Ot Dergisi'nde Angutyus'un Cinnet başlıklı yazısı. İçerisindeki pek çok ayrıntıya katılmamakla beraber buraya aldım zira yurt dışında bir dönem kalmış bir insan olarak benzer şekilde bir dönüşüm yazısı yazmayı da düşünüyorum. Nihayetinde Marx'a kulak verip "İnsanı biçimlendiren içerisinde bulunduğu toplumsal koşullarıdır" önermesinin gerçekliğine önce burada sonra da benim yazımda görebilirsiniz.. Rahatsız eden ufak tefek detayları olsa da keyifli ve en önemlisi samimi bir yazı.
CİNNET
Ben hep hizmet sektöründe çalıştım. Hizmet ettim insanlara.
Paramı ödediler; boklarını temizledim, kusmuklarını temizledim, gün oldu içip
içip bana küfür ettiler, gülüp geçtim. Neden? Ben bu mesleği okulunda ya da
kitaplarında okumadım. Çekirdeğinden, ustalarımdan öğrendim. Komiyken yemekleri
biraz soğuttum diye garsonumdan bacaklarıma yediğim tekmelerin izi halen durur.
Hizmet benim işim. Ne yapalım? Çapım ona
yetiyormuş demek ki. Ne gücendim, ne
kırıldım. Ne de “ekmek parası” diye kendimi avuttum. Garsonluk, barmenlik,
aşçılık yaptım yıllarca. Severek yaptım, mutlu oldum. Bu meslekler sayesinde adını bile
hatırlamadığım, sayısını bile unuttuğum onlarca ülke gördüm. Irak bizim
aktrisleri, yıldızları, Tom Cruise’dan tut Angus Young’a kadar bir çok adamın
yanında durdum. Ben Slash ile muhabbet bile ettim. Kimselere muhtaç olmadan, ne merde ne namerde
eyvallah etmeden ekmek paramın peşinden koştum.
Ben okulumu, evimi, vatanımı, anamı, babamı bıraktım da
yollara düştüm. Ne bileyim aga sevdim işte. Tek hayalim iyi bir garson olmaktı,
oldum. Sonra barmen olmaktı, oldum. Sonra aşçı olayım dedim, onu da oldum.
İtalya, Fransa, Amerika’da şarap eğitimi bile aldım. Lafın kısası; gidebileceğim
yere kadar gittim. Dil öğrendim mecburen. Bir defasında barmenken içip içip
karısını çekiştiren bir adamın “Picasso ressam olmasaydı da yazar olsaydı,
nasıl bir tarzı olurdu?” sorusuna cevap bulmak için Picasso’yu ve modern sanatı
inceledim. Ankara’daki Cambo İnegöl köftecisinde başladım bu hizmet sektörüne.
Pavyonlar, oteller derken en son Miami.. Hızımı alamadım, gemilerde çalıştım. O
ülke senin bu ülke benim dolaştım durdum. Bitmezdi de, bitmesi gerekti mecburen
emekli oldum. Bir ömür beden ile çalışınca sağlık sorunları çıkıyor ortaya. O
taşıdığım tepsiler, sırtıma yüklendiğim kasalar ve hizmet ettiğimiz insanların
yüzlerini güldürebilmek için servis anında panik halinde bize öğretilen her
türlü kuralı hiçe sayıp canımızı dişimize taktığımızdan birçok bedensel sorun
çıktı ortaya yıllar geçtikçe. Benim belim iki yerinden kaymış. Neyse, bıraktım
bu işleri mecburen. Yıllar sonra döndüm geldim ülkeme. Benim ülkem burası. Buraya aitim ben, nereye gidecektim ki?
Ben bunları neden anlatıyorum? Kısacık ömrünü hizmet
sektörüne adayan insan, bu meslekte hiçbir bok öğrenmezse incelik öğrenir,
kibarlık öğrenir. Hizmet ettiğin insana karşı kibar olmak zorundasın;
gülümsemeyi bilmen gerek, dertleri tasaları bir tarafa atıp iyi niyetli olman
gerekir her şeyden önce. İlk zamanlar mecburiyetten olsa bile sonradan bir
yaşam tarzı oluyor bu. Nasıl ki yıllarca memuriyet yapmış bir adam emekli
olunca bile her sabah tıraşını oluyor, aynen öyle.
