15 Aralık 2012
Akhisar Yolculuğu
Sevgili Ayşe Nur’la gittik İzmir’den Akhisar’a.
İzmir Garaj’ından “bir saatte oradayız” dediğimiz yol yaklaşık 2 küsur saat sürdü. Bindiğimiz otobüs meğer belediye otobüsünden beter bir işleyişe sahipmiş. O kadar çok durduk ki hareket edince tedirgin olmaya filan başladık. Dahası ilçeye vardığımızda hava kararmış ve saat 7’den sonra bu şehirler arası otobüs kılığındaki belediye otobüslerinin çalışmadığını öğrendik.. Geri dönememe ve hatta kaybolma korkusunu da hissettik. İkimizin de sabahın köründe işi var v.s. Yine de gittik, idmanın sonuna yetiştik. Çift kale maç yapıyorlardı, Hamza hoca da kenardan hem maçı hem de oyuncuları yönetiyordu.
Tesisleri gezdim.
Şöyle bir kıyasla derdimi anlatabilirim. Almanya’da bundan yaklaşık 15 yıl önce benim kaldığım beş bin kişi bile olmayan köye yapılan yaklaşık 12 milyon mark değerindeki tesisin üç sınıf aşağısında yer alır. Bizim o köyün futbol takımının birinci Bundesligaya gelmesi için gereken zaman her sene bir üst lige çıksa dahi 15 sene. Ki Hamza Hoca tek tek hangi ayrıntıları nasıl ve ne şekilde düzelttiğini anlattı. Bir buçuk yıl önceye göre üç sınıf birden atladığını düşünün dedi ama ben düşünmek bile istemedim. İleride çok başka bir binaya taşınıp bugün bulundukları binayı da altyapıya tesis edecekler. Bugünkü idman yapılan tesislerin hemen yanına stat ve karşısına da Spor Vadisi adı altında pek çok spor branşına hizmet edecek yeni projeler söz konusu. Takım belirli bir program dâhilinde Süper Lig’e çıkmış belki ama ilçe ve koşulları henüz buraya ait değil. Sporla yakından ilgilenen bir belediye başkanına sahip olmaları belki de Akhisar’ın şansı olsa gerek.
Hamza Hoca kulübün genel menajeri gibi çalışıyor ya da zaten öyle. On sene sonra verim alabileceği yatırımların peşinde. Sanki oradan hiç gitmeyecekmiş gibi. Kapının sağında ve solunda beyaz çiçekleri görüyor musunuz dedi bize.. Onları dahi biz getirdik. Baştan aşağıya yenilenmiş ama buna rağmen çok fazla eksik var. Şurada tribün var dedi. Taraftarlarımız idmanı izlemeye gelirlerse diye ben yaptırdım. Şurada çocuk parkı var dedi. Hem çocuklar için hem de bu futbolun aslında ne olduğunun hatırlatılması için. Şurada yeni fitness salonunun duvarlarının cam olduğunu görürsün dedi. Zira orada çalışan oyuncu arkadaşlarının idmanını izleyebilsin diye.. O kadar çok ayrıntı üzerinde durdu ki inanamadım.
Bir an şöyle düşündüm; bu ülkede teknik direktör olmak bizim sandığımızın ötesinde çok başka yetenekleri istiyor. Çok zor.
Röportaj bitti.
Beraber yemek yedik. Bizim endişeli halimizi gören hoca durumu öğrendi. Hemen bir telefon edip bize İzmir için vasıta ayarladı. Oraya kadar arabasıyla götürdü, bizimle beraber kahve içip otobüse binesiye kadar bekledi. İnanılmazdı. Bana bunu laf aramızda babam yapmaz, o yaptı.
Sonra bu röportajın arkasından sevgili arkadaşım Ayşe Nur’la İzmir’e doğru giderken gecenin karanlığında yol boyunca bu şarkıyı dinledik.. “Wenda” nın “Kayıp” anamına geldiğini bilmeden ve kaybolmanın eşiğinden dönerken..
Hamza Hamzaoğlu Röportajı
İzmir’de 90’lı yılların başında yatılı okuduğum okulun
şoförü Emin Abi ile sıklıkla telli sahada maçlar yapardık. Galatasaray’a yeni
transfer olmuş Hamza Hamzaoğlu’nu kendisinin yetiştirdiğini iddia ettiğinde hep
beraber adamı makaraya alıp eğlenmiştik. Ta ki Galatasaray’da yıldızı parlayan
genç yetenek Hamza Hamzaoğlu mahallesinin Emin Abi’sini bizim okulda ziyaret
edene kadar.. Çocukluğumun da kahramanı olan ve efendiliğiyle futbol dünyasında
kendisine ayrı bir yer edinen bu vefakâr futbol emekçisiyle BirGün’e ve Borges Blog'a özel güzel
bir söyleşi gerçekleştirdik ve muhabbete de buradan başladık.
Benim çocukluğum
ülkenin gündeminde olan yıldız futbolcunun okuduğum okulun şoförünü ziyaret
etmesinden fazlasıyla etkilendi. Öncelikle bu vefakâr yapınızdan dolayı size
teşekkür ederek başlayayım.
Emin Abi bizim oturduğumuz sokakta oturuyordu. Bugünkü konumuma ulaşılmasında bir açıdan
emeği olan insanların da arasındadır. Değerli bir insandı benim için. Aynı sokağın insanlarıydık ve aslında
aramızdaki mesafe sanıldığı kadar çok yoktu.
Mahallenizde 14-18
yaş arası futbol oynarken aynı zamanda teknik direktörlük de yapıyormuşsunuz?
Ben futbolu tutku derecesinde seviyorum ve sadece oynamak
bana yetmiyordu. Organize edilen maçların içerisinde mahallede teknik adamlık da
yapıyordum ve buna müthiş keyif veriyordu.
Öğrendiğim şeyleri kendimden küçüklere de aktarmak hoşuma gidiyordu.
Futbolu bir oyun olarak fazlasıyla seviyordum ve bu sevginin bir dışa vurumu da
teknik direktörlüktür.
