4 Ocak 2014

Bir bir gidiyorlar.. Neden?


Bundesliga merakı çocukluğumda dayıların muhabbetlerine ortak olmaya çabaladığım zamanlarda başladı. Küçük dayım sıkı bir Bayernli diğerleri ise Anti-Bayernli olarak duruyordu. Sadece bu dahi bir şeyler anlatıyordur size. Bayern'den başka bir takım ismi sıklıkla figuran olarak geçiyordu. Başka açıdan Bayern Münih kaybettiğinde evin içerisindeki sevinç dalgası üzüntü fırtınasının önüne geçiyordu. Anti-Bayern Münihlilik hem çok gözde hem de çok daha fazla tutkulu yaşanıyordu. Yıllar yılı var olan bu tutku aslında Bayern'i büyüten etkenlerden birisi olmuştur. 

Benim gözüme çarpan Andreas Möller hayranlığının sonucu Frankfurtlu olmam dışında çok büyük ilgiyle izlenen Bundesliga özet karşılaşmalarında bir başka takımın uzun süre tutulduğuna şahit olmadım.  Kimsenin sonuçlara bakmadan izlediği özet görüntüleri esnasında öyle bir dikkat kesilmiş olurlardı ki Frankfurt’un 5-1 yendiği bir maçı videotext’den takip etmiş ve içeriye dayımlarla beraber özet görüntülerini izlemek için mutlu mesut girdiğimde “Aha Frankfurt kazanmış, bizim yeğene bakın anlarsınız” diyerek onların heyecanının bir kısmını götürdüğüm için şakayla karışık kızıyorlardı zaman zaman spikerin anlatımı esnasında golün olmayacağını belirten cümle kurduklarında kızdıkları gibi.. 90'lı yılların başıydı, başka bir ifadeyle Becker'in 2-0 geriden gelip maçı alacağına inanarak oturup saatlerce tenis maçı izlediğim çok başka bir dönemdi..

O dönemde ilginç olan muhabbetlerin başında dayımların oyuncuya bakıp Bayern Münih'e gidip gitmeyeceğini tartmaları oluyordu. "Bu spor arabaya biner, kibirlidir, kesin Bayern'e yolu düşer" gibi ilginç yaklaşımları oluyordu. Yıllar sonra yolum Hamburg'a düştüğünde benzer yorumları Mario Götze için de yapmışlardı.  En büyük olmak isteyenin, en iyisi olmak için çabalayanların Bundesliga lig kalitesinin de bugünkü gibi popüler olmadığı zamanlarda Bayern Münih tek çıkar yoldu buradaki futbolcular için.. 


Neuer gitti, Götze gitti ve şimdi de Lewandowski.. Sadece para bunu açıklamaya yetmez, önemli bir etken olsa dahi. Özellikle buradaki Alman oyuncuları için paradan daha başka bir şey. Bundesligayı bir bütün olarak ele alırsanız Schalke,Dortmund, Leverkusen, Bremen gibi takımlar Avrupa Ligi’dir Bayern Münih ise Şampiyonlar Ligi’nin tek temsilcisidir. Bir şey “tek” olunca üstelik bu büyüklük farkı tüm takımların taraftarları, oyuncuları ve hocaları tarafından ağızbirliği edilmişçesine kabul edilince çok daha başka bir mevki doğuyor. Bayern Münih pek çok futbolcunun çocukluğundaki zirvesidir. Oraya çıkmadan en iyisi olunmuyor, orada forma giymeden en başarılı olamıyorsun. Kariyer planlamasının en sonunda duran kırmızı noktadır. Başarılı olmakla ilgilidir daha çok bu durum. Yoksa Putin’in devreye girmesi sonucu Bayern Münih’ten alacağından daha fazla kazanma ihtimalini dahi bir kenara bırakıp Schalke’nin çocuğu Manuel Neuer kalırdı evinde..  Neuer para için değil kariyer ve kupalar için gitti. Milli takımda uzun süre kalmak için gitti. Şampiyonlar Ligi’ni kazanmak için. Kendi kişisel kariyeri açısından “en iyisi” olma adına.. Gazprom yıllığına 15 milyon verecek olsa dahi kalmak istemedi.

