu açısından ele alıp incelemektedir.

"El alem ne der.."
............

".. ateşli bir biçimde, "onur yaşamın üstündedir" diye bağrıldığında, aslında bu, "Var olmak ve esenlik içerisinde olmak bir hiçtir; asıl önemli olan, başkalarının hakkımızda ne düşüdükleridir" anlamına gelmektedir. Bu söz, olsa olsa insanlar arasında yer alabilmemiz ve varlığımızı sürdürmemiz için, onurun çoğu zaman kaçınılmaz bir biçimde gerekli olduğu soğuk gerçeğinin bir abartılması olarak geçerli olabilir; bu konuya daha ileride geri döneceğim. Buna karşılık, insanların yaşamları boyunca, durmak bilmez bir çalışmayla ve binlerce tehlike ve sıkıntı altında, yorulmadan ulaşmaya çabaladıkları hemen hemen her şeyin son amacının, böylelikle başkalarının görüşündeki yerleri yükseltmek olduğu, yani yalnızca mevki, rütbe ve nişanlarla değil, tersine zenginlikle ve hatta bilimle ve sanatla bile temelde ve esas olarak bu amacı güttükleri ve ulaşılmak istenilen asıl hedefin başkalarından daha büyük bir saygı görülmek olduğu görülürse, bu durum ne yazık ki insanların büyük budalalığını kanıtlar. Başkalarının görüşüne haddinden fazla değer vermek, genel olarak etkili bir kuruntudur: ister kökleri bizim doğamızda bulunsun, isterse de toplumun ve uygarlığın sonucunda ortaya çıkmış olsun; her durumda bizim tüm yaptıklarımız ve ettiklerimiz üzerinde bütünüyle aşırı ve mutluluğumuza düşman bir etkisi vardır; bu etkiyi "El alem ne der" sorusuna korkakça ve kölece dikkat etmekten, Virginius'un hançerinin, kendi kızının kalbine saplandığı noktaya kadar ya da insanın, ününün sürmesi uğruna, huzurunu, zenginliğini ve sağlığını, hatta ve hatta yaşamını feda etmeye yönelttiği noktaya kadar izleyebiliriz. Bu kuruntu insanlara hükmetmesi ya da onları yönlendirmesi gereken kimseye rahat bir bahane sunar; bu yüzden insan terbiyesi sanatının her türünde, onur duygusunu uyanık tutma ve keskinleştirme talimatı başköşeyi alır: Ama burada amacımız olan insanın kendi mutluluğu açısından durum bambaşkadır ve burada daha çok başkalarınıın görüşüne pek değer vermeme uyarısında bulunmak gerekir.”

Chelsea'ye hayır!



Thomas Tuchel, Mainz'ın A gençlerini şampiyon yaparken o takımın güzeliydi Andre Schürrle. İlk sezonunda sıklıkla Tuchel'in ikinci yarıda "finish him" yapmak için oyuna alıp sonuç aldığı futbolcuydu. Bundesliga'daki ilk senesinin ortasında Leverkusen'e çift basamaklı milyon avrolu bonservis karşılığı satıldı. Yeni takımı geçen sene Dutt ile beraber çok iyi bir sezon geçirmese de yine ilk sezonunun sonunda Şampiyonlar Ligi Şampiyonu olan Chelsea'den 20 milyon avroluk bonservis teklifi aldırmayı başardı.

Leverkusen bu rakama hayır dedi.

Yetenekli, golcü ve hırslı bir Schürrle'nin bu sezon sonrası nereye erişecek göreceğiz..

Çok yakında Bundesligada gerçekleşen bütün transferler burada olacaktır.

Çalgı Çengi Performansları


Biz filmlerini, Behzat Ç'deki performansını da çok beğenmiştik zaten.. Yaz dizisi olarak karşımıza çıktılar yine..

Marcelo!



Sana %87 garanti veriyorum ki bu Marcelo çok kıyak bir baba'dır.. Şanslı çocuk budur:)

8 Temmuz 2012

Keyif..

Serdar.. Gomez ve Mertesacker ama Gomez.. ama Gomez...

Neden AMK?



Benim en çok merak ettiğim konu, neden AMK? İsmin içerdiği küfürün eleştirisini bininci kez yapmak istemiyorum. AMK değil de benzer başka bir şey de olabilirdi. Mesele neden buna ihtiyaç duyulduğudur?

Okutmak için.

Gazetenin ismini bir kenara bırakın, içerisinde çok değerli gazeteciler, başarılı insanlar var. Coşkun Çelik'ten Ozan Şişli'ye kadar tonla güzel adam içeride ve Fotogol'e geçtiklerinde de takip ederdik, oldukça da iyi işler çıkarıyordu.

Peki o zaman neden AMK?

Gökmen Özdemir, bunca yıllık tecrübesine güvenerek pek çoğu doğru olan isimleri tek tek çevresinde topluyor.Hemen hepsi kendi alanında özel isimler, başarılı olmuş, kendisini ispat etmiş.