Haşim Şahin’in Rüştü
Reçber’i anlattığı kitapta Fatih Terim’in yetenekli kaleciyi nasıl keşfettiğini
anlattığı bir bölüm var. Orada aynı zamanda bir maçta sizi de keşfedişi anlatılıyordu.
Bir hazırlık karşılaşması sizin hayatınızı değiştirdi dersek çok da yanlış
olmaz sanırım. O süreci bize anlatır mısınız?
Fatih Terim o zaman hem A milli takım teknik direktörü Sepp
Piontek’in yardımcısı hem de Ümit Milli Takım teknik direktörüydü. Türkiye
genelinde seçmeler yapılıyordu. Bizim yaş grubunun İzmir’de yapılan seçmelerine
ben de katıldım ama seçilememiştim.
Seçme olduğu vakit oyuncular topu ayağına aldığında kimseye vermiyordu
ve herkes kendi bireysel yeteneğini sergilemek için fırsat kolluyordu. Ben hali
hazırda bireysel yeteneği üst düzeyde olan bir oyuncu değildim ve daha çok
takım oyununa yatkın bir insandım.
Kendimi diğerleri gibi gösterme şansına da sahip değildim ve nihayetinde
seçilmedim. Benim şansım ise seçilen kadronun İzmir’de kampa girip A takımında
sürekli oynama şansını bulduğum İzmirspor ile hazırlık maçı yapmasıdır. Fatih Terim’den de dinlediğim için hikâyeyi
onun gözünden anlatayım. Maç başladı diyordu hoca ve ben sadece karşı takımın
sol bekini izliyordum. Bir gün sonra beni kampa çağırdı ve Ümit Mili Takımı’nda
oynayıp sonrasında da Galatasaray’a transfer oldum.
Bana gelen soruların
büyük bir kısmı en olgun futbol yaşınızda Galatasaray’dan ayrılmanızla
ilgiliydi. Toplumsal algı o dönem Hakan Şükür, Arif Erdem, Okan Buruk ile olan
arkadaşlığınızı futbol şube sorumlusu Adnan Polat’ın farklı şekilde yorumlayıp
kaptan olmanızdan dolayı sizi göndererek bu “birliği” dağıtma yönünde olduğu..
Tam olarak nedenini bugün ben dahi bilmiyorum. Bu tarz fikirlerin öne çıkmasını sağlayan o
dönem takım arkadaşlarımın beni ikinci kaptan olarak seçmesi olabilir. Ben
sadece size o süreci ayrıntılarıyla anlatabilirim ama sonuç kısmında “şu
nedenden dolayı” diyemem. Bu fikre
katılıyor musunuz derseniz buna da inanmıyorum çünkü rahmetli Özhan Canaydın
döneminde Adnan Polat’ın da futbol şubesinin başında olduğu zaman beni kongre
üyesi yaptılar. Pilot takımı Beylerbeyi’ne transfer ettiler. Namaz kılanlar ya
da kılmayanlar diye ayrım var mıydı onu da bilmiyorum ama bu konudaki
görüşlerimi size aktarmalıyım sanırım.
Buyrun..
Ben elimden geldiğince inançlarımın gereğini yapmaya çalışırım.
Az ya da çok. Doğru ya da yanlış. Bu
benimle Allah arasında olan bir ilişkidir.
Yalnız bir diğerinin bu özel ilişkisinin ne olduğuyla asla ilgilenmedim
ve buna göre de bir tavır kimseye biçmedim. İnsanlar kendi yaşamlarını
kurgulama hakkına sahiptir. Nasıl yaşayacağı, neye inanacağı ya da inanmayacağı
onların kendi kişisel meselesidir. Açık
yüreklilikle söylüyorum ki benim zıddımda duran yaşam biçimlerine sahip
insanları yadırgama hakkını dahi kendimde görmüyorum. Her insanın kendisine has
özel koşulları içerisinde doğru ve yanlışları vardır. Bana çizilen o dönemde neydi bilmiyorum,
kaptan olmamın yönetim katında nasıl bir yansıması oldu inan bir fikrim yok ama
şu kesin ki o dönem ben Galatasaray’da kalmak için elimden geleni yaptım,
sonuna kadar direndim. Size o süreci anlatayım.
Lütfen anlatın..
Mukalavelemin sona erdiği sezon futbol şube sorumlusu Adnan
Polat aynı konumda olan Arif Erdem’i, Okan Buruk’u, Bülent Korkmaz’ı tek tek
odasına çağırıp anlaşmak içi çabaladı ve başardı. Ben ise hep bekledim. Son
maçtan önce Adnan Sezgin bir antrenman sonrası Mert Korkmaz, Cihat Arslan,
Yusuf Tepekule ile beraber beni odasına çağırdı.
O dönemi yakından
takip eden birisi olarak hemen araya girip şunu belirteyim; Diğer üç futbolcu
ile sizin konumunuz performans ve statü olarak aynı değildi. Devam edin lütfen..
Hepimizi tek tek içeriye aldı ve bize bir rakam sundular. Ya
bunun altına imza atarsınız ya da yollarımız ayrılır. Böyle bir şey
görmemiştim. Her şeyden önce tavır onur
kırıcıydı ve zaten o rakama imza atılması da imkânsızdı. Bu şartlar altında
imza atmam dedikten bir gün sonra Fenerbahçe beni istedi ve bana Galatasaray’ın
verdiği paranın tam iki katını teklif etti. Onlara teşekkür edip kulübümle
anlaşma yollarını sonuna kadar zorlayacağımı belirttim. Bu sırada Fenerbahçe
kulübüme de gitmiş ve benim için o zamanın parasıyla 50 milyar lira sanırım
bonservis bedelinin belirlendiğini öğrenmişler. Ben kulübün bir adım atmasını
beklerken onlar bana sundukları rakamı daha da düşürdüler. Öncesinde dedim ki brüt olan bu rakamı net
yapın, imza atayım bunu da kabul etmediler. Çaresizce bekliyorum.. Son gün çaresizlikten bonservisten kalmak istediğimi
ilettim. O dönem sizin için belirledikleri bonservis parasının beşte birine bir
yıllık imza atıyordunuz..