Öte yandan bir sebebi de Bayern Münih'in futbolcularla kurduğu ilişkiden de kaynaklanıyor. Olabildiğince samimi, dürüst ve yer yer söze dayalı anlaşmalar dahi yapılıyor. Asla onları kötü günlerinde yalnız bırakmıyorlar. Söz verdikleri vakit arkasında duruyorlar. Arturo Vidal'i ve Diego'yu Juventus'a bu şekilde kaptırdılar, sadece söze dayalı anlaşma yapıp oyuncuların da bu sözü tutacaklarına inandıkları için..  Yönetim içerisinde yetkili olan şahsiyetlerin hepsi eski efsane futbolcular olması, onları çok iyi anlayan bir yapının da doğmasına sebebiyet veriyor.  O psikolojiye öyle hakimler ki var olan büyüklüğünü futbolcu gözünde çekici kılmayı başarıyorlar.

Ben olsam muhtemelen tutkulu taraftarı olan Borussia Dortmund'u asla bırakmazdım. Siz de böyle diyorsunuz muhtemelen ama içerideki Bayern Münih algısını çocuk olarak yaşamadan bakıyorsunuz. Anlayabiliyorum ve fakat elbette Bayern Münih teklifine rağmen kulubünde kalanlara ise başka bir saygı duyuyorum. 

3 Ocak 2014

"Devrim’in diyemedikleri."


  

Böylesine bir acı üzerinden şu yazdıklarım için utanıyorum her şeyden öte.

Bir yazı yazdım. Nihayetinde yazının çıkış noktası ne olursa olsun 19 yaşındaki bir çocuğun belki Fenerbahçeli belki de Galatasaraylı olan altı tane hayvan tarafından katledilmesinin Fenerbahçe'nin yıkılmazlığıyla özdeşleştirmenin çok da doğru olmadığı üzerine bir fikir olmuştu. Ki gelen yorum sonrası en azından toplumsal algı değil çıkış noktasında besteyi yapanların çelişkisi olmadığını da gördüm doğru bir itiraz sonucu. Ve fakat  öyle garip ve öyle aptalca tepkiler aldım ki şu içi boş, saçma sapan fanatizm içerip GS ve FB gibi çok parçalı bütünden ilgisiz bir ayrıntı koparıp aptalca bir kolaj çalışmasına cevap vermek durumundayım.

Yeri gelmiş, burada bir yazıdan onlarca blog aynı anda hakkımda yazmış çizmiş. Bunları mesele dahi yapmam ama aklını sevdiğim arkadaşlarım öyle güzel saçmaladılar ki yazmak şart oldu.

 Yazdığım yazı aşağıda duruyor. Bakın buna nasıl bir cevap yazılmış.

Şampiyonluk yemegini Baransu ve Karlıbel'i çağıran, locasında Öz'ü ağırlayan 20 milyon oyun pazarlığını yapan bir camia, stada konmasına rağmen devletin kucağından inemeyen bir camiayken sen önce bir kendine bak derler adama.”

Laf ola beri gele. Ben şampiyonluk yemeğine birisini çağırdığımı hatırlamıyorum. Gerizekalı mısınız? Galatasaray’ın yöneticilerinin yaptığı her eylemi ben sahipleniyor muyum? Ünal Aysal’ın ROK gibi ne olduğu belli olan adamla sarmaş dolaş olmasından, Ergun Gürsoy’a kadar tarih içerisinde içerisinde olmadığım tonla saçmalıklardan sorumlu muyum? Ben Galatasaray yöneticilerinin eylemlerinden sorumlu muyum? Peki sen? Gün-Güven Sazak’tan Ömer Çavuşoğlu’ndan Aziz Yıldırım'dan X’den Y’den olan bitenden mi sorumlu musun? 

Ben kimim?

Galatasaraylılar bir beste yapmış, kız arkadaşımla metrobüste dinledim, utandım. Burada şu linkte de okuyabileceğiniz rezil beste diye yazı yazdım. Balili’ye ırkçı tezahürat edildi, yuh olsun diye yine yazıyazdım. İnsan ne olduğu belirsiz, hırsızı, katili, iyisi, kötüsü, öküzü, manyağı, sapığı olan ülkenin milyonlarca insanını içeren bir grubun ortalamasıyla kendisini ya da bir başkasını  özdeşleştirebilir mi?  Bunları savunacak ya da yaşama olan bakışımı benzemez otuz milyon ve yöneticilerinin yaptıklarıyla mı belirleyeceğim? Beşiktaş, Fenerbahçe ya da Galatasaray için de aynı şeyler söz konusudur. Mevzu bahis konu yaşam biçiminin ne oldu ya da ideoloji ise bir takımın taraftarlarlığı skimde bile değildir. ırkçıysa redderim, etik açıdan kusurlu bulursam kara çalarım. Ali İsmail Korkmaz'ı da gerekirse o yazıda da belirttiğim gibi "FENERBAHÇE YIKILMAZ" diyerek anmaya devam ederim. 

