23 Mart 2011
Bergomi Konuşuyor..
Dönemin İnter Kaptanı Giuseppe Bergomi üç Alman yabancısı ile geçirdiği günleri anlatıyor 11Freunde'ye. Bire bir değil de aklımda kalanlardan özet bir şekilde anlatırsak;
Loddar'dan başlıyor.
İnter'in o dönemki kaptanı olmasına rağmen Bergomi, alman oyuncunun takımın lideri olduğunun altını çiziyor. O istediği vakit kesinlikle kazanıyorduk diyor. İçgüdüsel olarak kazanma stratejesine sahip birisi olarak da özetliyor onun karakterini. Trapottoni ile taktik üzerine konuşabilecek kadar da ilerlemişti. Hocanın daha fazla ofansif oynatması gerektiğini söyler aynı zamanda ofansif oyuncu olarak defansın içinden de çıkmazdı diyor;)
Peki Lothar ve Jürgen o zaman da mı düşmandı sorusuna ise..
Almanca bilmesek de aralarının iyi olmadığını anlayabiliyorduk diye belirtiyor soğukluluğu. İkisi birbirlerinden oldukça farklı iki karakterdi diye özetler iken Klinsmann'ı daha bi çok sevdiğini de dile getiriyor. O başkaydı diyor.. Çok başka, nasıl derler "alternatif".
Sürekli her yere götürdüğü tosbağasından bahsediyor. Brehme ve Loddar'a göre italyan yaşamına ilgi gösterip her ikisinden de çabuk bir şekilde italyancayı öğrendiğinden bahsediyor. Onlar gibi bira/içki içmez, kağıt oynamaz ve onun enerjisi takımın tamamını etkilerdi diyerek hayranlığını dile getiriyor. Hocalığı konusunda sürekli gündeme getirilen motivatörlüğüne ise şaşırmadığını..
Loddar için ise..
.. bir noktaya geldi ki şöyle dedim:
"Tamam Lothar, sen bizim liderimizsin, aramızdaki en güçlü oyuncu sensin ama n'olur gözünü seveim izin ver de taraftarlar ve takım arkadaşların da seni sevebilsin".
Biraz daha açıklar mısınız sorusuna ise..
Maradona misal..Örnek bir profesyonel futbolcu olmamasına rağmen onu Napoli'de herkes severdi, özellikle de takım arkadaşları. Zira o başarı sonrası kendisini değil takım arkadaşlarını daha çok önplana çıkarırdı, kendisini ise asla.. Bu yüzden taraftarlar ve takım arkadaşları tarafından da çok sevilirdi.
Son olarak Klinsmann ile unutamadığı da şudur:
Veda maçım için 1999 yılında onu da çağırdım. Bir yardım organizasyonu olmasına rağmen sorduğum herkes orada bulunmak için ve hatta yol masrafı dahil para ister iken sadece Klinsmann üstelik U.S.A'dan gelmesine rağmen yol dahil en ufak bir para talebinde bulunmadı. Başka, değişik bir adamdı.
Bknz: Jürgen Klinsmann Portesi.!
Çılgın Asamoah.!
Frankfurt yenilgisi sonrası Max Kruse'nin Hamburg'da diskodaki doğum günü partisine iştirak eder bizim sevgili Asamoah'ımız. Efendim sonrasında oradan daha önceden de "tanıdığı" Florence ve Priscilla adlı iki hatun ile hamburger yemeye giderler. Karısı, üç çocuğu ile beraber Ruhr bölgesinde bir yerde yaşıyor aslında. Ama işte o gün sürpriz yapıp eve gelmiş eşi ve yatak odasında bekliyor...
Asamoah ise yanındaki iki kadınla yatak odasına giriyor, manzarayı tahmin edebiliyor musunuz?
Ne yazmıştık biz şurada ? O gerçekleşiyor. Frau Asamoah kadınlara bıçakla saldırır iken kendi elini ağır bir şekilde yaralıyor, kanlar akıyor. Polis geliyor ve olay haliyle her yere sıçrıyor.
Yanlış anlamassanız eğer şu yatak odasında bekleyen kadının kocasına sürpriz yapayım derken iki kadınla yatak odasına girmeye çalışan adamın ilk karşılaşma anını görmek isterdim. Gülüyorum her ne kadar böyle işlerin sonu çok hoş bitmese de..
Ne diyim, şans işte.. Hayat çok garip/sürprizler filan..
Galatasaray ve Beşiktaş farkı.!
Galatasaray ve Beşiktaş kuluplerinin diğer beş büyük Avrupa Ligi takımları ve hatta Türkiye Süper Ligi kulupleri ile arasında bir fark var. Sizce bu nedir ? Bu fiki teknik adam diğerlerinden bizim ülkemizde nasıl ayrılır, istisna olur ?
Bundesliga ile başlayalım. Birinci Bundesligada yer alan on sekiz kulubün bugün hocasının tercüman kullandığı tek bir takım dahi yoktur. Sezon başı istisna olarak Wolfsburg'un başındaki ingiliz Steve McClaren vardı ki iyi bir hoca olmasına rağmen gönderildi. Üstelik ingiliz hocanın her şeye rağmen artısı şuydu ki takımdaki pek çok insan ingilizce konuşabiliyordu.. En başarısızlarından birisi tercüman kullanmak zorunda kalan tek hoca oldu. Başka da yok ve bu da çok fazla önemsenir burada. Almanca bilmeyen hocanın yaşama şansını bırakın seçilme şansı dahi yoktur. Çok sık bu örneği veriyorum ama röportajını canlı canlı izlediğim için biraz da.. Mourinho, Şampiyonlar Ligini kupasını kaldırdığı vakit biraz da laf olsun diye Bundesligaya gelir misin sorusuna ciddi ciddi şu şekilde cevap verdi:
"Bir gün Almanca öğrenebileceğime kanaat getirirsem neden olmasın ?"