Kulüp bunu kabul
etmedi sanırım
Hak verdim onlara çünkü orası Galatasaray. Anlaşma olmadan
böyle federasyon zoruyla sizi kulüpte
tutmaları mümkün değil. Böyle bir örnek yok zaten. Lakin benim bonservisten dahi alacağım bir
yıllık para Galatasaray’ın bana sunduğu paranın iki katı. Diğer yandan
Fenerbahçe geliyor ve sitem ediyor. Hem seni satmak istiyorlar hem de
bonservisinde bir kuruş indirim yapmıyor diyorlar. O dönem ben transferin son gününe kadar
şartları sonuna kadar zorladım. Transferin bittiği son gün saat 5’e 5 kala
İstanbulspor’a imza attım zira kariyeri ortada olan Leo Beenhakker beni çok istemiş ve bu da benim burada kırılan
gururumu biraz olsun onarmıştı.
Hocam sonraki
kulüpleri arka arkaya yazayım. Siirt Jet Pa, Yimpaş Yozgat ve..
Kombasan Konya değil mi. Öyle bir denk geldi ki.. (gülüyor) Ben de bunu
Konya’ya imza atmadan önce düşünmüştüm.
Nasıl bir tesadüf böyle diye. Ama
öncesinde aslında Yozgat’a gitmek istememiştim ama tek seçeneğim buydu. Konyaspor’da Üstün hoca beni istemişti. Ben
de Siirt, Yimpaş ve artık Konya olmaz aman dedim (gülüyor) Onlar da Kombasan
bıraktı, kulüp kayyuma kaldı dediler, öyle gittim (gülüyor) Ben Siirt’de de
Yimpaş’ta da mağdur oldum çok. Paralarımızı alamadık. Bu hikâye zaten tanıdık
gelecektir sana.
Hikmet Karaman ile
konuşurken o da benzer sıkıntıları dile getirdi. Size de sorayım, nedir bu Türk
Futbolu’nun sağlıksız ekonomilerden
çektiği böyle?
Ben şu an lig sonuncusu bir takımın teknik direktörüyüm.
Buna rağmen gelirlerimize göre hareket etmeye fazlasıyla özen gösteriyorum.
Kendi kariyerimi düşünüp hareket edersem kulübün sonunu da hazırlayabilirim.
Bizim ülkemizde profesyonel yönetim henüz oturmadı ve bu yüzden bu ülkede takım
çalıştıran her teknik direktör kulübün mali yapısı hakkında bilgi sahibi olmalı
ve planlamayı buna göre yapmalıdır. Ben Akhisar’da benden sonra gelecek
olanların sağlıklı koşullarda çalışması için de çabalıyorum. Yoksa Süper Lig’e
çıktık hadi alalım bütün oyuncuları demek çok kolay. Unutulan şudur: Hiçbir
futbolcu transferi size ligde kalma garantisi vermez ama giderinden fazla
yapılan harcama sonucu oluşan kaotik ortam sizi sadece Süper Lig’den düşürmekle
kalmaz futbol dünyasındaki varlığınızı dahi tehdit edebilir. Akhisar gibi bu seviyede var olmamış bir ilçe
takımında ise iki kat fazla özen göstermek durumundasınız. Bu kulübü yönetenler de akil sahibi insanlar.
Camianın ne yönde gelişim kat etmesi gerektiğinin bilincinde ve buna göre de
hareket ediyorlar. Muazzam projeler sunuyorlar ve hepsi bugüne değil geleceğe
yönelik yatırımlar.
İlçeyi de az da olsa
gezdim. Bugüne kadar olan tavırlarınızda da dikkat çekici ayrıntı ligde sonuncu
olmanıza rağmen burada bir kaos hüküm sürmüyor. Her şey plana uygun bir şekilde
gidiyor hissi veriyorsunuz camia olarak..
Biz şu aşamada skorlarla ilgilenmiyoruz. Böyle bir lüksümüz yok diyelim. Uzun vadede
elbette amacımız başarılı sonuçlar almak ama bunun yolu bugün alınacak üç beş
galibiyet fazlası adına kulübün varlığını tehlikeye atmaktan geçmiyor. Bir
buçuk yıl önce geldiğimde bu kulübü görmeni isterdim. Sadece bu kadar kısa bir
zamanda şu içerisinde bulunduğumuz odadan fitness salonundan soyunma odasına
kadar her şeyi yeniden yapılandırdık. Borca girmeden ayakta kalmak, futbol
seviyesini kendi imkânlarımız ölçüsünde yukarıya çekmek en büyük hedefimiz. Biz
ilerliyoruz sanılanın aksine.. Paramız
az ama borcumuz yok, futbolcumuz parasını alır, ortam çok güzel. Bu takım bu
şekilde düşerse yeniden çıkar ve fakat riskli yatırımlar ve tesisleşme
konusundaki eksikleriyle beraber düşerse sonu amatöre kadar gidebilir.
Sorumluluk alan insanlar olarak en iyiye ulaşma hedefiyle en kötü senaryoya da
hazırlıklı olmak durumundayız.
Teknik direktörlük
kariyeriniz aslında başarılarla dolu olmasına rağmen Akhisar ile anılır
oldunuz. Malatyaspor’dan Denizlispor’dan Eyüspor’a kadar ortada pek çok başarı
hikâyesi var. Genelde düşme potasında kulüpleri alıp zirveye oynattığınızı
söyleyebiliriz.
Malatyaspor’da da başarılı olduk ama bu skorlara yansımadı.
Takıma geldiğimde oyuncular idman yapmama kararı almışlar ve bana açıklama
yapıyorlardı “Hocam bu durumun sizin buraya gelişinizle ilgisi yok, paramızı
alamıyoruz” diye. 14 kişi çıktım maçlara ve inan bana iyi bir yol kat ettik.