Sekiz sene oldu döneli amına koyduğumun memleketine. Ağzımın
içi lağım gibi, her an birisine tekme tokat girecek gibi oldum. Sekiz sene lan,
amına koyduğumun sekiz senesi beni manyağa çevirdi. İsyanım buna. Ha diyeceksin
ki “lan küfür her şeyi hallediyor mu?” sen de haklısın, halletmiyor da.. Bak
arkadaşım, ben on yaşındaki çocuğa “abi” diye lafa başlayan, beş yaşındaki kız
çocuğuna “ablacığım” diye hitap eden adamım. Şimdi babam, dedem yaşındaki
adamlara ana avrat küfür etmek ile geçiyor günlerim. Delirttiniz lan beni!
On beş yaşında elim ekmek tutmaya başladı benim. Babamdan
harçlık almayı bıraktım daha çocuk denilecek zamanlarımda. Kendi ekonomik
özgürlüğümü elime aldığımda, daha on sekizinde bile değildim. Kimselere de
eyvallah etmedim. Gittim paşa paşa
askerliğimi yaptım, oradan düştüm yollara. Başımda ne ana ne baba ne de beni
kontrol edecek, bana yol gösterecek birisi. Şehir, şehir, ülke ülke gezdim. Bırak
sabıkayı, bir defa bile karakola gitmiş bir adam değilim. Kanunlara fazla saygılı olmadım ama kimselere
de bir zarar vermedim. Hiçbir ideolojim, siyasi görüşüm olmadı benim. Ben
hayatımda oy bile kullanmadım. Beni hiçbir zaman ilgilendirmedi ülkeyi kim
yönetiyor… Bana dokunmasın, bana bulaşmasın ne bok yerse yesin tadında geçti
benim günlerim. Sonra döndüm geldim buralara.
Sabah bir uyanıyorum; bir gün dış mihrak oluyorum, bir gün
çapulcu. Ertesi gün terörist, akşama bir de bakıyorum maşa olmuşum ve daha
onlarca hakaret. Babamdan yemediğim fırçayı yiyorum tanımadığım bilmediğim
kişilerden. İçim sıkılıyor, canım yanıyor. Sokağa çıkıyorum biraz dertleşeyim
diye, eşek kadar adam diyor ki “abi bunlar hep dış mihrakların oyunu”. “Ulan el
marsa araç gönderirken damacanaya hallenen, ördek siken bir ülkeyi dış mihrak
ne yapsın” diyemiyorum. Sonra biraz yürüyorum, taksiye biniyorum, abi diyor “Biz
Osmanlı torunuyuz. Bizden korkuyorlar”. Adamın sıfata tipe bakıyorum. Bırak
İtri’yi; Piri Reis’i, Mimar Sinan’ı bilmez bana Osmanlı’yı anlatıyor. Kafamı
sallıyorum, abi diyor, “Üçüncü köprü var ya. Bir de havaalanı bitirecek Avrupa’yı”
diyor. Ulan diyeceğim “Alman
mühendisler, İsveç iş makineleri ve Avrupa’dan aldığın para ile bitireceksin
Avrupa’yı”, susuyorum. Soramıyorum “En
son ne zaman evine et girdi?”. Avrupa meraklısı değilim ama o sürünüyor dediğin
Avrupalıların evinde beslediği köpeğin
maması, bakımı, sana ödenen aylık asgari ücret ile kafa kafaya. Biraz sorgula, biraz araştır. Dış mihrakmış, evet ben aile tarafından
Fransız’ım zaten. Her gece annem, babam ve ben açıyoruz şarabımızı, kahkahalar
içerisinde bu ülkeyi nasıl batırırız diye kafa patlatıyoruz. Manyağız çünkü
biz.
Lan benim tek keyfim, iki bira alıp televizyonun karşısında
haberleri seyretmekti. Bira alırken hesap ediyorum; bir litre bira, bir litre
benzinden pahalı. Zaten televizyona bakmak, kafayı sıyırmadan izlemek büyük bir
lüks. Oradan kaçıyorum, orada yakalanıyorum. İnternetin karşısına geçeyim
biraz, kafa dağıtayım diyorum. Linç edilen çocukları, tekme yiyen kadınları, çocuk
tecavüzcülerine işlemeyen adaleti görüyorum. Sokağa çıkıp biraz kafa dağıtayım
diyorum, içim yanıyor;yolların pisliği, insanların cinneti, tekmelenen sokak
hayvanlarını görünce. Ulan hadi ben eşek kadar adamım, ben sığamıyorum, senin
gözüne batıyorum eyvallah, ona da eyvallah da el kadar kedinin sana ne zararı
var be kansız, tekme atıyorsun hayvana?