Serie A'ya gelirsek.. Sezon başında İspanyol Rafael Benitez İnter'i çalıştırdı ama sonunu biliyorsunuz; Steve McClaren gibi gönderildi. Bunun dışında italyan olmayan hocalara bakarsak üç isim var. İtalyan vatandaşlığını almış ve tam on iki yıl italyada top koşturmuş Mihajlovic Fiorentina'nın başında iken tercümana ihtiyaç duymuyor ve yine bugün İnter'de Brezilyalı Leonardo bulunuyor ki 4 yıl milan'da top koşturup jubilesi için bir yıl daha tekrardan buraya dönmüştür. Şurada tercümana ihtiyacı olmadığını anlayacağınız video mevcut. Son italyan olmayan örnek ise Catania'nın başında yine yakından tanıdığımız Diego Simeone.. İtalya'da altı yıl futbolculuk dönemi geçirdikten sonra tercümana ihtiyacı olmadığını şuradan anlayabilirsiniz. Diğer teknik adamların hepsi yerlidir. Geride kalanlar da italyan zaten..
La Liga biraz karışık çünkü işin içerisinde İspanyolca var. Güney Amerika'nın Brezilya dışında kalan kısmı ispanyolca konuşabildiği gibi portekizce ile ispanyolca arasında da çok ciddi bir farkın olmadığını ben dil kursunda gördüm zaten. Mourinho her ikisine de hakim bir adam ve tercüman kullanmıyor. İspanyol olmayan teknik adamlara gelirsek eğer;
Real Sociedad'ın teknik direktörü Martin Lasarte. Uruguaylı ve haliyle ana dili ispanyolca. Tercüman kullanmıyor, oyuncularıyla ana diliyle anlaşıyor.
Malaga'nın başında Şilili antrenör Manuel Pellegrini. Ülkesinin ana dili İspanyolca, tercüman kullanmıyor.
Espanyol'un başında bulunan Arjantinli genç teknik adam Mauricio Pochettino'nun ana dili ispanyolca ve dahası ispanyol vatandaşlığı dahi var. Real Zaragoza'nın başındaki Meksika'lı Javier Aguirre de keza ana dili ispanyolca olangillerdendir. Mallorca'nın başındaki Danimarkalı Michael Laudrup ise ayrı bir şekilde incelenmelidir. Tercümana ihtiyacı olmadığı gibi bu konu hakkında bir kaç kelam etmişliği de mevcut.
Ligue 1'e geldiğimizde ise değişen çok bir şey yok. Fransız olmayan teknik adama sahip 3 kulup mevcut.
Ligin on dördüncü sırasında bulunan Nancy takımının başında bulunan Uruguay'lı tekik adam. Lakin altı yıl boyunca Fransa liginde top koşturduğundan dolayı tercümana ihtiyaç duymuyor. Şurada da gördüğünüz gibi şakır şakır fransızca konuşabiliyor. Diğer iki fransız olmayan teknik adam ise ligin sonuncu ve sondan birincisidir. Lens takımının başında ve şurada gördüğünüz gibi tercümana ihtiyaç duymadan derdini anlatabiliyor zira Nancy ile beş Rennes ile üç yıl filan Fransa Liginde çalıştığı için ihtiyaç duymuyor. Son Fransız olmayan teknik adam ise ligin sonuncu sırasındaki Arles'in Denizlispor'u da çalıştırmış Bosnalı teknik adam Faruk Hadzibegic. Fransız değil diyorum ama fransa vatandaşlığı var ve tercümana kesinlikle ihtiyaç duymuyor zira hem oyuncu hem teknik adam olarak on yılı aşkın bir süreyi Fransa'da geçirdi. Velhasıl Fransa liginde an itibariyle hiçbir teknik adam tercüman kullanmıyor Serie A , Bundesligada ve La Ligada olduğu gibi..
Çok gerek yok aslında Premiere Ligi detaylı incelemeye. Altı tane İskoç, bir iki tane Gallili teknik adam.. İtalyan Ancelotti'nin böyle bir şeye ihtiyacı yok şuradan da anlaşıldığı üzere. Keza Arsene Wenger'in bırakın ingilizcesini.. Almancası bile muhteşem.! Geçen gördüm şok oldum.. Birleşik Krallığın dışından gelip de burada antrenör olanların ingilizcesi inanılmaz. Hiçbir antrenör tercümana ihtiyaç duymuyor diğer bütün liglerde olduğu gibi..
Bizim ligimiz de bu açıdan diğerlerinden çok farklı değil aslında. Sezon başında tercüman kullanan dört takımın hocası da gönderildi. Bugün Doll yerine gelen yardımcısı Ralf Zumdick, Schuster,Hagi,Rijkaard sonrası tercüman kullanan tek hoca olarak hayatına devam ediyor. Yukarıya oynayan takımların kriter olarak aldıkları beş büyük ligden hiçbir takım tercüman kullanmıyor bugün. Türkiye Süper liginde olduğu gibi Bundesliga ve Serie A'da da tercüman kullanan hocaların hemen hepsi gönderilmek durumunda kaldı; Benitez,McClaren v.s..