..ve bunların karışımından muazzam bir iş çıkacağını umarak bu işe girişiyor.
buraya kadar her şey doğru.

Ama bakın aralarında sevmediğim, bir yerde oturup iki muhabbet edemeyeceğim insanlar var ve fakat bu insanlar işinde oldukça iyi. Bir örnek vereyim; blog camiasının en "underrated" bloglarından birisiydi Petit'in yeri. Mutlaka ziyaret ederdim zira işin özünü kavramış bir bünyeydi. İki kişi yazar ama ben Yasemin Yıldırım'dan bahsetmiyorum. Oturup iki çay içer miyiz bu adamla? Kesinlikle hayır. Lakin Petit işin özünü kavramış, herkesin her şeyi yaptığı dönemde farklılığını ortaya koyabiliyordu. Bu proje içerisinde olduğunu duyunca "Sevmem ama bu işin özünü kavramış" dedim arkadaşıma. Aynı şekilde Mehmet Özcan var. Bu insanların belki de en önemli ayrıntısı senin bakmadığın yerden bakıyor, farklılık katıyor ve kesinlikle iyi iş çıkarabilecek konumda olan insanlar.

Peki o zaman neden AMK?

AMK demek bu seçilmişlerin yaptığı ve yapacağı işlerle kendi sesini duyurmaya yetmeyeceğine inanç getirmek anlamını taşır.

AMK değil de isminden dolayı ilgi çekici başka bir hinlik de olabilir, kime güvenemediniz de böyle bir yola başvurdunuz?

Üç-beş zibidiyi toplayıp benzer bir açılımla gazetemsi bir şey çıkarıp tüm ahlak ilkelerini yere sererek bir gazete çıkarıp da başarılı olunabilir. Lakin o zaman bu isimler yanlış. Gazetenin adı AMK, yazarı Fenasi Kerim, içeriği de vur patlasın çal oynasın değil ki? İçerik ile başlık uyumsuz.

Piyasadaki spor gazetelerin hali ortada. Yapılması gereken bu adamlara biraz özgürlük verip her biri usta olduğu alanlarda döktürmesini beklemekti.

Başlardaki içerik adına var olan güzel görüntü zamanla da kötüye doğru ilerledi.

Ama bilirim ben.. Oldukça idealist bir tutum içerisinde içeriye girilir, sonrasında "bu daha çok sattırıyor" düşüncesi seni çekip çevirir. Fotogol'de çıkan sayılara bakıyorum bir de Avrupa'nın beş liginde oynayan oyuncuların yaklaşık yarısını üç büyük kulübe transfer ettiren fotomaç kopyası yeni AMK'ya bakıyorum, fark çok büyük..

Allah'tan Çoşkun'un "hafıza kartı" var da şu buraya gitti o buraya geldi haberlerinden nefes alıp farklı bir şeyler okuyabiliyoruz. Oysa orada sıradanlığın ötesinde iş yapacak pek çok güzel adam var.. Ve yapacaklardır da.

Yapılması gereken ilk etapta(acilen) ismi değiştirmek ve akabinde buradaki çalışanların her birine kendi alanını açma imkanı vermektir. Dışarıda farklı farklı görevleri yapan bu insanlara imzasını atmalarına izin vermektir.

Her şeye rağmen yine de içerik olarak diğerlerinden daha iyi durumda. Benim beklentim daha büyüktü, mesele bu. Ligler başlayınca bu isimle yaşamayı becerebilirlerse eğer çok daha güzel işler çıkaracaklardır, inancım sonsuz ama keşke benim kadar patronlar da bu insanlara işin başında inanabilseydiler..

AMK hemen hemen Fuck Off(canın cehenneme) anlamını taşıyan bir kelimeye dönüştü diyerek bu ismin savunmasından başlayayım. Velev ki öyle olsun, Fuck Off olarak çıkarılan gazetenin içeriği ne olabilir? Ozan Şişli'ye bunu yapmak ayıp değil midir? Diğerlerine.. Bu isim altında çok kalite işler yapabilseniz dahi o emeğe yazık etmek değil midir? Burada Radikal'in güzel adamı Uğur Vardan'a kelimesi kelimesini katıldığım için uzatmıyorum.

İsmi geçin, hiç gerek yoktu. Keşke kimini yakından kimini uzaktan tanıdığım bu insanlara benim kadar güvenebilseydiniz.. Keşke tiraj en azından başlarda her şey olmasaydı ya da "zamana" bırakılsaydı. 100 bin'lerden değil de Üç bin'lerden başlayıp kademe kademe ilerlediğini görmek isteseydiniz..

Şimdilik sadece arkadaşım Coşkun Çelik için seviniyorum. Zira o NTV Spor'da özel olduğu, becerikli olduğu alanda iş başına getirilmeyip o potansiyeline yazık ediyordu, burada tam da kendisini buldu. Diğerleri de bulacak ve ligler başladığında transfer geyikleri bittiğinde özel haberler, güzel yorumlar ama en önemlisi almak için sizi bayiye götürecek kadar farklı bakışlarla bu insanlar güzel işler yapacaktır, ben inanıyorum.