Bu yazılarınları aklı başında insan ciddiye alır mı?

İlla ki bir cevap vermek gerekirse AKP’ye karşı olan mücadele içerisinde Aziz Yıldırım içeride  olduğu vakit Kadir Topbaş’ın oğlunu, RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN DÜNÜRÜ Fenerbahçe yönetiminde seçime girilmedi mi? İçeride kazanılan seçimin yönetim listesinde kimler vardı arkadaşım? Ali İsmail Korkmaz'ı o yönnetimle mi destekledi binlerce genel kurul ya da Aziz Yıldırım? 


Çıkarcılık nedir? Ali İsmail Korkmaz’ı gündeme getirdiği için FENERBAHÇE YIKILMAZ diye bir Galatasaraylı olarak bağırıyorum diye yazı yazmak mıdır? Birbirlerinden farklı her türlü görüşü ve niyeti barındıran 2o ya da 10 milyonu bir sepete koyup yaşama ideoloji biçmek gerzekliğinde bulunmadığım için mi? Üç kuruşluk ajitasyonla tavlayacağın fanatik ergenler adına mantıktan kopup senin gibi  uçmadığım için mi? Şu mantığı güdenin adam olduğu yerde kaypaklığı öpüp başımıza koyarız.

Aziz Yıldırım'ı beğenirsin beğenmezsin ama bugün tribünlerde bu kadar rahat tezahürat yapabiliyorsan kulübü kendi ihtiras ve egosundan başka hiç bir şeye bağlamadığı için... Peki sen öyle misin?”

Topla çıkar ek biç ve bir  bütüne bağla ki Nobel ödülü versinler. Birileri de bunu alkışlıyor fanatizm adına ya ona yanarım ben.

O yüzdendir ki Devrim diyemez ki "Ali İsmail Korkmaz Galatasaray yıkılmaz." Devrim maksimum "Düzen bozulmaz Galatasaray yıkılmaz" der. Çünkü Ali İsmail Korkmaz'ı sahiplenecek maçası yoktur. Çünkü Galatasaray kendi rahatlığından kendi karakterinden vazgeçtiği kadar rahat vazgeçemez. O yüzden Galatasaray türk futbolunun Nazlı Ilıcak'ıdır.”

Yazıyı okudunuz.  Hadi diyelim ki kavrayışınız kıt, okuduğunuzu anlamakta güçlük çekiyorsunuz.
11 Kasım’da şunu yazdım. Sonrasında ve ötesinde, berisinde çok şey yazdım ettim. ne alaka? Yüzlerce Beşiktaşlısı, Fenerbahçelisi sahiplendi bu tezahuratı. Fenerbahçelilik tekeline mi alındı 19 yaşındaki çocuğun öldürülüşüne üzülmek? Sizin ben mantığınızı sikeyim.

Bunu da geçin.

Beni ekşi sözlük’ten, blogdan, twitter’dan, facebook’dan günler aylar değil yıllar yılı takip edenler Ali İsmail Korkmaz ve benzer durumlarda ne şekilde tepki verdiğimi bilir. Bunu yazan insan da bilir. bilir de ergen üç tane fanatik alkışlayacak diye soytarılığa soyunur.

Nedir bu?

Bu paragrafın bir anlamı var mıdır? Fenerbahçe cici Galatasaray böcü demekten öte tek bir anlam bütünlüğü, dayandığı bir dayanak var mıdır?

Ama Fenerbahçe bugün onca şeye rağmen arada Aziz Yıldırım merkezli falsoları da olsa hala direnmiştir ve direniyordur. Ondan Ali İsmail Korkmaz'ı sahiplenmek onun hakkıdır. Galatasaray Ali İsmail Korkmaz olsaydı Gezi olaylarını ntv'den seyrederdi... Fenerbahçe olduğu için orada can verdi.”

Ali İsmail Korkmaz’ı döverek öldürdüler.  Ali İsmail Korkmaz’ın babası misal Tayyip’in dünürü ile kolkola seçime girip oğlunu kurtaramadı. Ali İsmail Korkmaz’ın babası bugün Aziz Yıldırım gibi Tayyip’e teşekkür edemiyor, en büyük  Fenerbahçeli Rıdvan gibi “ne güzel yardım etti oğlumun katillerini buldu” diyemiyor. Ali İsmail Korkmaz öldürüldü, aklın mı kıt ne olduğunu idrak mı edemiyorsun?   Adil ya da değil.. Verilmiş yargı kararının sonuçlarından Fenerbahçe’yi kurtaranlar tarafından öldürüldü

Hadi şimdi beraber söyleyin

İkisi de özgürlük mücadelesi veriyormuş da..  Üç kuruşluk liseli beyniyle bir çocuğun ölümünü kaymak tabakanın kendi arasındaki rekabetle, çıkar savaşıyla özdeşleştiriyor. Fenerbahçe kurtulacak, hak yığınları özgürleşecek. Bu noktaya vardıracak kadar cıvatalar kopmuş.

