4 Nisan 2014

Edith Piaf-Sous le ciel de Paris



Nasıl ve neden olduğunu hatırlamadığım birisi vardı ortaokul yıllarında. Sanırım aşkın içerisindeki o acı tadı ilk defa burada tattım. Kız ve Erkek yurtları farklı binalardaydı ama yemek saatleri sonrasında o ışıkların bir türlü aydınlatamadığı karanlık sahalardaki yarım saatlik arada karşılaşırdık. Sürekli onu gözetlememe rağmen hatunun görüş alanına bir türlü giremedim. Fark ettiremedim kendimi. Önüne sevmediğim çocuğa dalaşıp kavga ettim, olay yerini iki dakikada terk etti. Önünden çarparak hızlıca koştum, kim bu ayı diye bakmadı. Ona çarpan ayıya daldım, arkasına bile bakmadan yürüdü gitti. Ne yaptıysam “Ben buradayım” diyemedim bir türlü. 

Yurtta bir ara moda olan futbol topunu karşıda kalabalık bir şekilde kümelenen kızlara karşı volelemeyi fırsat bildim ilk. Naylon topu alıp şöyle bir havaya bırakıp gelişine tam da onun yüzüne doğru sert bir vole çaktım. Pis oturdu yüzüne ve acıyla karışık bana baktı. Ben ona baktım. O tekrardan bana dik dik baktı. Çok asil durdu acıya karşı. Gönlümüze katmıştık çoktan ama o gün acıyla karışık hüzünlü yüzüne bakınca bir kez daha aşık oldum çünkü çıt çıkarmadan geçip gitti önümden. İşi bu noktaya getirmeyebilirdik belki ama bana başka seçenek bırakmadı. Bir şekilde dokunmalıydım ona, tanıtmalıydım kendimi öyle ya da böyle. 

O gün bir başka uyudum, bana acıyla karışık tiksinme barındıran ifadeyle bakışını hep aklıma getirdim. Yüzümde bir gülümseme. O anda sadece bana baktığını düşündükçe sabahı zor ettim. Kalabalık yurt çocukları korosunda onun için diğer herkesten çok daha farklı bir konumdaydım. Artık ben onun için herhangi birisi değil, yüzüne sağlam bir vole ile topu yapıştıran o geri zekalı çocuktum. Onunla olan ilk iletişimim buydu. 

Yurtta kendimi gösterebileceğim alanlar mevcuttu. Matematik söz konusu olduğunda herkes bana gelirdi lakin o benden bir sınıf yukarıda olduğundan çakışmıyor, havamı atamıyordum burada. Tam anlamıyla kahraman olduğum futbol maçlarını izlemez, üst katta olan kavgalarda önüme geleni dövmüş olmamı da göremezdi ama bu ortamın dışarıda yarattığı havayı sezinlediğini düşünüp mutlu olurdum. 

Yüzünde yarattığım o acı anlardan sonra yine bir iletişim olmayınca buradan yürümeye devam ettim. Özür dileyecektim ondan. Bazen biz yemekten önce gelirdik yemekhaneye. Tam o nokta kızlar ve erkekler yurdunun birleştiği o sıkışık alanda yemek hazır olana kadar mecburen birbirimize değerdik. Kendi grubumun hemen ötesinde kardeşi ve diğerleriyle toplanmış olan A’ya doğru birden gidiverdim, plansız. Özür dileme fikri kafamda vardı ama nasıl bir özür olabilir ki topu durduk yere yüzüne tam bir bilinçle vurduğum insana karşı? Dedim ki yine de ben “Öyle ortalığa atacaktım ama senin tam yüzüne geldi, istemezdim, özür dilerim”. Gülümsedi birden, aklım çıkıyordu. “Geçti gitti, çok acımadı zaten” derken ben eriyordum sanki. Kollarımı yemekhane sırasının olduğu demirlerden geriye çekemiyor, hareket edemiyor, kıpırdayamıyor ve dahası ne söyleyeceğimi de bilmez halde yüzüne bakıyordum. “Çok acıtmamışsa güzel A” dedim istemsizce. “Senin ismin nedir” diye sorunca “Orhan” dedim. “Hafta sonu biz kardeşimle evci çıkmayacağız, sen de buradasın sanırım” dedi. Lan dedim, beni biliyormuş, beni tanıyormuş. 

Sonra durdum, beni kim tanımıyordu ki? 