Elbette tercüman kullanmak zorunda kalıp da başarılı olan çok fazla teknik adam mevcut. Lakin günümüzde artık futbol ülkeler arası mesafeyi azalttı ve artık detaylar şampiyonlukları belirliyor. Yüzde otuz daha az anlaşıldığınız bir ortam aynı zamanda pek çok ayrıntıya yeteri kadar sahip olmadığınızın da bir göstergesi. Geçmişi boşverin, bugün durum budur. La Liga kendisine ispanyolca konuşamayan bir hoca alıyor mu ? Serie italyanca konuşamayan bir hoca ? peki Bundesligada Steve McClaren, hemen herkesin anladığı ingilizce konuşacağı için neden olay oldu ve istisna olarak yaftalandı?
Şu istatistiğe ulaşmak için kabaca baktığımda; İngiltere, Birleşik Krallığından hocaları kendine seçiyor. Altı tane iskoç ya da Galer'den Hughsler filan. Hiç uruguaylı bir hoca almıyor ligine La Liga gibi. İspanyolca'dan kaynaklı La Liga da Şili,Arjantin,Uruguay'ı seçiyor. Almanya da Avusturya,Hollanda,İsviçre gibi almanca konuşabilen ülkeleri.. Neden ? istisnalar da kovuluyor.
Uçaktaki çizik gibidir tercüman kullanmak.. Belki görünürde çok bir şey ifade etmez ama uçak belirli bir hıza çıktığında o çizik nasıl düşme nedeni ise birbirlerine denk kuvvetlerin yarışmasında tercüman kullanan da çakılmak zorunda kalıyor. Benim beş artı Türkiye Süper liginden çıkardığım sonuç budur. Galatasaray artık kendisine tercüman kullanmadan derdini anlatan bir teknik adam bulmak durumundadır keza Beşiktaş da..
22 Mart 2011
Magath ve Topları.!
Grafite Magath'ın gelmesine en çok sevinengillerdendi. Öyle kuru kuruya sevinmek olmuyor. E Hadi kolay gelsin.
Topal ve Helalliği.!
Haberturk'de okudum haberi.. Buraya almadığım Topal'ın dile getirdiği kimi sorunları ve Misimovic'e bakış açısını da okumanızı tavsiye ederim.
"Kendimle ilgili konuya gelince, açıkçası ben kulübe karşı hep dürüst davrandım, ancak ayrılmadan önce en azından bir 'HELALLİK' beklerdim. Bunu dillendirmedim, ama beklerdim."
O HELALLİK'i açıklıyor.
"Helallik dediğim, son 1 yıldaki alacağımı kastediyorum. Çünkü Valencia'dan teklif geldikten sonra ayrılmama izin vermek için tek şartın alacaklarımdan vazgeçmem olduğunu söylediler. Başka türlü izin vermeyeceklerdi. Düşünün Valencia'dan zaten bonservis bedeli alıyorlar, ama o da yetmiyor. Ayrıca alacağımdan da vazgeçmemi istiyorlar.
Mecburen vazgeçmek zorunda kaldım, çünkü zaten Valencia beni 2 yıldır takip ediyordu ve bu transferin artık uzamaması lazımdı. Düşünün zaten paranızı almak için 1 yıl bekliyorsunuz, sonra da yurt dışına transferinize izin vermek için sizi zamanında alamadığınız ve 1 yıldır beklediğiniz ve hak ettiğiniz paranızdan vazgeçmek zorunda bırakıyorlar. Helallikten kastım bu."
Özellikle Hakan Şükür sürekli buradan yola çıkıp yönetimi suçluyor ki kısmen haklıdır. Ama burada durmuyor, yerli-yabancı ayrımına doğru işi başka yöne götürüyor. Oysa bu yönetimin futbolcu yönetimi her anlamda felaket. Elano da vazgeçmek durumunda kaldı ya da Misimovic de bir ihtimal yönetimin kendi çıkarı adına oldukça zor bir durumun ortasında kaldı. Örnekleri çoktur aslında.. İşini bilmeyen bir futbolcunun yapacağı sözleşme yeteri kadar sert değilse bizim yönetim o açığı sonuna kadar kullanır.. Durum bugün bu. Yabancılarla olan fark da sözleşmelerden kaynaklanıyor. Bir yerli oyuncu teklifi görür görmez balıklama atlıyor ve fakat sonunda isim yapıp belirli bir yere gelince o isimsiz iken yaptığı sözleşmenin bedelini ödüyor. Yerlilere tavsiyem ne olur ne olmaz diyerek adam gibi bir sözleşme yapmalarıdır. O sözleşme olursa bir "yabancı" gibi istekleriniz yerine getirilir..
İnsan yönetimi konusunda bu kadar beceriksiz bir yönetim daha gelebilir mi bilmiyorum. Güzel karaktere sahip Mehmet Topal burada haksızlığa uğrasa da o bu şekilde olduğu vakit her zaman kazanacaktır. Ama burada ama başka bir yerde.
Vakit Tamam Skibbe Gider Daum Gelir.!
Frankfurt sözleşmesini yeni uzattığı hocası Skibbe'yi gönderdi ve yerine tanıdık bir isim geldi: Christoph Daum.
