17 Kasım 2011

Cuma son ders zili çaldığında..


Klaus Augenthaler'in deplasmanda İnter'e on altı metreden kafa golünü attığı zamanlardı.Ders arasında yakın arkadaşımla beraber 32 takım seçerdik. Galatasaray,Milan,Bayern München,İnter diye gidiyordu. Yukarısına sıfır ile altı arası rakamların oluştuğu bir kutucuk oluştururduk. Kalemi yukarı kaldırır, gözleri kapatır ve aşağı indirirdik: 2.. Galatasaray iki.. Bir daha kalem aşağıya iner: İnter 1.. Deplasmanlıydı maçlar ve yer yer Galatasaray erken elenirdi,üzülürdük.. Böyle böyle kaç tane turnuva düzenledik bilmiyorum ama en büyük eğlencemiz buydu. İkincisi ise bir yapraktan kale yapar, silgiden koparılan toplarla doksana goller atardık kalemlerimizin ucuyla.. Orada da yine otuz iki takımı birbirleri ile eşleştirmeyi de unutmazdık elbette ama asıl güzellik o son ders zili çaldığında başlardı.

Okul sonrası üzerini değiştirme ve yemek derken sağlam bir maç çıkaracak vaktimiz olurdu. Kim okul sıralarında birisine aşık olmamış ki? Öyle hızlı çıkıp yurda gidip giyinir, topu elime alır sahada birazdan yapacağımız maça ısınma hareketlerine başlardım ki o kız telli sahanın önünden servislerin olduğu yerden yurda doğru daha yeni aşağıya iniyor olurdu. Hedef o geçerken yeni yeni öğrendiğim rövaşata bir golü fileleri olan kaleye atmaktı. Topu havaya belli bir yükseliğe çıkartacak şekilde atıp rövaşataya kalkarak bileklerin üzerinde düşmeden golü atmak ki yer beton olduğundan hafif diyerek geçiştirikmeyecek de bir acısı olurdu bileklerinizde ve sırtınızda. Bugün düşündüğüm vakit öyle bir gol ile kendini bir kıza gösterme, ona bu şekilde hava atma eylemi tuhaf kaçıyor ama hayat o zaman pek bi tuhaftı zaten...

Yıllar içerisinde en yakın arkadaşım benimle beraber tüm gün yurtlarda kalan şöför Emin Abi'ydi. Galatasaraylılığımızı da bildiğinden hep o aynı hikayeyi yeniden anlatırdı. "Oğlum Hamza Hamzaoğlu'nu ben yetiştirdim.. o Hamza var ya o Hamza" İnanmazdık elbette ama anlatırken içi giderdi. Dalga geçmeden dinler ayrıntılarını da sorar ve sonunda yine inanmazdım.. taa ki bir gün Hamza Hamzaoğlu okula gelip Emin abi'yi ziyaret edesiye kadar.. Gözlerime inanamadım. İzmirspor'lu Hamza.. Galatasaray'lı Hamza.. Uzaktan bakmakla yetindim zira heyecandan kıpırdayamıyorduk yerimizden. Hayat gerçekten tuhaftı.Hamza da adamdı, o şoför Emin'i unutmamıştı, başka sevdim bu görüşmeden sonra ki karakteri de yanıltmadı zaten.

Basitti her şey. Okul, maç,etüt,okul,maç, etüt.. Sınıf arkadaşlarım olduğu gibi yurt arkadaşlarım da vardı ki birbirlerinden tamamen farklı karaktere sahip ilişkilerdi bunlar ama bu ikisinden de başka olan hafta sonları okula maç yapmaya gelen mahalle arkadaşlarıydı.Gerçekten sevdiğim, kendimi yakın bulduğum ve doğrusunu söylemek gerekirse her bakımdan en güçlü olduğum yer burasıydı. Top da saha da benimdi. Bekçi'yi ben ikna eder topu ben getirir maçları da ben yaptırırdım. Küçük bir krallıktı aslında okulun telli bahçesinin fileli kaleleri olan sahası.. Cuma akşamdan pazar öğlene kadar okul içerisinde her şey serbestti, sözde yapılması gereken etütlerde de zorunluluk olmazdı. Başka bir hayat başlardı cuma son ders zili saatinden sonra..