Ben gittikten sonra bir maç dahi kazanamadan küme düştüler. Eyüpspor’a
gittiğimde takım sonuncu sıradaydı ligin beşinci haftasında. Son hafta ise
final maçında Tavşanlı Linyitspor’a 2-1 kaybederek bir üst lige çıkma şansımızı
yitirdik. Denizlispor’da ise işler biraz farklı gelişti. 12 hafta yenilmedik
ama bu süreçte dahi taraftar memnun değildi zira kariyerli bir teknik adam
beklentisi vardı. İlk yenilginin ardından protestolar hızlandı, hep bir ağızdan
küfürler edilmeye başlandı. Var olan
başarı yüzde ellisini benim oluşturduğum kadro kalitesine bağlanıyordu. İstifa
ettim. Bu daha çok yönetimin arkamda durması ve bu tavrıyla var olan kaosu
sonlandırmasına yönelik bir hareketti ama onlar istifamı kabul ettiler. O kadro
çok iyiydi ve kesinlikle Süper Lig’e çıkabilecek konumdaydılar. Akhisar’a ise
yine düşme potasında zorlu koşullarda geldim. Kariyerime şöyle bir baktığımda
önümde iki seçenek varsa ben hep zorlu olanı işaretlemişim diyebilirim.
Teknik direktörlük
hedefiniz nedir ve bu hedefler arasında yurt dışında takım çalıştırmak da var
mıdır?
Elbette bir büyük takım çalıştırmak isterim. Milli takım ya
da bunların sonrasında Avrupa’da bir takım da çalıştırmaya yönelik hedefler var
ama her ne pahasına olursa olsun değil.
Bunu biraz açar
mısınız?
Şöyle açıklayayım.
Lig sonuncusu takımın teknik direktörü olabilirim ama kulübe doğru şeyler
verdiğimi düşünüyorum. Burasını borca sokup kısa vadedeki başarıyla bir başka
yere geçiş yaptıktan sonra yolum Real Madrid’e düşecek olsa dahi bunu yapmamayı
doğru buluyorum. Ancak kendi doğrularımla giderken önüme farklı seçenekler
çıkarsa bunu seve seve kabul edebilirim. Şunu da belirteyim ben futbolu tutku
derecesinde seviyorum, oyun olarak seviyorum.
Ben Eyüp’ü çalıştırdım. Akhisar’ı tarihinde ilk kez Süper Lig’e
çıkardım. Benim için bu ikisi gerçekten de aynı başarının farklı isimlendirmeleridir
sadece. Aynı hazzı alıyorum ben.
Malatya’da 14 kişilik kadroyla oynadığım oyun hem başarıdır hem de
mutluluk vericidir. Üstelik Malatya’da o başarının sahada skora yansımadı ama
biz koşullara göre oldukça başarılıydık ve bu beni mutlu ediyordu. Diğer önemli
kriter ise futbola biçtiğimiz misyonla ilgili. Bu çok güzel bir oyun ve topluma
pozitif anlamda etki etmelidir. Sonuç ya da kariyer odaklı düşünmüyorum.
Ertelenen Antalyaspor maçında taraftar grubumuz olan Akigoların yağmurda
ıslanan rakip taraftarları arasına almaları, böylesine saygın bir tavrı
benimsemiş olmaları benim için o maçta alınacak galibiyetten daha önemlidir.
Ülkenin bu bakış
açısına fazlasıyla ihtiyacı var sanırım.
Ben tek başıma bu ülkedeki futbol ortamını değiştiremem ama
etki edebildiğim alanda bunu başarmak da bana büyük keyif veriyor. İçeriye
çocuk parkı yaptırdık. Futbolun bir oyun olduğu gerçeğini farklı şekilde
hissettirmesi açısından da bu bir ihtiyaçtı. Benim futbolculara olan tavrım
galibiyet ve mağlubiyette de aynıdır. Kızdıran ya da sevindiren ayrıntılar ise
sonuçtan bağımsız futbolun toplumsal rolüne ve spor ahlakına uygun olmayan hal
ve davranışlaradır.
Anıl Taşdemir sanırım
bu alanda bir yanlış yapmış olmalı ki sezon başından beri sürekli şans
verdiğiniz oyuncunuzu kadro dışı bıraktınız..
Anıl’a ve diğer genç oyuncularıma güvenerek yola çıktım ben.
Az önce bahsettim. Yıldızlara para dökerek değil böylesine gençleri tanıtarak
başarı kazanma biçimini tercih ettim. Sezon başından bu yana ona şans verdim
ama Bursaspor maçı öncesi taktik gereği kadroya almadım. Kadroyu duvara
astıktan on dakika sonra Anıl odama geldi. Neden kadroda olmadığını sorunca ona
ayrıntılarıyla anlattım. Bursaspor orta sahasına karşılık vermek için daha
defansif bir yapılanmaya gidildi ve ikinci yarı da tercih etmeyeceğim için
almadım dedim, kaldıramadı. Beni rezil ediyorsunuz dedi ki ben her hafta 7
kişiyi kadroya almıyorum, bunları rezil mi ediyorum? Maç dönüşü basına yaptığı açıklama hoş
değildi. Sakat değilim, cezalı değilim ben de bilmiyorum neden oynamadığımı
gibi şeyler söyledi. Bu öncelikle yerine oynayacak olan arkadaşlarına
haksızlık. Ondan beklenti en az onun kadar değerli insanları ve kulübünü
desteklemesiydi. Ben bu cezayı hem bazı değerlerin korunması ama aynı zamanda
yeteneğine güvendiğim genç arkadaşımın bundan sonraki yolunda daha doğru
hareket etmesini sağlamak için verdim.
Buradan kendisine ders çıkarıp muazzam bir kariyer elde edebilir zira o
yeteneğe sahip.
Avrupa’ya göre
kıyasladığımız vakit buradaki teknik direktörlerin en büyük eksikliği nedir?
Çalıştırdığımız oyuncuların temel eğitiminin yetersiz oluşu.
Bizler bu ülkede hem yarışmak ve aynı zamanda da oyuncuyu eğitmek
durumundayız. Aşağıda eğitim yeterli
olmadığı için kaybolan pek çok yetenekli oyuncu var. Futbolcu birliğinin genel
anlamda taktik ve oyun bilgisi yeterli olmadığında sizin de performansınız
düşüyor ya da işiniz güçleşiyor, sorumluluk alanlarınız genişliyor. Anıl’ın
tavrı, bu oyundaki teknik direktörün rolünü kavrayamaması dahi bir altyapı
eksikliğidir.