Buradan aynı yazıya tepki veren Galatasaraylılara da söyleyeyim. 

Varsa bu yaşamda bir üst kimliğim o bir futbol takımı taraftarlığı değildir. Mümkünse Fenerbahçelileri de Beşiktaşlıları da aranıza alıp BAŞKA ORTAK PAYDALAR  içerisinde takımsız bir "yaşam biçimi" benimseyin hayata karşı.  En azından benim derdim mevzu bahis konu yaşama bakış ve anlamlandırış, yaşama karşı herhangi bir duruşsa bu herhangi bir takımın taraftarlığıyla da ilgisi yoktur. Birbirlerinden farklı milyonlarca siyasi görüş, karakter ve benzemezliklerin toplamına sahanın dışında anlam koyamam, siz de alınganlık yapmayın.

2 Ocak 2014

Avrupa Ligleri İlk Yarı Değerlendirmeleri


Bundesliga ile yakından ilgilenenler son 50 yıldaki ilginç rakamlara buradan ulaşabilirler..

Öte yandan bir ilk yarı değerlendirmesi de yine sayılar üzerinden yapıldı. O bölümden önemsediğim bir kısmı buraya alıntılayım..

Çok koşan mı kazanır koşturan mı? 

Ligin en fazla koşan takımı maç başına 121.7 km ortalamasıyla Freiburg olurken en az koşan takımı ise 114.9 km ortalamasıyla Schalke oldu. (Hannover'i pas geçmişiz. 13.8 ile en kötüsü) Lakin sıralamaya baktığınızda Freiburg tabelada kendisine 16. sırada yer bulurken Schalke zirveye yakın yerde ligi bitirdi. Hatta sondan birinci sırada yer alıp da ligin galibiyet alamayan tek takımı Nürnberg de ligin en çok koşan dördüncü takımı! Bayern Münih’in hiçbir oyuncusunun en çok koşan ilk 10 içerisinde yer almaması ve takım olarak en fazla koşan 13. takım olması ise “onlar topa sahip olup rakibi koşturuyor” görüşünün ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Nihayetinde en az koşan takımlar arasında yer alan Stuttgart ve Hannover’in bulunduğunu da dile getirirsek tek başına az ya da çok koşmanın belirleyici olmadığını da görürüz. Bu arada Hannover en son Hoffenheim maçında 101.4 km koşarak ligin bir maçta en az mesafe kat eden takımı olmayı da başardı. Futbolculara gelirsek... Mönchengladbachlı oyuncu Christoph Kramer toplamda 204.6 km(maç başına 13.1 km) ile en yakın rakibine 4 km fark atarak devrenin en çok mesafe kat eden oyuncusu oldu. Daha az süre almasına rağmen maç başına 13.1 km koşan diğer oyuncu ise Tolga Ciğerci.


Bunların dışında Emre Özcan da harika bir Serie A ilk yarı değerlendirmesi yaptı. Buradan okuyabilirsiniz..


Benim Bundesliga'ya olan düşkünlüğümden de öte bir La Liga manyaklığına sahip Emre Çelik de ilk yarıyı değerlendirdi. Muhteşem bir analizi de buradan okuyabilirsiniz..

Gol Atan Taraftar

Harry Redknap nevi şahsına münhasır bir karakter. Doğrusunu söylemek gerekirse herhangi bir kupa kadırmadan “üst düzey teknik direktör” olarak neden bu kadar öne çıkarıldığını tam olarak anladığımı söyleyemem. Onun dışında neden bu kadar ilgi görüyor sorusunu ise geçenlerde okuduğum bir anekdot sonrası anladığımı söyleyebilirim. Muhtemelen bu hikaye Premier Lig takipçileri tarafından biliniyordur ama ben yeni okuduğum için çok eğlendim.. 