Kendi aramızda bu işin erbabı abilerle konuştuğumda hemen hepsi ismin dışına çıktığında gazete adına olumlu görüş belirtti içerik açısından.. Uğur Meleke'ye sordum, isimden bağımsız; "içeriği oldukça başarılı" dedi. Diğerleri de keza..

Okurlar da şunu bilmeli; AMK bu işin emekçilerinin değil patronların seçimidir. Bu insanların pek çoğu Sabah, NTV Spor gibi mecraları bırakıp sevdiği işe istediği yorumu ve içeriği katabilmek adına riske girdiler..

Küfürün, hangi anlamı içerisinde taşırsa taşısın sözlük anlamının kurumsallaşmasının absürdlüğünü göremeseniz dahi bu insanların gerçekten buna ihtiyacı olduğu algısı da yeterince kötü değil midir?

Bir daha sormak gerekir; Hepsinin özel olduğuna, güzel işler çıkartacağına ve başarılı olacağına inanarak topladın da neden o zaman AMK?

Katya'nın Yazı



Emre Özcan'la programdan çıktık (yenilsen de yensen de) Taksim'e indik. Kitapçıya girince sordum; var mı okumamı istediğin bir şey.. Net bir cevap vermedi ama bunu görünce "mutlaka okumalısın" dedi.. Şibumi ile beraber aldım ki zaten yıllardır duyar ederim bir şekilde.. ilgimi çekmemişti pek ya da ben Almanya'ya gitmiştim daha doğru açıklama.

Birinci Dünya Savaşı esnasında genç doktorun ilk aşkı konu ediliyor. Keyifli diyaloglar, güzel betimlelemeler olsa da bu ve benzeri eserleri çok fazla okuduğumdan ortalara doğru sıkılmaya başladım. Başladığım hiçbir kitabı yarım bırakmamaya zamanında söz verdiğim için sonuna kadar gittim ve iyi ki de gitmişim..

Bambaşka bir romana dönüştü.

Son sayfasına kadar içerisinde barındırdığı hikayenin gerçeğine ulaşamamanız sürükleyicilik açısından güzel bir ayrıntı olsa da dikkat çeken yazarın karakterlere olan yakın temasında gösterdiği üstün başarı. Freud'u anmaya başlamasıyla aslında ipuçları da veriyordu ama böylesini beklememiştim.. Psikolojik tasvirlerin güçlü olması, karakterlerin başından sonuna takındığı tavırların bir bütünlük içermesi ve kopukluk yaşamadan muazzam bir kurgu eşliğinde romanın ilerlemesi takdire şayan.. Aşk olsa da içerik; etkileyici olan Katyagillerin kendi içerisinde yaşadığı trajedinin aile bireyleri üzerindeki etkisini müthiş bir ifade gücüyle dışarıya aksettirilmesidir.

Bu eserin son çeyreğinde artan güzelliğin tadını alabilmeniz için sindire sindire sayfaları çevirin.

..............

Taşlarımı kaybetmek beni hiç üzmezdi. Koleksiyon yapmayı değil, yerden toplamayı seviyordum ben. Neden eğilip taşı aldığımın açıklaması ise... benim kendime göre çok mantıklıydı ama başkalarının buradaki mantığı anlamasını bekleyemeycek kadar aklım vardı. Şöyle düşünüyordum: Bu taşı ben almazsam... kim alır?”


Taşı kese biçimindeki çantasına, ötekilerinin yanına koydu, elindeki büyük çantaya attı. “Bana dünyayı vermekte olduğunuz hiç aklınıza gelmiş miydi... parça parça olarak?"


"Ben geleceği hep, yığınlar halinde bugün olmayı bekleyen yarınlardan oluşmuş diye görürüm"

"Dedikodu bizim kadınlarımıza günahın tadını çıkarma olanağı verir. Kendi işlemeyecekleri, işleyemecekleri günahlar. Çünkü cesaretsizlikleri, hayal güçlerinin eksikliği ve fırsatsızlık engelliyor. Biz de bu eksikliklere namus diyoruz."

"Ne fazla mutluluğa ne de fazla acıya yer bırakıyorum. Kendime güvenli ve kararlı bir yüzeysellik edindim. Zevklerim var ama iştahlarım yok. Gülüyorum ama pek seyrek gülümsüyorum. Beklentilerim var ama umutlarım yok. Esprilerim var ama mizahım yok. Çok atağım ama hiç cesaretim yok. Açık sözlüyüm ama içtenliğim yok. Çekiciliği güzelliğe tercih ederim. Rahatlığı da yararlılığa tercih ederim. Güzel kurulmuş bir cümle bence anlamlı bir cümleden daha iyidir. Her şeyde yapaylığı seçerim"