Teknik adamlığın iki
yüzü olduğu söylenir. Motivasyon ve
taktiksel yeterlilik. Başarıya giden yolda hangisi sizce daha önemlidir?
Koşullara göre değişebilir. Eğer ki Türkiye’de başarılı
olmak istiyorsa teknik direktörün belki de her şeyden önce çok iyi bir psikolog
olması gerekir. Her şeyden önce insan yönetiyorsunuz. Grup psikolojisinden bireysel beklentilere
kadar pek çok konuda yetkin olmalısınız. Oluşturacağınız güven ortamı ve inanç
kaybolursa dünyanın en iyi idman metodunu dahi işe yaramaz.
Son olarak herkes
yeni stat projesinin son durumunu merak ediyor.
Her şey hazır. Sadece kredi için onayın çıkması bekleniyor.
Stat dışında da spor vadisi gibi pek çok spor
branşına hizmet edecek çok güzel projeler var. Biraz zaman gerekiyor
sadece. Beni en çok üzen konuların başında stat eksikliği geliyor. İlçe bu Süper Lig havasını bu yüzden soluyamıyor. Diğer takımların buraya gelmesini, bu güzel ortamı görmesini de çok isterdim ama gelecekte sanırım sadece stat değil tesisleşme alanında pek çok yenilikleri buraya getireceğiz.
HER ZAMANKİ SORULAR:
Çocukluğunuzda idolünüz kimdi?
Ben çocukluğumda Fenerbahçeliydim ve Cemil Turan’ın forması
vardı. İdolüm o dönemde Cemil Turan’dı. Yabancılardan da Michel Platini’yi çok
beğeniyordum.
Sportif direktör eksikliği çekiyor musunuz?
Bana yardımcı olan pek çok güzel insan var ama sanırım burada belirleyici olan son kararı benim veriyor oluşum. İşte bu ayrıntı aslında o insanlardan önemli yardımlar alsam da yükümü hafifletmiyor benim. Sorumluluk yine bizim. Sorunların çözümü aşamasında pek çok insan size yardımcı olsa dahi sorumluluk bana ait olduğu sürece bir yük fazlalığından ve sportif direktör eksikliğinden bahsedebiliriz.
Sizi en çok etkileyen yerli ve yabancı teknik adam?
Yerlilerden Fatih Terim. Yabancılardan ise Saffet Susic.
Beraber çalışmadıklarımdan ise Jose Mourinho fazlasıyla etkileyici.
Beğendiğiniz yerli ve yabancı futbolcu?
Manuel Fernandes'i beğeniyorum çok. Onu yeteneğini takımın emrine
sunmasını, maç içerisinde bireysel yeteneğinden ziyade takımla
bütünleşmesini etkileyici buluyorum. Yerlilerden ise aynı nedenlerden
dolayı Arda Turan'ı.
BLOGDAN GELEN SORULAR:
WildHoney: Benim kendisine sorum; Akhisar ve özelinde o bölgenin, Çanakkale, Aydın arasındaki alan, (İzmir, Uşak, Manisa hepsi buna dahil olabilir aslında) halkın futbol'a bakışını nasıl görüyor ve o yöredeki tek zirve lig takımını çalıştırmasının bir avantajı yada dezavantajı varmı? Seyirci desteği yada seyircisizlik gibi. Birde ege bölgesinin takımsızlığını neye bağlıyor?
Bu bölgenin büyük takımlarına gerekli desteğin verilmediğini düşünüyorum. Taraftarları, geleneği ve kültürü olan pek çok büyük kulüp sahipsiz bırakılıyor. Maddi destekten yoksun kendi yanlışları içerisinde boğuluyorlar. Taraftarların ateşli olması da burada sıklıkla takımı geriye götürüyor zira belirli bir plan doğrultusunda hareket edilmiyor, sabır yok ve haliyle istikrardan yoksunlar..
Akhisar halkı ise inanılmaz. Ligin sonunda yer alan bir takımın teknik direktörü olarak halktan takdir görüyorum zira buradaki insanlar gerçeğin farkındalar. Yapılanları görüyor ki çünkü herkes iç içe. Daha dün "Ne yani biz şimdi Fenerbahçe, Galatasaray'la mı oynayacağız" diyorlardı ve gelinen noktada eksikliklerin de bilincindeler.
Burak Eren: Belki imkanlardan kaynaklı ama bir alt ligden Süper Lig'e gelen takımların uyguladığı ezberi bozan takım oldular. Kadro iskeletini koruyup, yeni transferleri de belli dengeleri göz önünde bulundurup gerçekleştirdiler. Bu yüzden de mücadeleleri damima alkışlanacak. Benim sorum şu, Akhisar Belediyesi'nin çok güçlü bir maddi yapısı olsa, kadro çekirdeğini yüzde kaç oranında değiştirirdi yoksa bu iskeleti korumaya devam edip, üzerine mi daha iyi isimler alırlardı?
Paramız olsaydı belki bir ya da iki isim daha transfer ederdik ama asıl fark sanırım niceliksel değil niteliksel olurdu. İskeleti korumaya özen gösteriyoruz, tecrübelilerle gençleri kaynaştırma çabamız devam ederdi. Hali hazırda on bir benzemez takımın "takım olma" süreci diğerlerine göre kalitesi ne olursa olsun çok daha uzun sürerdi. Üstelik genç yeteneklerin iskeleti oturmamış bir takımda ortaya çıkması çok daha zor olurdu.
Floridian: Akhisar'i ligde tutmak icin devre arasi plani nedir? iyi bir scout
ekibi var mi yoksa 2-3 yeni yabanci-yerli traansfer uzerinden kumar mi
oynayacaklar herkes gibi?
Bu ülke menajerlik sistemi ile çalışıyor. Bizim hali hazırda scout ekibimiz var. Yurt dışında Erdal Keser öncesi Milli Takımlarda çalışmış Metin Tekin ile beraber çalışıyoruz, onun bize oluşturduğu oyuncu havuzu var. Kendi bilgisiyarımızda an ve an takip ettiğimiz oyuncular var. Biz oyuncuya bir şekilde ulaşsak dahi temel prensip olarak yerinde uzunca bir zaman izlemenin ve değerlendirmenin ardından transfer etme hedefi güdüyoruz. Pek çok konuda olduğu gibi burada da yeniyiz ve havuzumuz diğerleri kadar geniş değil ama büyüme her alanda gerçekleşiyor.. Zamanla çok daha iyi olacaktır..