İstatistiklere bakmak gerekir, Bundesligada böyle bir hoca kıyımı daha önceden oldu mu bilmiyorum. Bu onuncu takımın teknik adamını değiştirmesi. Dahası Bayern sene sonu Van Gaal'i gönderiyor, Leverkusen keza Dutt ile anlaştı ve Freiburg da birileri ile anlaşıyor. Dortmund,Hannover,Mainz,St.Pauli ve Bremen harici bütün kulupler teknik adamlarını değiştiriyor seneye.
Skibbe'nin gönderilmesi doğru mu ?
O sekiz golsüz hafta çok ciddi problemlere neden oldu. Yönetimin düşündüğü tek bir konu var burada. Bundesligada kalmak. Fikstür zor. Yeni bir isimden ziyade yeni bir heyecan olacak ki içeride dışarıda sürekli galibiyet alması gerekir. Skibbe o seriyi yakalayalabilir miydi ? Belki evet belki de değil.(Bence yakalardı) Bunddesligada bu sıklıkla yapılır. Takımı tam bu devre alan teknik adamlara "cankurtaran" hoca derler ve biraz da aşağılayıcıdır. Takımı çıkarır, seneye de kovulur. Daum da hemen "ben cankurtaran hoca değilim, konsept sahibi bir adamım" dedi. Magath bu takımların düşündüğü ilk teknik direktördü zamanında. Sonradan şampiyon teknik adamlar listesine girdi. Daum ne yapacak göreceğiz..
Bunun dışında Daum burada ismi olan bir hocadır. Magath Wolfsburg'u bıraktığında iki hoca orada adaydı. Slomka ve Armin Veh. Bana göre Slomka çok ama çok iyi bir teknik direktör iken Wolfsburg Armin Veh'i seçti ve nedeni de onun Stuttgart ile şampiyonluğu olması. Slomka kendisinin tercih edilmemesini Armin Veh'in şampiyonluğu olmasına bağlamıştı. Daum'un sadece şampiyonluğu değil kariyeri de oldukça parlak, sürekli başarılı olmuş ve sonuç futboluna çok yatkın..
Bence Skibbe için hayırlısı olmuş her açıdan. Sözleşmeyi yeni uzattığı için tazminatı yüklü olacak ve seneye daha iyi bir takımın başında daha güzel sonuçlar alacaktır. İleride Frankfurt analizini daha geniş çaplı yaparak ne nasıl olmuştur bilgilendireceğiz zira ülkede GS'lılar arasında bir Skibbe tartışması var. Birileri "iyi" diyor diğerleri de "kötü". Bunu sanırım zaman gösterecektir..
Bunun dışında Daum'un yeni kimliğini ben çok merak ediyorum. Teknik direktörlüğü eskimişti ve fakat Ferguson'dan Mourinho'ya Ancelotti'ye kadar her yeri gezdi ve kendisini geliştirdi. İşte bu Daum nasıl yapacak ? Merakla bekliyoruz.. Milli takım arasından sonra iki hocasını yeni değiştirmiş takım karşı karşıya gelecek: Wolfsburg - Frankfurt.. Bakalım ve görelim.
Türkiye'de Hakem Olmak.!
Zor, çok zor.
Frankfurt maçı esnasında net ofsayt olan pozisyonun penaltı ile sonuçlanmasının ardından çizgiyi geçen golün de verilmemesi sonrası şöyle bir Alman basınına baktım. Kimse suçlanmadı, kimse hakemi konuşmadı. St.Pauli teknik direktörü daha çok elde ettiği şansları kullanamayan oyuncularına yüklenir iken hakemlerle ilgili performans sorunu gündeme gelse de büyük bir suçlama, manşet atılma yaşanmadı.
Aynı hakemler maç sonu kendi kararlarını ekrandan izledikten sonra dahi değerlendiriyorlar. Kiminde hata yapmışım kiminde de bir daha izlemek gerekir diyerek çok keskin ama kısa cevaplarla işi bitirip konuyu kapatıyorlar. Burada yapılan fahiş hatalar en azından bu sene Türkiye Süper Liginden daha fazladır. Dahası burada öyle oldu ki birinci Bundesliga maçı kalenin içerisine girmeyen golün hakem tarafından verilmesinden dolayı maç tekrarı yaşadı. Toplamda baktığınız vakit Türkiye'de hakemler futbol gündemin yarısını oluşturur iken burada maç içerisinde bir kaç kez anılarak binde birine bile tekabül etmeyecek şekilde anılıyor.
Bizim memlekette saatlerce bir ileri bir geri oynatılarak yapılan yorumlar burada maçın spikeri tarafından sadece aynı pozisyonu bir kaç farklı açıdan iki üç kez seyrettiği anda yorumlayarak olayı orada kapatarak bitiriyorlar. Maçın spikeri daha mı iyi bir hakem ? Hayır. Sadece anlık karar vermek durumunda değil ve bir kaç kez farklı açıdan baktığında da görebiliyor. Yahu adamlar kendi aralarında doğru-yanlış bir birlikteliğe varamadıkları gibi basit bir hakem kararını TV ekranlarından verebilmek için bir daha bir daha diyerek onlarca kez oynatmasına karşılık o hakemden tam da o saniyede her zaman doğru kararı vermesini bekliyorlar ki olacak iş değil. Howard Webb'in bu sene yaptığı hataları bir Türk hakemi yapsa neler olurdu diye gece gece bazen kabus görmek istediğimde düşündüğüm oluyor.