Çok da başarılı olmadan 7 yıl boyunca oynadığı West Ham’da 1994 yılında iken yardımcı antrenör olan Harry Redknapp’ın yaşadığı şu güzel ayrıntı onu değerli kılıyor. O dönem West Ham’ın kadrosu öyle geniş ki ikiye bölünüp farklı takımlarla hazırlık maçları dahi yapabiliyorlardı. 28 Haziran günü antrenör Billy Bonds takımın yarısını alıp  hazırlık maçları için doğuya giderken takımın diğer yarısını da Harry amcam alıp Oxford’a gidiyor hazırlık maçı yapmak için.  Amatör bir kulüp olan Oxford City maçı başlamadan bizim Harry taraftarla tartışmaya başlamış.  Steve Davies adındaki taraftar Harry’nin takımda çok tuttuğu forvet Lee Chapman hakkında atıp tutuyor. “Ben şu halimle ona on basarım” filan da felan da Harry’e kafa tutuyor, Chapman hakkında veriyor veriştiriyor..

Maçın ilk yarısını 2-0 önde kapatan West Ham ikinci yarı  bütün oyuncularını değiştiriyor, elde bir oyuncu daha kalmayacak şekilde maça yenilerini sokuyor. Şansızlık bu ya değiştirecek oyuncu kalmadığı noktada West Ham’da bir sakatlık yaşanıyor. Oyuna sokacağı oyuncusu olmayan Harry Redknapp maç öncesi tartıştığı taraftar olan Steve Davies’e dönüp “Dediğin gibi futbol oynuyor musun gerçekten? Söylediğin kadar iyi misin? “ diye soruyor.  Steve de söylediklerini yutmayarak “Elbette” diyor. Bunun üzerine Harry taraftara ayakkabı numarasını sorup cevabı aldıktan sonra taraftara soyunma odasına geçip hazırlanmasını söylüyor. Maça girecektir ve dediği kadar iyi mi görülecektir!

taraftar Steve sahada..


Steve Davies’e uygun ayakkabılar bulunup formasıyla beraber saha kenarına geliyor ve sakatlanan oyuncunun yerine taraftar ikinci yarı oyuna giriyor. Haliyle kendisine sunulan listede böyle bir oyuncu olmadığı için maçı anlatan yayıncı kuruluşun spikeri gelip Harry Redknapp’a “bu kim” diye soruyor.  Böylesine kafası iyi olan marjinal hocamız da “Dünya Kupası’nı izlemedin mi?  Bulgar takımının yıldızı Tittishev” diyerek adamı gönderiyor. Üstelik günde 30 sigara içen bu adam Oxford’lu oyunculardan yine de daha hızlı çıkıyor.  Maçın 71. Dakikasında maçı izlemeye gelen taraftar resmi olarak West Ham adına ilk ve sanırım son golü atıyor. Biyografisinde ise Harry bu taraftara hakkını veriyor “Evet, haklıydı, Chapman’dan daha iyiydi”  diyor…

Sonrasında BBC'nin programında Steve ile Harry yeniden bir araya dahi geliyor.  Almanya'nın milli formayı "1" kez dahi olsa sırtına geçirmiş tek federasyon başkanı olan Peco Bauwens'in  hikayesi de biraz buna benzer aslında.


The Kite Runner



Eğer bu filmi izlemediyseniz bence bu muhteşem eserin kitabını okuyun. Yok eğer kitabını okuduysanız filmini izlemeyin.

Arkadaşlığın önkoşulu

Halit Huseyni’nin(Khaled Hosseini) bu güzel kitabında 1975 Afganistan’ında birbirlerine zıt koşullara sahip Emir ve Hasan adında iki çocuğun trajik ilişkisini konu alır. Emir evin efendisinin oğlu, Hasan ise evin hizmetkarının.. Bu ilişkinin dolaylı sonucu aynı yaşlarda iki çocuktan birisi efendi, diğeri onun hizmetkârı oluyor. Oysa bu koşullarda bir arkadaşlık mümkün mü? Elbette bir şeyleri paylaşabilir, zaman zaman farkların silindiği kimi mecralarda ortak paylaşımlar olabilir ama adına arkadaşlık diyebilir miyiz? Ki yine bu eserin içerisinde mahalle çocukları iki çocuğun ilişkisinin arkadaşlık olmadığını da efendinin oğluna hatırlatıyor.  Pek çok insanın ne muhteşem bir arkadaşlık olarak addettikleri bu ilişkinin eserin içerisinde pek de öyle olmadığını görüyoruz. Hangi arkadaş diğerine sürekli evin içerisinde hizmet eder?  Her türden ilişkinin gerçekliğini belirleyen aradaki o muazzam dengedir.