Yılın 365 günü yurtta kalan tek insanıyım. Yıllar yılı Cuma akşamından Pazar gecesine kadar daha ortaokul yıllarında olan yatılı öğrencilerin başına belletmen koymayan sisteme ağır küfürler ettim. Çok sonradan anladım ki o belletmen benmişim meğer. O anda A ilk defa hafta sonu evci çıkmayacağı, yurtta kalacağı için benden gizli bir şekilde yardım istiyordu. O hafta muhteşem bir hafta sonu geçirdim. Yurtta belletmen olmasa dahi kimse bekçi Ramazan abi’yi geçip dışarı çıkmaya cesaret edemezdi, ben hariç. Günde üç defa onların olduğu bölgeye gider, elimde kalem kağıt listeyi alırdım. Pide, tost, çikolata, kola, ayran, lahmacun.. Öyle bir havalıydım ki istemediğim insanın siparişini almazdım. Sadece A kendisini özel hissetsin diye durduk yere birilerine kızar, onun siparişini almaz, aptalca cezalandırırdım. Sonraları A’nın yakın arkadaşlarını kolladım, onlara şakadan kızmaya başladım zira sonrasında A gelip beni ikna ederdi arkadaşının da siparişini almam için. 12.5 yıllık yaşantının o zamana kadar en özel anlarıydı. “Lütfen” diyordu. Bu seferlik affetsen olmaz mı derken ben zamanı durdurmuştum çoktan. 

Daha sonraları bu özel ilginin bağımlısı olmuştum. Arada ona küserdim yeterli nedeni bulduğum zaman. İşte o zaman hafta içi herkesin akşam yemeği sırasına geçtiğinde o sıranın önündekilere izin verir benim gelmemi beklerdi. Beni görünce yaptığı aslında hiçbir şekilde umurumda olmayan hatası için özür dilerdi, erirdim ben. Özür dileyen o mu yoksa ben mi dışarıdan bakıp anlamak mümkün değildi. Sonra bu yakın ilgilerin olmadığı günler acı çekmeye başladım. Olduğu zamanlar ise hayat bayramdı işte bize. Bunun bir süre sonra farkında olan A artık beni yönetmeye başladı. Onunla ilgisi olmasa dahi hoşuna gitmeyen şeyler yaptığım zaman soğuk yüzünü gösterir, beni acıdan inim inim inletirdi. 

Yurtta mesela bir doğum günü partisi vardı. Akşam yemeğinden sonra Kız ve Erkek öğrencilerin birkaç saatliğine bir arada olduğu nadir zamanlardı. Bir ay öncesinden başladım beklemeye zira teybimiz de olduğundan onunla dans etme hayalini gerçekleştireceğimi düşünüyordum. Ve fakat onun arkadaş gurubundan bir kızın kardeşiyle dalaştığım için bana tavır yaptı, ben hariç herkes herkesle dans etti. O kadar sinirlendim ki gittim o çocuğu bir daha dövdüm. “Erkek ol, şikayet etme, buradaki olayları başka yere taşıma” dedim. Bir daha cezalandırıldım, bir daha bir daha.. 

Artık onun insafına kalan bir yaşam sürüyordum. Cezalar artıyor, bazen sadece canı sıkıldığından dolayı beni görmezden geldiğini, çektiğim acıdan keyif aldığını düşünmeye başladım. Yurtta üç tane saha vardı. Biz telli ya da fileli sahada futbol maçına daldığımız esnada basketbol sahasına file çekip A’lar da voleybol oynuyordu. Mahalleli çocuklar gelmiş, fileyi sökmek istemiş ve A’lar da direnirken arkadaşı gelip bizi çağırdı. Normal koşullarda hesap kitap yaparım ama o itişme anında A’yı sahanın dışına çıkaran çocuğu gelir gelmez indirdim. Kızlar kaçtı, 7’şerden maç yapacak iki takım da benim üzerime çullandı. Çok dayak yemişimdir ama böylesini çok az. Peki ne oldu? Yine kavga edip yurdun huzurunu kaçıran olarak cezalandırıldım. En sevmediklerimle grup olup konuştular, yüzüme bile bakmadı onun için dayak yememe rağmen. Dün olmuşçasına ağrısı şuramda durur yediğim dayaktan ziyade sonrasında beklentimin tam da aksine olan tavrını gördüğüm zaman.. 

Kapı önünde oynanan bir voleybol maçına herkesin şıp diye girdiği yerde bende ortaya daldığımda topu tutttu. “Sen çık” dedi bana. O yurtta bana bu kelimeyi kullanacak belletmenler dahil tek bir insanoğlu yoktu. Herkesin gözü önünde azarlanmış bir çocuk gibi oyundan çıkıp kenara geçip onları izledim. Kavga ettiğim ne kadar çocuk varsa da o oyunun içerisindeydi. Film bende sanırım tam orada koptu. 