Bir Cumartesi gününe yaklaşık beş önemli maç düşerdi aradaki çerez muhabbetlerini saymazsak. Kahvaltıdan hemen sonra olanı en diri olduğumuz maç olsa da insanların toplaşıp asıl kadroların çıktığı öğle maçına hazırlık niteliği taşıyordu daha çok.. öyle bir tutkuydu ki bu anlatılması çok zor. Yurdun içerisinde aşık olduğum kız yılda bir ya da iki kez hafta sonu eve gitmeyip yurtta kaldığında onunla vakit geçirmek için dahi bu maçları ertelemezdim. Yaşamda her şeyden vazgeçirtecek bir tutkuydu ki her hafta sonu gerçekleşse de tutku azalmıyor inadına daha da fazlalışıyordu. Sadece gerçek futbol topumuz olmadığı ya da filelerin sökülmüş olması keyfimi kaçırıyordu. Toplamda bugün diyebilirim ki bu günleri yaşadığım için dahi bu dünyaya geldiğim için minettarım.

Yıllar biraz daha ilerleyince bu gündelik yaşam yaklaşık on yıl boyunca böyle devam etti. Dışarıdan dayatılan olması gereken aile ve benzeri başka bir yaşamı yaşama hakkımın bilinci olmasaydı belki her şey daha güzel olurdu. Neden "normal" bir çocuk annesi ve babası ile beraber iki odalı bir evde yaşamak durumu olması gerekendi? Neden bir eksiklik duygusu yaşatılmak için böylesine bir baskı vardı, inanın hiç anlamadım. Yıllar sonra ailemle beraber bir kahvaltı hayalini neden kurmak zorunda kaldım? Neden genç bir ergen odası hayali koca bir evin sahibi olmama rağmen peşimi bırakmadı gitti? Hep o aynı duygusal klişeyi işleyen filmler, kitaplar bir yana çevremdeki insanların bakışı. Her karşılaştığım insanın bana acıyarak bakıp iletişim kurma çabası. Oysa basit bir matematik işlemiydi her şey. Senin böylesine güzel bir tutkun ve buna imkan veren bir ortamın var mıydı? Her hafta sonunun başlangıcı olan son ders zilinin çalışına benim sevindiğim kadar misal sen seviniyor muydun herhangi bir şeye? Babanın hediye ettiği o oyuncak ya da beraber gittiğiniz sinemada gördüğün film gerçekten bu kadar güzel miydi ki benim yaşamımı hakir ve eksik görüyordun sürekli? Filmleriniz, kitaplarınız, anne ve baba'ya tüm anlamı yükleyen hikayeleriniz yazıldığı zaman güzel de gerçekte doğru söyle arkadaşım benim kadar heyecan verici bir tutkuyu her hafta sonu on yıl boyunca yaşadın mı?

Şunu da eklemeliyim ki burada kimse seni olduğundan fazla küçük ya da büyük görmezdi. Almanya'ya yazları gittiğimde benim gözümün önünde benim hakkımda sahtekarca çözümlemeler yapılırdı. Çok saygılı bu çocuk, çoook.. Oysa amca'yı gördüğümde dur şunun elini öpeyim de saygı maygı diye babamı şişirip başıma dert açmasın diye gelirdim yanınıza ben. Bana hangi soruları soracağınız bir yana verdiğim cevap sonrası kendi aranızda yapacağınız geyiği de bilir, ona göre oynardım sizinle. Ne ben gerçektim amca ne de sen gerçekten benim geleceğimle ilgili gerçekçi hayaller kurabilir, doğru analizler yapabilirdin. Çocukla kurulan ilişkilerin yüzde doksanı gerçek dışıdır zira ebeveynler o kadar çok yapması gereken şeyi başka yerden öğrenirlerdi ki ortalama bir çocuk olarak davranılardı bizzat kendi çocuğuna.. Kimse bana ait olduğum zeka yaşına göre davranmadı desem yeridir ki her çocuk için bu geçerlidir.