Sadece son bir kaç haftada o kadar çok hata yapıldı ve buna rağmen insanlar o kadar sessiz ki.. Bu hafta Nürnberg-Bremen maçı da felaketti ve Nürnberg teknik adamı " biz çok kötüydük ama hakem de en az bizim kadar" diyerek iğneleme yapsa da bundan öteye geçilmiyor. Her şeyden öte önce kendi takımını suçluyor ve hakemin performansına yönelik çıkarım olsa da niyetine dair kimse bir şey söylemiyor.
7 yıldır burada aralıksız her hafta bundesliga seyrederim daha şu hakem bu takımın hakemi denildiğini duymadım. Ülkemizdeki Markus Merk istisnalardandır zira Schalke'nin dört dakikalık şampiyonluğuna neden olan o uzatmanın dördüncü dakikasında verdiği frikik kararı nedeniyle Schalke maçına bir daha atanmamıştır ama inanın bana on yılda bir böyle durumlar yaşanır.
İki hafta öncesi. Stuttgart Schalke maçı. Kesinlikle Schalke kaybetmez diye yorum da yapmışız ki çok önemli bir mücadele. Magath'ın geleceği ya da düşme potasında can cekişen takımların gözünün olduğu karşılaşma. Ne oluyor ? Maçın başında çok net yanlış penaltı ve kırmızı kart çıkıyor. Burada yaşansa ? Höwedes'n kırmızı sonrası Schalke neredeyse doksan dakika on kişi oynuyor ve burada atılan gol sonrası Stuttgart 1-0 yenebiliyor Schalke'yi..
Yine aynı hafta. Çok değil 15 gün önce. Hamburg'un çizgiyi geçmeyen golü sayılıyor. Mainz belki burada maçı çevirmeyi başarabiliyor ama hataya bakar mısınız ? Bu hafta ise bunun tam tersi yaşandı Frankfurt'da..
Bu çok değil bir yıl önce yaşandı. Buraya almamın nedeni ise hatanın büyüklüğü ve maçın skorunun 4-0 olduğu bir zaman diliminde yaşanması. Sonuç itibari ile Duisburg 5-0 yeniyor ama 4-1 olsa değişen bir şey olmayacak. Sonuç ise hakemlerin bazen bu denli büyük bir hatayı dahi yapabilir olduğunu algılamamız. Dünyanın her liginde her yerde olağan karşılanır iken bizde mutlaka "bilinç" ile yapılmış olması düşüncesi gündeme getirilir. Hangi takımın aleyhine hata yapılırsa o hakem o takımın tayfası tarafından ağır bir şekilde suçlanır. "kötü hakem" diye değil "maçı satan" olarak imlenir. Mükemmel olmalı ve yapılan her hata mutlaka Beşiktaş'ın, Fenerbahçe'nin ya da Galatasaray'ın çöküşü için tasarlanmış kusursuz bir planın parçasıdır..
Kolaya kaçıştır bir anlamda.
Hakemler çokca zaman bu ülkede gerçek suçlunun korunması adına insanların önüne atılan yem gibidir. Stanislawski Frankfurt maçında penaltı pozisyonunun üzerinde durabilir, net ofsaytı göremeyen hakemi gündeme getirir, işin içinden sıyrılabilirdi lakin gerekli pozisyonların yakalandığı maçta bunların değerlendirilememesini kusur olarak öne sürüyordu. Muhtelemen haftaya bu kusuru üzerinden çalışma yapıp üzerinde duracaktır. Nürnberg teknik adamı ise hakemleri gündeme getirdi ve fakat aynı şekilde kendi takımının oyununun kötü olduğunun üzerine basaraktan bu durumu değerlendirdi.
Türkiye'de çok ciddi bir hakem sorun var ve fakat sorunun öznesi Hakem'in koşullarıdır. Bu şartlar altında hakemlik yapmak mümkün değil. Hangi maç olursa olsun mutlaka o hakem bir hata yapacaktır ve sonrasında yaşadıklarının içerisinden sağlam bir psikoloji ile çıkması mümkün değildir. O hatanın korkusu dahi işi çığrığından çıkarmaya yeter. Dünyanın en dürüst, en namuslu insanı da olsanız işinizin gereği olan herhangi bir hata sonrası tüm bir hafta boyunca gündemde hak etmediğiniz tonla sıfat size yakıştırılacak. Dahası beş yıl sonra dahi bu hata peşinizi bırakmayacak ve belki de en trajik yanı bu basit hatadan türlü türlü komplolar üretilip çeşitli kurumlar, insanlar "olağan" durumdan olağan dışı bir durumun içerisine sokulacaktır.
Ben Hakem'leri aynı şekilde genç yeteneklerle özdeşleştiriyorum. Bizim kaybolan yıldızlarımız varolanların en az beş katıdır. Bu koşullar içerisinde yıldızlaşabilmek mümkün değildir bu koşullar içerisinde sağlıklı karar verip iyi performans gösteren hakemin olmasının imkansızlığı gibi. Bir Arda'nın çektiklerinin yüzde birini Mesut şu popüler haliyle çekmemiştir. Futbolcuları ve Hakemlerin daha iyi eğitilmesinden ziyade halkın bu insanları daha "insan" gibi algılaması için bir şeyler yapılmalıdır işin özü. Başka türlü hangi iyi hakem hangi iyi ve yetenekli futbolcu gelirse gelsin bu koşullarda başarı sağlaması mesleki yeteneğinin ötesinde psikolojik bir farklılık sonucu ancak gerçekleşebilir.