Mario Götze & Alexander Merkel
Götze ve Merkel..
Schalke'de bir yetenek var. Max Meyer. Yakında ismini duyarsınız zaten. Tam bir 10 numara! Lakin kusuru şudur ki boy 1.69. Daha doğrusu bu 2000'lerin başında bir kusurdu. Fizik günden güne önem kazanıyor, yeteneği dahi gölgede bırakıyordu. Schalke de uzunca bir süre bu oyuncunun fiziki gelişim göstermesini beklesem mi imza mı attırsam diye düşündü durdu.
Şimdi fizik önemli değil ama tek başına yetenek de kotarmıyor.
Sammer'in yerine geçen Dutt diyor ki;
Fizik önemsiz ve hatta forvet oyuncularının kısa boylu olması avantaj dahi sayılabilir. Pres karşısında oyun sıkıştığında oyuncu çözüm üretebiliyor mu? Daha da önemlisi her iki ayağını da kullanabiliyor mu? Oynadığı alana hakim mi?
Klasik 9 numaraların artık Almanya'da yetişmemesinin temel nedeni bir açıdan bu soruların cevabıdır. Boyu uzun ama hareket alanı dar olup da pres karşısında dağılan, oyun içi çözüm üretme konusunda yetersiz oluşları Messivari forvetleri öne çıkarıyor. Boyunun kısa olması eskiden dezavantaj iken artık şimdi topa yüzde 20 daha fazla sahip olmasını sağlayacak olmasından bahsediliyor zira ileride top dolaşıyor, oyun oynanıyor ve buna bir forvet olarak katılımı da gol vuruşu becerisi kadar önemli bir kriter oldu artık.
Götze'ye gelirsek.. Şu sakatlık sorunu kronik olmazsa bütün bu özellikleri tamamlıyor. Almanya'nın ileride forveti ya Reus olur ya da Götze.. Kazakistan doğumlu Merkel ise Genoa'da oynuyor ve benim beklentim daha fazlaydı bu oyuncudan.. Beklemeye devam..
Freiburg!
Misal ben PSG yerine bir Freiburg taraftarı olmanın hayalini de kuruyorum kendi içimde.
Tek yıldızı Pappis Cisse idi geçen sezon. O kulüpten gidesiye kadar olan dönemde Freiburg küme düşme potasındaydı. Geçen sene bu zamanlar Freiburg'un sadece 13 puanı vardı ama bugün 23! Üstelik Bayern Münih sonrası kalesinde en az gol gören(17) takım yine onlar. Dortmund'dan bile daha az gol yediler. Bu da olağan zira Bayern ve Dortmund sonrası kalesine en az şut çekilen(180) takımdır Freiburg. Yine Bayern ve Dortmund sonası kalesine en az orta yapılmasına izin veren takım Freiburg.(135)
Demem o ki bu başarının altında bir yıldız aramayın. 18 yıldır bu kulübün altyapısında çalışan Cristian Streich (Şıtrayh) belki farklılığı yaratan adam olarak öne çıkarılabilir ama bu kulubün başarısızlıkta dahi koruduğu genel futbol kültürü ve politikasıyla ilgilidir.
Bu başarının altında yatan temel unsuru söylemiştim. Mesele bugün iyi puanları toplamak değil..
6-0 fark yediği bir karşılaşma ya da küme düştükleri zaman dahi "oynamak" üzerine geliştirdikleri futbol felsefesine her zaman sadık kalacaklarını dile getirmeleridir onların farklılığı..
PSG Logosu!
PSG'nin yeni sahipleri kulüp logosunu da değiştirmek istiyor.
Akhisar Belediyespor'un taraftarı olmak PSG taraftarından çok daha anlamlı geliyor bana. Hayatta isteyeceğim son şey taraftarı olduğum kulübün dünyanın en zengini dahi olsa bir kişinin malı olması.
İtalya'da bazı kulüpler kimi ailelerin tekelinde ama bu onlara da benzemiyor. O kültüre ait olmayan, orayla bırakın kültürel bağlantıyı orada yaşamamış çok başka bir insan gelip söz sahibi oluyor, "bu benim malım" diyor ki taraftara verilecek daha büyük bir cezayı ben düşünemiyorum.
Sağolsun Bundesliga'da yasalar böyle bir hakkı herhangi bir insana vermiyor. Almanya'da herhangi bir şahıs herhangi bir kulübün yüzde 51 hissesine sahip olup tek başına söz sahibi olamaz. Ki mevzu bahis konu taraftarlık kültürü olduğunda Bundesliga fersah fersah ileride hepsinden.
PSG taraftarı ki formasını iki kulübün birleşmesinin tarihi olan 1970'den bu yana değiştirmelerine dahi tepki koymuş, her seferinde klasik formaya geri döndürmek zorunda kalmışlardır. Üstelik bu Manchester City rengine dönüşmesi bir yana ezeli rakip Marsilya'yı da andıran şu değişimi kabul etmesi mümkün değil.
Şu bebek arabasını yok etmek istiyorlar. Fransa'nın o en uzun süre tahtta kalan meşhur "Güneş" Kralı Ludwig XIV'ün doğum yerini simgeleyen çocuk arabası artık olmayacak zira yeni "Kral" bunu istemiyor. Şahsen ben prensip olarak Krallara karşı olan ve bu yayılmacı politikaya sahip Fransa Kralı'nı çok da umursamayan bir insanım ama PSG taraftarı muhtemelen böyle düşünmeyecektir.
İbra'yı sevsem, güzel oyuncuların birleşiminden doğacak sonucu merak etsem de ne zaman PSG yenilir, Manchester City yenilir bir başka keyif alırım.
Umarım yakın zamanda şeyhler futbol arenasını terk eder diyeceğim ama.. Zor.!
Messi!!