 Farklı şekilde de olsa Ankara’da üstelik uzun yıllara dayanan dengesiz arkadaşlık ilişkinin aslında arkadaşlıktan başka her şey olduğunu geç de olsa gördüğüm için bunları yazıyorum.  Birisinin diğerine maddi olarak bağımlı olduğu bir konumda herhangi bir ilişki bu gerçekliğin dışında ele alınamaz. Gerçekten mi yoksa yaşam içerisinde ayakta daha iyi kalabilmek için mi “içinden bir şeyler geldiğini” kişinin kendisi dahi bilemeyebilir. Ne zaman ki birisinin diğerine herhangi bir çıkar ilişkisinin olmadığı bir dengeyi kurar, işte o zaman dostluktan, aşktan bahsedebiliriz.


Kim Ki Duk’un verdiği mesaj açısından ele alırsak en iyisi dahi diyebileceğim “Bad Guy” (Nappeun Namja) filmini de ele alabiliriz.  Filmin kahramanı bir pezevenk. Pek konuşmadığı için her eylemi yoruma açık.  Çok başka koşullarda yaşayan bir insana âşık oluyor. Filmde gelişen herkesin farklı şekilde anlam koyduğu ve pek çoğunun kendisine yüz vermeyen kızdan intikam olarak yorumladıkları ayrıntı ise pezevenk olan karakterin türlü oyunla aşık olduğu kızı da fahişe yapması. Bu eylemin yorumunda ayrılıyoruz arkadaşlarla..  Bana göre herhangi bir insanın gerçekten bir pezevenge aşık olması için fahişe olması gerekir. Dışarıdan baktığınızda uzak durmak için var gücünüzle koşacağınız bir adam olan pezeveng bir hayat kadını için normal bir karakterdir. Nefret edebilir ya da sevebilir ama bunları belirleyen mesleğindeki marjinalliğinden sıyrılmış adamın var olan karakteridir. Filmdeki Pezevenk olan karakter de aşık olduğu kızı etkileyebileceği bir konuma getiriyor, yani fahişe yapıyor pek de hoş olmayan yöntemlerle.  Tercih ettiği yöntem adice olsa dahi gerçekte aşk ihtimali ancak bu şekilde sağlanıyor.  

Emir ile Hasan’ın ilişkisine gelince iyi bir arkadaşlık ilişkisinden ziyade daha çok  koşulların biçimlendirdiği farklı bir çıkar birliktliği. Üstelik iki çocuğun oyun sahasında dahi gerçekte var olan efendi-hizmetkar ilişkisinden kendisini hiçbir zaman kurtaramadığını görüyoruz.  El bebek gül bebek yetişen efendinin oğlu Emir kendisine uçurtma avcılığı konusunda da “hizmet” eden evin hizmetkarının oğlunun yaşadığı trajik olay içerisinde korkak bir tavır gösteriyor ve arkadaşına/hizmetçisine tecavüz edildiği esnada olaya şahit olmasına rağmen sesini çıkart(a)mayarak korkaklığını ya da “efendi” olmanın ayrıcalığını yaşıyor o an içerisinde. Oldukça güzel bir anlatıma sahip olan bu kitabın içeriğini değil ama yorumları konusunda sorun yaşıyorum bu yüzden arkadaşlarla.. İki arkadaş arasında bu tavır bir sorun olabilir ama efendi-hizmetçi ilişkisinde oldukça olağandır. Hasan’ın bu korkaklık sonrası kendisini hırsızlıkla suçlayacak kadar alçaldığı efendisi Emir’e olan bağlılığını arkadaşlığa yormak, o yaştaki çocuğa ermiş muamelesi yapmaktır aslında. Yok böyle bir şey..

Gerek baba’nın hizmetkarın eşinden peydahladığı çocuğa çektirdikleri nedeniyle çektiği vicdan azabı gerekse de Emir’in korkaklığı sonrası katakulliye getirip evden gönderttiği hizmetkarı ve çocuğuna karşı duyduğu suçluluk duygusu bir arkadaşlığı değil daha çok aynada gördükleri kendi karakter noksanlıklarının yarattığı endişedir. Kitabın eğer ben adını koysaydım o muhtemelen “kefaret” olurdu. Birileri günahlarının “bedelini” ödüyor ama suçluluk duygusu bir arkadaşlığa değil kendi özbenliğine ya da eylemlerinedir.

Nihayetinde oldukça iyi bir eser olsa da yazarın ABD'ye gizli teşekkür etmesini de yadırgıyoruz elbette güzelin simgesi konumunda işlediğinden dolayı. Taliban ve Sovyet işgali konusundaki "cesut" eleştiriler öte tarafta kayboluyor. Yine de oldukça farklı bir kültürün güzel anlatımının yanı sıra benzeştiğimiz noktaların keşişmesinden Taliban'ın "uçurtma avcılığını" yasaklatmasından babasıyla çocukluğunda ilk ve tek iyi ilişkinin uçurma avcılığı esnasında olmasından tutun da her şeyi "uçurma" ile simgeleştirerek anlatma başarısı da takdire şayan.. Güzel bir eser, okuyun ama yorumunuz sizin olsun.. Filmi ise kitaptan sonra "çok kötü" ve pek çok eseri okumamış arkadaşıma göreyse harika.. 