Hem hakemleri hem de yetenekli genç futbolcuları biraz daha az gündeme getirirsek iş aslında çözülmeyecek boyutta değil ama zor..
21 Mart 2011
Kral'ın Gidişi.!
Kedi ile köpek arasındaki o ayrımı bilirsiniz. Kendisine günde üç öğün yemek verenleri Köpek Tanrı olarak görür ve o şekilde ilişki kurup sadakatini esirgemez iken Kedi "Sanırım ben Tanrı olmalıyım ki bunlar bana böyle hizmet ediyor" diye düşünür,asaleti simgelercesine hareket eder. Ben her ikisiydim bu hikayede.. En alasından Kral ve aynı zamanda Krallığının her bireyine tapan ademoğlu..
Tatilin son gününe kadar sanki oradan hiç gitmeyecekmişcesine keyfini çıkarırdım. Koşar, oynar, yemek yer, çay içer ve sıklıkla efelenirdim, dayılanırdım dünyaya karşı. Ama işte o son akşam, son gece, son yatışta başlardı tüm tatil boyunca biriktirdiğim bütün sancılar vücudumda gezinmeye. Acıdan uyuyamazdım, babannemin kucağında sırtmda gezindirdiği ellerinin altında başka başka şeyler hayal edip gerçeklikten koparak geçerdim son günün uykusuna.
İlkokul bir ve iki de benimle beraber aynı soy isimden üç velet daha bu yolculuklara eşlik ederdi ve o gün misal sabahın beşinde kalktık. Bu üç kişi zamanla başkalarına bırakacaktı yerlerini ve yıllar geçtikçe azalacak, tek kişi olarak bir ben kalacaktım. O günün sabahında dört kişilik küçük bir orduyduk. Onca yıl beraber yaşadığım dedemin kalkış anına hiçbir zaman rast gelemedim. Ben ne zaman ne şekilde olursa olsun her kalktığımda o hep ayakta bir bardaktan diğerine sıcak su geçirir vaziyette son derece titiz bir şekilde çayını hazırlar vaziyetteydi. Köyde evin her işini babaannem yapsa da çayı her zaman dedem demlerdi. Erken kalkmak zorunda olmadığımız diğer günler ablam, kuzenlerim uyusa da beni çay için kaldırın emri verdiğimden tam da o çayın sunum vaktine doğru uyanıdırılırdım. Hayatımın en mutlu anlarıydı zira ne emir versem anında yerine getiriliyordu. Bir Kral gibi..
Tüpün üzerindeki çayın ışıltısı aydınlatırdı odayı. Her şey simsiyahtı. Hava aydınlanmadığı için değil içimdeki sıkıntının gücü dışarıyı karartmış gibi hissederdim. O günün sabahında aslında iki ya da üç gün önce önümde onca zaman var iken sanki yeteri kadar mutlu olamamışım gibi kendi kendime kızardım, değerini bilmediğim için hesap sorardım kendimden. Bir daha geldiğimde önümde iki ya da üç gün var iken daha mutlu olacağım diyerek eşyalarımı hazırlamaya devam ettim ama o günlerin değerini ancak bugün tam anlamıyla bilebiliyorum.
Bizde kahvaltı, çaydan sonra gelirdi her zaman. Önce sıcak, demli sabah çayı içilir ve sonrasında ancak bir şeyler atıştırılabilirdi. Yolculuk zamanı her ikisi birden aynı zamanda olsa da ben yine de kahvaltısızçayı içmeyi tercih ederdim.Kahvaltı sırasında içilen ile o sabah çayının arasındaki fark demli ile sallama arasındaki fark kadar çoktur. Diyebilirim ki bugünlere olan tutku o demli çay ile benim aramda garip bir bağ oluşturdu. Siz hiç basit bir demli çaydan mutlu olabilen insan tanıdınız mı? Çokca defa mutlu edilmesi çok zor bir insan olarak beceriksizleri ışığında diğerleri tarafından tanımlanır iken bilmedikleri o formül aslında sürpriz bir demli çay haberi; fazlası değil. Yağmurlu ve yorucu bir günün sonunda eve geldiğimde sıcak, demli bir çay olabilme ihtimaline karşılık ben gerekirse yağmuru yağdırır, kendimi de bu keyif için ekstra yorarım. O çayın ışıltısı, görüntüsü ve kendisi benim bu dünyada en mutlu olduğum ve aslında aynı zamanda en çok acı çektiğim dönemin simgesel belirtisidir de. İş bugün simge olmaktan çıkıp çayın kendisine vardı; her şey bazen benim için sadece demli sıcak bir çay..
Köy garip bir köy. Barajın getirileri, taşınma ve nüfusunun azalmasının dışında da tuhaftı aslında. Şehire kalkan dolmuş şehirdeki pazarlara göre (Salı, Perşembe) haftada iki ya da üç gün hizmet veriyordu. Biz bu yüzden yolculuğa sabahın henüz olmadığı o simsiyah sonsuzlukta başlardık. Hedef karşı macar köyün şehre kalkan dolmuşu. Bir dede, dört velet, çantalar,eşyalar ile beraber evden sanki gizli bir göreve gidermişcesine çıkardık. Geçilmesi gereken iki dere, bir köy ve ulaşılması gereken son nokta dört duvar ile çevrelenmiş büyük hapishane; İzmir'deki yatılı okul.