Ben bunları neden anlatıyorum? Sanki senin hayatın, kafana
taktıkların benden farklı. Yok aslında güzel bir memleket. Yarısı çöl değil ki “lan
burada yaşanmaz” deyip, kaçıp gidelim. Zeki Müren var, Kavun var, Safiye Ayla
var, beyaz peynir var. İki duble attıktan sonraher tarafı anason kokan
hatıralarımız var. Deniz var, göl var, mangal var. Bir sürü güzelliği var. Ayar
olduğum, beni çıldırtan konu bu işte. Böyle güzel bir ülkede, cehennem azabı
çekmeyi hak edecek hiçbir yanlış yapmadım ben bu yaşıma kadar. Ne günahım var
lan benim? Apolitik olmak istiyorum ben. Babama güvenemedim, bir de kendim
gittim baktım seçmen listesine. Ömrümde ilk defa oy kullanacağım, benim hakkım
yok mu apolitik olmaya?
Biz hak ediyoruz bu hayatı aslında. En basitinden yine bahar
bayramı var. Nevruz mu Newroz mu kavgası var. Bahar bayramı dediğimiz de bir
sürü kıllı, göbekli herif ateşin üzerinden atlıyor. Bir de bunun isim kavgası
yapılıyor. Bu kimin bayramı? Kürtlerin mi yoksa Türklerin mi? Al işte bir kaya,
nereye dayarsan daya! Ulan bayram işte bu, senin olsa ne olur, benim olsa ne?
Sanki Rio Karnavalı, Sanki Bavyera Bira Festivali anasını satayım! Bunlar
burada senin bayramın kavgası yaparken Brezilya bize sattığı biber gazının
parası ile karnaval yapacak. Türk, Kürt,
Alevi, Sünni, Galatasaraylı, Fenerbahçeli, metalci, Müslümcü, ayırt etmeden
kafamızı yardıkları, gözümüzü çıkardıkları, gözyaşlarımızı akıttıkları biber
gazının parasını sambacı kızlar ile yiyecek adamlar. Ulan diyorsun… Ulan it,
bırak kimin bayramı olursa olsun, bunun kavgasını yapacağına daha ne kavgalar
var eline küreği alıp dalman gereken. Adamlar götündeki donu aşırmış, git onun
kavgasını yap. Sadece para çalmamış. Ömrünü bir sınav için heba eden,
gençliğini çürüten çocuğun emeğini çalmış, bu ülke insanının yarınlara dair
umutlarını çalmış. Bunu söylersen bir taraf sana “vatan haini” öbür taraf da “faşist”
diyor. İlla ki bir taraf olmak zorunda mıyım lan ben?
Sabah ezanı İstanbul’a ne kadar yakışıyorsa, Ankara’ya, Kars’a,
İzmir’e, Trabzon’a da o kadar yakışıyor. Hepsinde vazgeçtim; uyku tutmayınca
balkona çıkarsın da ezan sesini duyunca gözlerini kapatırsın, içine bir huzur
dolar. Bunu çaldılar. Benim huzurumu çaldılar. Benim televizyon keyfimi, benim
uykularımı çaldılar. Bilmem kaç yıllık Norveçli komşumun ya da Alman arkadaşımın
dertlerini dinliyorum. Geçen gün Finlandiya hükümeti, “içip içip yere
çalıkılıyorsunuz diye barların balkonlarında alkol almayı yasaklamış. Adamların
dertleri beni çileden çıkarıyor. Kafa göz giresim geliyor, Norveçli amca sadece
soğuk olduğu için ülkesinden nefret ettiğini anlatırken.. Sonra ağzım lağıma
dönmüş küfür etmekten. Bir de diyorlar ki “cinsiyetçi küfür etmeyin”, ulan bana
hayatı böylesine zindan eden adamların bahçedeki saksısına mı küfür edeyim?