1 Ocak 2014

Ali İsmail Korkmaz tezahuratı ve Rıdvan Dilmen üzerine



Son günlerde Rıdvan Dilmen ve “Ali İsmail Korkmaz” tezahüratı konusunda çok fazla yazı yazıldı. Okuduklarımın hiçbirisi beni tatmin etmediği gibi pek çok ayrıntı da konuya dâhil edilmiyor. Her dinleyişimde tüylerimi diken diken eden bu tezahüratın yine de “kusurlu” olduğunu kabul etmek gerekir.   Soru şudur: Ali İsmail Korkmaz ile Fenerbahçe yıkılmazlığının ortak paydası nedir?

 Yoktur.

Daha da ötesi Ali İsmail Korkmaz’ın  ölümüne neden olanlar ile Fenerbahçe’ye operasyon düzenleyenler bugünlerde savaş halinde.

Ali İsmail Korkmaz iktidarın eylemlerine karşı verilen bir mücadele sonrası yaşamını yitirirken Fenerbahçe ise yargının(Cemaatin) kararlarına rağmen iktidar desteği ile en azından Türkiye içerisinde ceza almadan kurtulmuştur. Fenerbahçe’nin ne kadar suçlu olup olmadığına aşağıda değineceğim ama yargı kararlarına rağmen TFF tarafından cezalandırılmaması tamamen Başbakan’ın muazzam desteği sonucu gerçekleşmiş, Cemaat ile AKP düşük düzeyli savaş da Fenerbaçe üzerinden yaşanmıştır.

Dile getirince komik gelecek ama tezahüratın “Fenerbahçe yıkılmaz” kısmına Başbakan’ın da katılma hakkı vardır. Bu yüzden Aziz Yıldırım ne içerideyken ne de dışarı çıktığında Recep Tayyip Erdoğan ile kavga etmediği gibi sürekli de teşekkür etme gereği duymuştur. Toparlarsak Fenerbahçe’yi yargının verdiği cezalara rağmen Türkiye içi yaptırım uygulamama konusunda yapılan kurtarma operasyonunda başrolü Rıdvan Dilmen ile beraber Recep Tayyip Erdoğan oynamıştır.

Tam da bu yüzden var olan yolsuzluk operasyonuna geliştirilecek olan tavrı da çıkar ilişkisine dayandıran Rıdvan Dilmen, Fenerbahçe'ye bir dönem büyük iyilik yapmış Recep Tayyip Erdoğan’a “haklı bile olsa” eleştiri getirilmemesi gerektiğini kendi ahlaki değerleri sonucu dayatabiliyor. Öyle ya Cemaat’in yargı organlarının kestiği parmağa rağmen kendisinin de içerisinde olduğu o zorlu süreçte Başbakan’ın neler yaptığını en iyi bilenler arasındadır ve bu da Rıdvan Dilmen ahlakına göre yolsuzluk gibi konuları gündeme getirip Başbakan’ı zor sokmayarak geri ödenmesi gereken bir borçtur. Rıdvan Dilmen aslında yapılan yardım ve iktidarın bu operasyondaki "koruyucu" rolü konusunda haklıdır ve fakat eleştirilmesi gereken tavrın yolsuzluk gibi utanç verici bir suçu dahi çıkarlar gereği görmezden gelinip memleketin herhangi bir arenasında dile getirilmesinin önüne geçmek istemesi ya da ahlaki değerleridir.

(Toz Bezi'nin aşağıdaki yorumunu okumakta fayda vardır. O yorum bestenin hikayesini anlamlı kılıyor. Benim buradaki itirazım bu besteyi şike operasyonu ile birleştiren algıya dair)



Tüm bu süreç içerisinde dikkat çekmek istediğim konu şu ki Fenerbahçe taraftarı kendi içerisinde çelişkiye düşmemiş, Cemaat ile AKP arasında ayrım yapmadan duruşunu kabaca Atatürk ve CHP ekseninde tutarak aslında Beşiktaş’dan dahi daha “siyasi” bir içeriğe kavuşurken aynı zamanda Cemaat ile AKP’yi tümden reddetmiştir.