Biz en tepede oturduğumuzdan başlardık önce aşağı doğru inmeye. Dereye geldiğimizde ise dedem çizmelerini giyer, hepimizi tek tek sırtında karşıya geçirirdi. Bugün yirmi beş yıl sonra dedemin sırtında iken duyduğum su sesini, şırıltıları unutamıyorum. Bu durum ne trajik ne komik ne de ilginç ve buna rağmen hafızadan silinmeyişi hep tuhaf gelmiştir. Bir şekilde ulaştığımız yerde dolmuşu beklemek için köyün kahvehanesine geldiğimizde ben dedemle beraber mutlaka yine o komşu köyün içerisine, kahvehanesine girerdim. Saat sabahın altısı ve komşu köyümüzün her bireyi ayakta. Bütün erkekleri sobanın başında kahvehanede günün ilk çayını içiyorlar. Dedeme ve bana bir çay, bakkaldan kendilerine "öteberi" aldıktan sonra yanımıza uğrayanlara ise oralet.. Hayat ve onun çok aranan ve fakat bulunmayan anlamı o sobanın başında yapılan muhabbet, fazlası değil.
Şehirde alışveriş yapılır, tulum/teneke peynirleri ile meyveler paketlendikten sonra İzmir'e doğru otobüse binilirdi. O alışverişin her bir noktasında bulunduğumdan dolayı her seferinde satıcı ile dedem arasındaki o "torun" muhabbetine neden olur, gülümseyen gözlerle bir gün içerisinde onlarca kez tanımlanırdım. Dedeme olan saygının sonucu bana hep yedi yaşında ışınlanmayı icat etmiş bilim adamı gibi bakıldığından hoşuma da giderdi aslında. Dahi olmadığım halde çok uzunca bir süre dahi hayatı yaşadığımı söyleyebilirim. Tüm bunların sonrasına dayatılan sıkıcı otobüs yolculuğu sonrası taksi ile yurt.. Demir dolaplar, demir bardaklar, dağları,bayırları aştıktan sonra küçük bir su birikintisine bastığım için kıyameti koparan belletmenler..
* * *
Yukarıda hayatımın en acı günlerinden bir tanesini yazdım. Okuduğunuzda çok da acı olmadığına kanaat getirecek olmanız bir şeyi değiştirmiyor. Buradaki korku ve üzüntü İzmirdeki o asker yaşamından değil; sevdiklerimden ayrılıyor olmanın sızısı. Ait olduğum yerden hiçbir şekilde ait olamadığım yere geçiş. Bu acıya neden olan, ayrı yaşamaya katlanamadığım insanların sonrasındaki ölümü dahi benim için bu kadar acı olmadı zira onu çok başka bir borges karşıladı. Mesele de zaten budur. Bilgi size içerisindeki ilişkiyi algılayamadığınız sürece neyin acı neyin sızı olduğunu söylemez. İnsan çokca zaman bir başkasının kavrayamayacağı büyüklükte bir dünyaya sahiptir ve bu yüzden temelde yalnızdır ama bazen sanki birileri de yanında varmışcasına hareket etmeyi sever.
Bir de laf aramızda çocuğunuz her zaman sizin tasavvur ettiğinizden çok daha büyük bir akla sahiptir. Bazen öyle olması gerektiği için çocuk gibi davrandığı olur ama bu onun için yaptıklarınızı ve yapmadıklarınızı görmüyor, anlamıyor ve bir gün bunun hesabını da sormayacak anlamını taşımamalı. Daha güzel bir kutu almak için çaba göstermeyin; içerisinde yaşadığı o kutuda nasıl mutlu olabilir, bunun peşinde olun. Ne yapması gerekliliği kadar ne yaptığına da bakın. Sizi ne yaparsa mutlu ederden ziyade o neyden mutlu oluyor sorusu ile muhattap olun.
20 Mart 2011
Van Gaal eleştirisi.!
Van Gaal diyor ki:
"Magath Schalke'de.. Aynı Magath aynı sene içerisinde Wolfsburg'da. Rangnick Hoffenheim'da ve aynı isim bugün Schalke'de. Bu normal değil, delilik bu. Bu sürekli yapılıyor ama doğru değil "
Bu yarışın ruhuna zarar verir diyor. Oyuncular için bu konuda bir sınırlama var ve teknik adamlar için de olması gerekir diyerek bence haklı olduğu bir konuyu gündeme getiriyor.
"Ben bunu hayatım boyunca hiç yapmadım" diye de devam ediyor.
Bir antrenör takımın galibiyetini ya da mağlubiyetini belirleyen insandır. Küme düşme ve Şampiyonluk yarışlarının olduğu yerde oradan oraya geçişler olağan değil. Bir kaç hafta sonra Wolfsburg Schalke ile oynayacak.. İki gün sonra oynasaydı ne olurdu ? Kabaca gerek FİFA gerekse de Fedarasyonlar şu kuralı getirmelidir:
"Bir teknik adam, bir ülkenin liginde bir yıl içerisinde sadece tek bir takımı çalıştırabilir"
Sonuç itibari ile hemen herkes kovulduğu andan itibaren başka bir yerde çalışamazsa maaşını almaya devam ediyor. Bu kural önemli ve sanırım Serie A'da var. Her ligde her yerde olması gerekir. Başta da bizim ligimizde.. Yeni antrenörler kazanırız ya da kuluplerin bu yoklukta antrenöerlere daha fazla sabır göstermesini..