Velhasıl yine de başkaydı Almanya..

Etüt yoktu bi kere. Muz, çikolata,hint ve uzak doğu filmleri vardı ve tüm bunların yanında forması olan, resmi maçlar yapan kulup takımlarının antrenmanları vardı ki beni benden alıyor, her şeyin üzerinde tutuyordum. Elbette mahalle arasında ilk seçilecek çocuktum ama benim gibiler de vardı orada ve fakat Almanya'da o dönemin gençleri ekstra beni futbolumdan dolayı birileriyle tanıştırıp kendi aralarında oynadığı maçlara çağırırlardı. O rövaşata'yı sirkteki maymunun insanları eğlendirmesi gibi pek çok kez diğerlerine şov niteliğinde atıyordum. Hayat burada futbolun yanı sıra daha da güzeldi. Okul yoktu, etüt yoktu ve futbol beni de kahramanlaştırıyordu ki ben zaten kendi içimde kahramandım hep.. son dakika golleri atan, son dakika şampiyonlukları yaşatan.. İşte bu yaşamın içeriği o güzel ortamımın içine etti.

Bunları bilirseniz belki ilerdeki gençliğin o çok farklı iki kültür arasında yaşanılan şoku, takımdan bağımsız gece yaşamı nedeniyle St.Pauli günlerimi daha iyi anlarsınız kesinlikle..

7 yorum:

Hüseyin Akartuna dedi ki...

Düşüp dizin kanadığında, onu toprak bastırarak iyileştireceğini zannetmeyenler anlamaz bu yazıyı. Fevkalade.

tuncaycanpolat dedi ki...

Herhangi bir sokakta yürürken ,sonra hayallere dalarsın birden ,son dakika golünü atmışsın ve kız arkadaşın tribünde seni izliyor ve sende tribünler doğru koşuyorsun ve gereçektende bu esnada kendini koşar vaziyette bulursun rüya gibi, halbuki bu yola yürüyerek başlamıştın.

Ve hiçbir şeyde ortaokulda, derslerden önce okula gidip toprak sahada yaptığımızın maçların yerini tutmayacak,ve hiçbir golde sisli bir havada kornerden attığım golün yerini tutmayacak ,ve hiçbir bulmacada ders sırasında çözdüğümüz fanatik gazetesindeki bulmacanın yerini tutmayacak çünkü o sınıftaki 65 kişi bir daha olmayacak 4 kişiye düşen 1 sıra ,o yoksuluk kokusu ,birbirine karışan nefesler ,Beşiktaş'ı birdaha o kadar tutkulu tutamayacaktım ve hiçbir kzıda o kadar sevmeyecektim.

İşte sokakta o hayallere dalıp golü atınca formayı çıkarıp birlerine koşmak istersiniz en hüzünlü anda odur kimse size doğru koşmaz.

Güzel yazı olmuş bende etkilenip birşeyler yazdım.

gökmavi dedi ki...

O Hamza Hamzaoglu, artik Hamza Hoca, bizim teknik direktörümüz ve sehirde cok sevilip, sayiliyor.
Biz de bu yorumla "konunun ana fikrini kavramamis manda" konumuna düsüyoruz ama olsun söylemesek icimizde kalirdi.
Not: Orhan sen gittin ben Münih'ten Augsburg'a geldim. O kadar sene görüsecegiz dedik, 70 km mesafeden görüsemedik, ki sen Augsburg'da yasayan bense her Allah'in günü Augsburg'a ise gelen biri olarak.

Borges dedi ki...

Gökmavi: Bakarsın burada görüşürüz, hayat bu:)

Augsburg'a çok selam..

OguzhanKayiran dedi ki...

Mükemmel olduğunuzu bilin..

Her Yol Roma dedi ki...

Augenthaler'in golü de şurda:

http://www.youtube.com/watch?v=6gllwhatyms

Borges dedi ki...

ahahah sağolasın. O kitabı da en geç yarın mutlaka alır okurum. Çok değerli katkılar bunlar arkadaşım, çok içten teşekkür