Bir tane da benzer şekilde fotoğrafı vardı. Orada ilginç olan çevresindeki bütün insanların cep telefonlarıyla görüntü kaydetme uğraşısı içerisinde olmasıydı.
Hayat bazen bu insanlar için fazlasıyla zor da diyebiliriz.
Bu foto çok daha güzel..
11 Aralık 2012
Hamza Hamzaoğlu!
Yarın öğlene kadar hocaya olan sorularınız varsa alabilir ve kendisine iletebilirim..
Nicki olmayanlar her zaman olduğu gibi mail de atabilirler.. Röportajın blogda olan kısmında sorularınızı yayınlayacağız..
Edit: Sorularınız soruldu, cevaplar alındı. Bu harika adam ile röportaj Cumartesi gecesi burada olur.
Edit: Sorularınız soruldu, cevaplar alındı. Bu harika adam ile röportaj Cumartesi gecesi burada olur.
YURT DIŞI
Dün sabah gördüm ben bu karikatürü.. Güldüm çok.. Umut Sarıkaya karikatürü.. Akşam da Murat Fevzi ve Uğur Meleke ile olan muhabbette ben yurt dışında yaşamının toplumdaki "tuhaf" algısından bahseder ve konuşur, konuşur dururken Uğur Meleke de Umut Sarıkaya hikayesinden bahsetti. Sonra da gönderdi.. Ki yolculuklar var önümde benim.. Şu hikayeleri de alıp öyle çıkmalıyım yola!
Ben bunu çok beğendim, siz de belki beğenirsiniz diye..
Yurt Dışı
Üniversite bittikten sonra kısa süre işsiz kalınca hemen "yurt dışına gideceğim" demiştim. İnsanlarla ne yapacağımı konuşurken tek şey çıkıyordu ağzımdan ; "yakında ben zaten yurtdışına gideceğim". Yurt dışı, yurt dışı diyip duruyordum ama yurt dışının tam olarak neresi olduğu ve oraya nasıl gideceğim hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Amerika mı, İngiltere mi, Norveç mi, Fransa mı neresiydi gitmek istediğim yer? En ufak bir fikrim yoktu. Yurtdışı olsun yeterdi, her yer olabilirdi. Üniversiteyi bitirmiştim, işsizdim, doğduğumdan beri kız arkadaşım olmamıştı, ne beklentim ne de bir amacım vardı, beni buraya bağlayan hiç kimse, hiçbir şey yoktu. Sanki yeni bir söz bulmuşlar da bunu kendilerinden başka kimse bilmiyormuş gibi "nereye gidersen git, oraya da kendini götürürsün" diyenlere inat kendimi yurtdışına götürmeye kesin kararlıydım. Yurt içinde olmamıştım ben. Tut kolumdan götür beni Yozgat'a, Maraş'a, Gümüşhane'ye tırt olduğum iki haftaya kalmaz fark edilirdi, kendimi gizleyebileceğim bir yerlere gitmeliydim. Beceriksizliğimin sorumluluğunu kültür farkına yorabileceğim bir yerler olmalıydı. Hem sıla hasreti de beni birkaç yıl oyalardı. "what's the prablım honey" diye yanıma sokulan yabancı sevgilimi elimle itip "geldiğim yerdeki insanları özledim tatlım. Şehirlerinizde alt yapı sorunu yok... Eyvallah! Biri hastalansa onu hemen helikopterle hastaneye yolluyorsunuz... Bravo! Sarışınlık sizde, rak müzik sizde, milkşeyk sizde... Korkmayın bunların hiçbirinde gözümüz yok! Ama bişeyi unutmuşsunuz be cincır! İnsan değilsiniz insan! Geldiğim yerdekiler hepinizden daha insandı. İnsan insana bakardı" diyerek ilişki yürütemememin, geçimsizliğimin faturasını yurt dışı insanına çıkarmam gözlerimin önüne geliyordu. Kendine acımanın, kendine üzülmenin en legal olduğu yer yurt dışı. Yani tam bana göre bir yerdi. Yurt Dışı'na kesin gitmeliydim.
Bizim sülalenin erkeklerinin temel özelliği; ailesinin rızkını, parasını pulunu elâleme yedirmeyi çok sevmesidir. Kadınların ise temel görevi bunu engellemeye çalışmaktır. "Biz yemeyelim de el mi yesin?" diye bankada bulunan bütün paralarını bir ay içinde harcayıp şahane bir ay geçiren ve sonra da farkirliğin pençesinde inim inim kıvranan uzaktan akraba olduğumuz bir aile bile vardı. Adam kadının şüphelerini haklı çıkarmış o fakirliğin içinde bile eline geçen üç kuruşu birilerine yedirmeye çalışırken yakalanmıştı. Az paraya kendine bir dost tuttuğu, haftanın belirli günleri dostunda kaldığı söyleniyordu toprak alasıcanın, boyu devrilesicenin. Aile parçalanma noktasına gelmişti. Kadın her gün yanına 6 yaşındaki çocuğunu da alıp bize geliyor kendini yerden yere atıyor, ağlıyor, ağlatıyordu. Yerde debelenmekten kafasından çıkmış başörtüsünü düzelterek, getirdiğimiz suyu geğirmeler ve hıçkırıklarıla içip yeniden salonun ortasında yere uzanıyordu. Gerçekten acı bir durum yaşanıyordu, hepimizin gözleri ağlaya ağlaya davul gibi olmuştu. Çocuğun da psikolojisi bozulmuştu, "anneeeeeeeaaaa" diye bana tokatlar atıp kucağımdan kurtuluyor, baygın annenin yanına koşuyor ellerini bileklerini ovuyordu kadının. Kadın kısa süre sonra kendine gelip çocuğa sarılıyor, bu sefer de ayılan kadına kızıp vurmaya başlıyordu zavallı yavrucak. Bende işsiz olduğum için bu görüntülere her gün tanık olmak zorunda kalıyordum. Günler haftalar geçmişti ve yurt dışı konusunda hiçbir atılım yapmamıştım. Ama zaman geçtikçe yurt dışının aile içindeki temsilcisi gibi bişey olmuştum. Her olayı her konuyu bir şekilde yurt dışına bağlıyordum. "Yurt dışında böyle bir şey olmaz. Orda devlet "dur" der buna. İki dakkada polis kapına gelir. 'Sen bu çocuğun pisikolojisiyle oynuyorsun'der. Çocuğu hemen gözetimine alır. Gider babayı bulur, babayla konuşur. Babayı helikopterle alıp evine getirir. Çocukla ailenin görüşmesine izin vermez, aileye de bir aile terapisti ayarlar. Ev temizse evi pisletir devlet, sonra çıkıp sokakları deterjanla yıkar. Çünkü yurt dışında sokaklar temiz, evler pistir. Belediye başkanları eşcinseldir" diye aile içinde ileri geri konuşuyordum.