Ve Gekas Hocasını Kurtarır.!
Zamanında Baros'un yapamadığını Gekas dün başardı. Onun için gollerime geri döneceğim dedi ve söylediğini de eyledi. Lakin buna geçmeden önce..
Bundesligada da hakemler çok fazla hata yapıyor. Mainz'in Hamburg karşısında çizgiyi geçen net golü verilmedi. Dün St.Pauli karşısında Frankfurt'un penaltı pozisyonu çok net ofsayt.. Dahası Frankfurt'un çizgiyi geçen net golü yine verilmedi. Her maça vurduğunuzda böyle hakem hataları bulabilirsiniz. Keza Nürnberg Bremen maçı da bir hayli hakem hatası barındırıyor. Sorun ya da Türkiye ile olan farkı; olağan karşılanması. Hiç ben eyyamcı hakem geyiğini görmedim. Maçları sunan spikerler ekrandan birden fazla kez çok daha başka açılardan görebilme şansına sahip olduğu için hataları anında söylüyorlar. Bundan fazla da hakem konuşulmuyor. Hakemler hakem yorumcusu da olmuyor burada. İddia ederim ki bir yıl boyunca bariz hakem hatası Bundesliga ile Türkiye Süper Ligi arasında çok fazla yoktur ama tartışmak, hakemleri mesele haline getirip onları zor durumda bırakarak performansını etkilemek, doğal hakem hatasına "bilinç" yükleyip töhmet altında bırakmak bize mahsus bizim sevdiğimiz bir şey. Bir suçlu arıyoruz.. Kendi kulubümüze teknik adamımıza yüklenmek yerine sürekli suçlu aranıyor. Üç pozisyon bulduk mu o maçı hak ettik sanrısı ile yaklaşıp gelmeyen galibiyetlere hakem hatası ekliyoruz. Yasaklansın. Hakemlerin yorumlanması yasaklansın ve görün bakalım bir yıl nasıl geçiyor ?
Konuya dönersek..
Bir tarafta St.Pauli diğer tarafta Skibbe olunca oturup izledik maçlarını. Gekas biri penaltıdan iki gol attı ve maçı Frankfurt kazandı. Penaltı pozisyonu ofsayt olması gerekir iken ardından buldukları ikinci gol çizgiyi geçmesine rağmen verilmedi. Bir şekilde durum eşitlendi ama bu çizgiyi geçen topların görülmemesi nedeniyle teknik yardım meselesi her hafta konu olmaya devam ediyor Almanya'da.
Ben çok fazla Frankfurt maçı izledim. Geçen sene ilk dönemi saymazsak bu kadar kötü ya da kimliğine ters bir şekilde panik halinde bir Frankfurt uzun zamandır görmemiştim. Sahadaki hiçbir oyuncu maçın ağırlığını kaldıramıyordu. Russ dediğin adam öyle hatalar yaptı ki o gerginliği ben buradan hissettim. Elleri ayakları titriyordu desek yeridir. Maç sonu "Bugün oynadığımızın futbolla filan alakası yok" diyordu ki haklıydı. Bu nedir biliyor musunuz ? Teknik adamın saha kenarındaki ruh halinin oyunculara yansımasının en belirgin örneğiydi. Nasıl ki öncesinde Frankfurt Skibbe gibi sakin, düzenli ve işinibilir havada yerleşimini alıp mücadelenin dozunu kaçırmadan topu kendisinde tutup ileriye doğru olabilecek en güzel şekilde ilerliyorsa bugün de sahanın kenarındaki teknik adamın ruh halini maça yansıttı.
Şöyle baktığınız vakit Galatasaray Fatih Terim gibi oynadı, agresif, kazanacağına inanarak, basarak..Fenerbahçe bugün Aykut Kocaman gibi oynuyor. Sessiz, sakin, kontrollü ve asla panik yapmadan.. GS bir dönem Lucescu gibi ne yapacağının bilincinde, bilge bir insan gibi.. Frankfurt düne kadar o kadar sakin ve o kadar düzenli, işini bilir şekilde Skibbe gibi oynuyordu. En sevdiğim özelliği panik yapmadan her oyuncunun olması gereken yerde olmayı başararak gereksiz agresiflikten ve aşırı mücadele etmeden topa sahip olabilmeleriydi. Galatasaray'ın Skibbe'li Avrupa maçlarında göze çarpan en önemli özelliği olağan bir lig maçı gibi oynayıp sorunsuzca galibiyetler elde etmesiydi;Ne bir panik ne bir gereğinden fazla mücadele ne de ne yapacağını bilmemek gibi absürd durumlar..
Ama işte dün pozisyon bulup galip gelse de aslında çok kötüydü. Biliyordu, kaybetseydi başladığı işi yarıda bırakabilirdi. Şu 8 golsüz maçın içerisinde çok değil iki galibiyet sığdırabilseydi Avrupa kapısını aralayacak iken bugün zor fikstüre sahip düşme korkusu yaşıyor. Haftaya Magath'ın Wolfsburg'unu orada yenebilirse sorun da kısmen çözülür. Bugün puan tablosuna baktığınızda aslında Bremen'den Schalke'ye, Köln'e kadar herkes biraz düşme potasının içerisinde. Son haftalar oldukça keyifli geçecektir derim ben.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)