Bak 12-13 yaşlarındaydım. O gün karar verdim. O gün bugüne kadar sürecek olan ilk ve altın kuralı koydum yaşamıma. O gün dedim ki “seni ben var ettim, istediğim zaman da yok ederim”. Seni bu kadar güçlü yapan benim bu zihnimdeki algıdır, var ettiğim gibi yok da ederim. Ajdar’ın her şeyine gülebilirim ama “alırım senden tüm yetkimi” cümlesine asla. Yaşamınız içerisinde bazen insanları yetkilerle donatıp hayatınızı onların eline ve keyfine bırakıyorsunuz. Bunun adı ne olursa olsun nihayetinde bir başkasına bağlı bir yaşama doğru kulaç atıyorsunuz. Dünya üzerindeki hiçbir mahlukat benim günlük seyrimi etkileyecek derece öneme haiz olmamalıydı. Olamadı da. Bu nasıl bir gurur diyorum aradan geçen 20 küsur yıl sonra? İnsan olarak beni en tepeye koyan istisnai bir platonik aşk hariç benzer bir durumu bir daha yaşamadım. Üstelik acının verdiği zorunluluktan olsa gerek bir insanın gücünün zihnimde saklı olduğu gerçeğini keşfettim. Teoloji konusunda aradan geçen 20 yıl sonra dahi o günlerde sahip olduğum düşünceyi bugün aynı şekilde savunuyorum. Çocukların çıplak gözle gördüğü gerçekler olması gerekir, başka türlü bu olgunluğa ulaşmam çok zor. 

Dışarıda onları izlerken top önüme geldi. Daire içerisinde beyaz topu birbirlerine atan bir grup karşımda topu onlara atmamı bekliyordu. Şöyle hafif yukarıya doğru saldım topu ve gelişine voleyi koydum. Bu sefer bilardo topu gibi şutum bir ondan bir ona çarpıp kenardaki balkondan aşağıya düştü. Top A’ya da çarptığı gibi naylon değil beyaz deriden bildiğin gerçek voleybol topuydu, bu sefer gerçekten acıtmış olmalıydı. Ona baktım, o da bana baktı. Anlamıştı. 

Bitmişti. Bitirmiştim.

Yemek sırasında bu sefer beklemediğim bir şekilde beni durdurdu, özür diliyordu. Geçip gittim önünden.. Sonra hep gittim. 

Bir insandan iradenle kopup gitmek öyle kolay değildir, bilirsiniz. Önce insandan, sonra mahalleden, sonra şehirlerden derken memleketlerden de gitmeye başladım. İrademi uzunca bir süre takdir ettim ama aynı zamanda bu pek çok ilişkiyi gereğinden fazla zorlamama müsaade etmediği için mesela 24 yaşımda hayatımın kadınını kaçırdım. Zararı da oldu yararı da.. Dostoyevski okuduğu zaman insan aşağılanmaktan bir çeşit haz da duyuyor, ben o gece bu hazdan da yoksun olacak şekilde inşa ettim geleceğimi. Pişman da değilim, ben de buyum.

6 yorum:

SinnFein dedi ki...

Kesinlikle kitap yazmalısın..
Çok güzel yazmışsın. İnsan okudukça devamını istiyor. Eline kalemine sağlık

Misal insan 24 yaşındaki hikayeni de merak ediyor..:)

Borges dedi ki...

http://devrimderki.blogspot.com.tr/2012/06/doktor.html

Şöyle değinmiştim ama parça parça çok yerde vardır eski hikaye.

Eyw arkadaşım.

Del Piero dedi ki...

Birileri Emrah Serbes mi dedi, ben de Orhan Uluca diyorum:) enfes olmuş.

Borges dedi ki...

Haşa Del Piero dostum. Onlar yazar. Yine de güzel bakışın için eyw;)

tuncaycanpolat dedi ki...

Güzel...Top oynarken hasas noktalara gelen top gibi kıvrandırdı ama koşarak sahanın kenarına gidip biraz tepinince geçiyor ama hatırası kalıyor.Tüm ölmüş aşkların ruhuna gitsin.

uarpak dedi ki...

Tam anlattığın yaşlarda tam da üst kattaki kızlar etüdüne kim girer yarışması yaptığımız yatılı okul günlerimi hatırladım... Ne ilginçtir o günleri Edith Piaf ile hiç bir arada düşünmemiştim... Piaf'ın sesindeki o yalnızlık tınısı mı yoksa hikaye mi o günleri hatırlattı bilemedim ama 30 yıl öncesine bir Fransız şansonu ile gidince hangi gönül kırıklığı ile nereye savrulduğunu hatırlıyor insan... :)

Elinize sağlık...