Ben açar açar Ali İsmail Korkmaz tezahuratını dinlerim her şeye rağmen. Çünkü acaip seviniyorsun, bir ses çıkıyor, bu o kadar mutlu ediyor ki? Birileri kim bu Ali İsmail desin, diğeri neden öldü bu desin, iki kişi de 6 tane hayvanı yargılasın ki bir daha birileri diğerini sıkıştırıp öldürmesin. Böyle bir eylem hızlı bir şekilde kapanmasın. Bu açılardan bakarak bugün dahi teşekkürlerimi sunarım bu bestenin en azından ilk cümlesi için.. o ilk cümle hatrına bağıra bağıra bütün Galatasaraylılığımla da derim: FENERBAHÇE YIKILMAZ!

Şike operasyonu hakkında..

Bak arkadaşım bu memlekette kuralların yaşam akışına darbe vurmayacak şekilde olan kısmı uygulanır. Geride kalan pek çok kural kâğıt üzerinde ancak vardır ve bunlar aslında seni esir alır. Bilir misiniz tam da bu yüzden lise sonrası aldığı altı aylık eğitim sonucu polis olan binlerce insan durduk yere gelip senin yüzüne şamarı bassa sesini çıkaramazsın.Tam da bu yüzden en çok hep polisten korkarsın..  Çünkü uygulamadığın bir kuralı sana hatırlatır, çeker merkeze. Ne kadar kurallara bağlı bir yaşam sürersen sür, polis görünce “şüpheli değilmiş gibi” tavır takınıyorsun korkudan. Fenerbahçe şike operasyonu sonucu “boş delillerle” yargılanmadı. Yargı son yolsuzluk operasyonunda olduğu gibi suçlu bulacağı delillere sahipti ve fakat gel gör ki son 50 yılı dinlesen her sene şampiyon takımın şampiyonluğu elinden alınırdı. Bu gerçeği hepimiz biliyoruz. Yine de Trabzonspor davasında haksız değil. Çünkü o tapeler ve yargı kararı sonrası TFF’nin Fenerbahçe’ye yaptırım uygulamaması skandal bir karardır. O tapelerin çok daha fazlası geçmiş otuz yılda var oluyor oluşu Trabzonspor’u bağlamıyor. Böyle de garip bir davadır şike operasyonu.. Trafik polisi ile takışıp aracını bağladıkları zaman polisin elinde aracını bağlayacak deliller oluyor ama bu dışarıda gezen araçların yüzde doksanının bu şekilde olması bir şeyi değiştirmiyor. Bu ülkenin futbol ortamında temiz kalabilmenin yolu yoktu bir zamana kadar.   Bu açıdan Fenerbahçe savunmasına sıklıkla kendisini temize çıkarmak ile değil Galatasaray ya da X kulübünün de bu işlere karıştığını, ülkenin genel futbol ortamının aşağı yukarı bu olduğu üzerinden yaptı. Aziz Yıldırım dahi sahaya uygulanmayan şikeyi dolaylı yönden kabul edip suç işlememiş ve fakat bunu düşünmüş insanın yargılanmasının ne kadar anlamsız olduğunu dile getirdi seçim zaferi sonrası yaptığı konuşmada..

Herkesin bildiği sır şudur: Fenerbahçe’yi yargılayacak deliller mevcuttur. Trabzonspor “yargı içerisinde” haklıdır. Lakin bu öyle bir şey ki son 20 yıldaki diyelim ki (bilemeyiz) en temiz takım Fenerbahçe’dir ama bu bir şeyi değiştirmez. Son 30 yılın tapesinde her sene bir kirli takım çıkar ve hepsi de Fenerbahçe’den çok daha sorunlu işlere imza atmış olsun, bu yine bir şeyi değiştirmez. Size bunu bir örnekle açıklamama izin verin..

Bülent Uygun ve Oyuncu menajerliği..

O zamanlar spor servisini izlerdim neredeyse her gün. Bülent Uygun birden hem teknik direktör hem de oyuncu menajerliği nedeniyle yargılanmıştı hatırlarsanız. Uzun süre ceza alacağı vakit Mehmet Demirkol savunmaya geçti muhtemelen arkadaşı olan Bülent Uygun’u.  Nasıl savundu biliyor musunuz? Bu “yasak olsa dahi” TFF’nin düne kadar izin verdiği bir eylemdi. Sizler bunu yasaklayabilirsiniz ama bundan sonrasına ancak ceza kesmelisiniz zira pek çok teknik direktör bu işin içerisinde iken göz yumuluyordu. Birden buna böyle ceza kesemezsiniz.. Cümleler bana ait ama savunma içeriği Demirkol’a..

Aşağı yukarı şike içeriğinde de olay budur. Şimdi bana Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi itiraz eder ama benim düşündüklerim böyledir.