Ben bunu çok beğendim, siz de belki beğenirsiniz diye..
Yurt Dışı
Üniversite bittikten sonra kısa süre işsiz kalınca hemen "yurt dışına gideceğim" demiştim. İnsanlarla ne yapacağımı konuşurken tek şey çıkıyordu ağzımdan ; "yakında ben zaten yurtdışına gideceğim". Yurt dışı, yurt dışı diyip duruyordum ama yurt dışının tam olarak neresi olduğu ve oraya nasıl gideceğim hakkında en ufak bir bilgim yoktu. Amerika mı, İngiltere mi, Norveç mi, Fransa mı neresiydi gitmek istediğim yer? En ufak bir fikrim yoktu. Yurtdışı olsun yeterdi, her yer olabilirdi. Üniversiteyi bitirmiştim, işsizdim, doğduğumdan beri kız arkadaşım olmamıştı, ne beklentim ne de bir amacım vardı, beni buraya bağlayan hiç kimse, hiçbir şey yoktu. Sanki yeni bir söz bulmuşlar da bunu kendilerinden başka kimse bilmiyormuş gibi "nereye gidersen git, oraya da kendini götürürsün" diyenlere inat kendimi yurtdışına götürmeye kesin kararlıydım. Yurt içinde olmamıştım ben. Tut kolumdan götür beni Yozgat'a, Maraş'a, Gümüşhane'ye tırt olduğum iki haftaya kalmaz fark edilirdi, kendimi gizleyebileceğim bir yerlere gitmeliydim. Beceriksizliğimin sorumluluğunu kültür farkına yorabileceğim bir yerler olmalıydı. Hem sıla hasreti de beni birkaç yıl oyalardı. "what's the prablım honey" diye yanıma sokulan yabancı sevgilimi elimle itip "geldiğim yerdeki insanları özledim tatlım. Şehirlerinizde alt yapı sorunu yok... Eyvallah! Biri hastalansa onu hemen helikopterle hastaneye yolluyorsunuz... Bravo! Sarışınlık sizde, rak müzik sizde, milkşeyk sizde... Korkmayın bunların hiçbirinde gözümüz yok! Ama bişeyi unutmuşsunuz be cincır! İnsan değilsiniz insan! Geldiğim yerdekiler hepinizden daha insandı. İnsan insana bakardı" diyerek ilişki yürütemememin, geçimsizliğimin faturasını yurt dışı insanına çıkarmam gözlerimin önüne geliyordu. Kendine acımanın, kendine üzülmenin en legal olduğu yer yurt dışı. Yani tam bana göre bir yerdi. Yurt Dışı'na kesin gitmeliydim.
Bizim sülalenin erkeklerinin temel özelliği; ailesinin rızkını, parasını pulunu elâleme yedirmeyi çok sevmesidir. Kadınların ise temel görevi bunu engellemeye çalışmaktır. "Biz yemeyelim de el mi yesin?" diye bankada bulunan bütün paralarını bir ay içinde harcayıp şahane bir ay geçiren ve sonra da farkirliğin pençesinde inim inim kıvranan uzaktan akraba olduğumuz bir aile bile vardı. Adam kadının şüphelerini haklı çıkarmış o fakirliğin içinde bile eline geçen üç kuruşu birilerine yedirmeye çalışırken yakalanmıştı. Az paraya kendine bir dost tuttuğu, haftanın belirli günleri dostunda kaldığı söyleniyordu toprak alasıcanın, boyu devrilesicenin. Aile parçalanma noktasına gelmişti. Kadın her gün yanına 6 yaşındaki çocuğunu da alıp bize geliyor kendini yerden yere atıyor, ağlıyor, ağlatıyordu. Yerde debelenmekten kafasından çıkmış başörtüsünü düzelterek, getirdiğimiz suyu geğirmeler ve hıçkırıklarıla içip yeniden salonun ortasında yere uzanıyordu. Gerçekten acı bir durum yaşanıyordu, hepimizin gözleri ağlaya ağlaya davul gibi olmuştu. Çocuğun da psikolojisi bozulmuştu, "anneeeeeeeaaaa" diye bana tokatlar atıp kucağımdan kurtuluyor, baygın annenin yanına koşuyor ellerini bileklerini ovuyordu kadının. Kadın kısa süre sonra kendine gelip çocuğa sarılıyor, bu sefer de ayılan kadına kızıp vurmaya başlıyordu zavallı yavrucak. Bende işsiz olduğum için bu görüntülere her gün tanık olmak zorunda kalıyordum. Günler haftalar geçmişti ve yurt dışı konusunda hiçbir atılım yapmamıştım. Ama zaman geçtikçe yurt dışının aile içindeki temsilcisi gibi bişey olmuştum. Her olayı her konuyu bir şekilde yurt dışına bağlıyordum. "Yurt dışında böyle bir şey olmaz. Orda devlet "dur" der buna. İki dakkada polis kapına gelir. 'Sen bu çocuğun pisikolojisiyle oynuyorsun'der. Çocuğu hemen gözetimine alır. Gider babayı bulur, babayla konuşur. Babayı helikopterle alıp evine getirir. Çocukla ailenin görüşmesine izin vermez, aileye de bir aile terapisti ayarlar. Ev temizse evi pisletir devlet, sonra çıkıp sokakları deterjanla yıkar. Çünkü yurt dışında sokaklar temiz, evler pistir. Belediye başkanları eşcinseldir" diye aile içinde ileri geri konuşuyordum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)