Yeşil Kart geliyor. İtalya ikinci liginde beş altı hafta sonra uygulamaya geçilecek...
Sarı ve kırmızı kartlar futbolculara ceza anlamına geliyor. Peki ya futbolcu ödülü hak edecek hareketler yaparsa? İşte bunun için de yeşil kart geliyor. Sakat futbolcu olduğunda topu dışarı atan, kendi aleyhine olmasına rağmen hakeme doğruyu söyleyen futbolcular yeşil kartla ödüllendirilecek.
Uygulama ilk olarak İtalya ikinci ligi olan Serie B'de eylül sonuna doğru ligin 4. ya d a5. haftasında hayata geçecek. Henüz tam olarak kurallar netleşmiş değil. Mesela teknik ekibi de kapsayacak mı bilinmiyor.
Kesin olan şu ki sıklıkla tekrarladığımız şu cümle futbolda da hayat buluyor: Cezanın olduğu yerde ödül de olması gerekiyor!
Enteresan olacağı kesin ama nerden bakarsak bakalım iyi ve güzel eylemlerin ödüllendirilmesi hoş olacak..
-..adamları yenemiyoruz. Çek bi Letonya dediğimiz günden beri Letonya'dan her türlü çekiyoruz. En önemlisi belki de en iyi kadrolarımızdan birisini Letonya nedeniyle şampiyonaya gönderemedik. Aylar, yıllar geçti hala son resmi galibiyetimiz 40 asır önce bu takıma karşı. Enteresan.
-İyi oynadık diyebilir miyiz? Letonya geriye çekildi, Türkiye yüklendi. Kadro kalitesi zaten bu olağan kurguyu belirliyor. Ürettik, yaratıcı olduk ama gol becerisi eksikti. Gerisi plan, program ve kesinlikle şans değil. 1-1'lik skor üzerine düşünülmeli.
-Arda Turan iyi bir oyun ortaya koydu, fark yarattı. Önce bunu bir kenara koyalım, çok iyiydi ve tartışmasız maçın adamıydı.
-Volkan Babacan'ın geçen sene yediği gollerin yüzde 95'i Volkan'ın hatasından kaynaklanıyor. Hatta inanırım ki Süper Lig'de büyük kaleci hatasını en fazla yapan kalecidir. Lakin muazzam bir savunma anlayışı olan takımın kalecisi olduğu için şanslıdır. Hatta derdim ki bu kaleciye geri pas verilmemesi gerekir zira baskı yerse orada da hata yapıyor çok.. Ama dün sorun kaleci değildi, bu kesin.
-Baskı konusunda sorun yine de vardı. Ön alanda kaptırınca enteresan bir şekilde oyuncuların bir kısmı topu bırakıyor, onun yeniden kazanılmasında aktif rol almak istemiyor. Yani hep o dediğimiz "gegenpressing" eylemine dahil olmuyor. Bir yerde Gökhan'ı diğer yerde Hakan'ı gördüm, kaptırılan topa küsüyorlar sanki. Bunun temeline inseniz "letonya maçı lan işte" ruh halini görürsünüz.. Hollanda maçında bakın hepsi tazı gibi kaptırıldığı anda koşacaklar..
-Tam gereken zamanda golü buldu Türkiye. Gelin görün ki iç sahada böylesine önemli bir karşılaşma son çeyreğe iki üç farklı girilmeliydi. Eksik olan neydi? Üretilen pozisyonların değerlendirilememesi. Bu da milli takımın forvet seçimini masaya yatırıyor..
-Burak oynaması gereken ve fakat maç içi performansı sonucu da çıkması gereken oyuncular arasında yer alıyordu. Türkiye'ye gününde olan, formda olan bir golcü gerekiyordu. Peki kimdir bu isim? Tartışma yok ki Cenk Tosun. Yapılan bütün Cenk tartışmalarında Cenk tarafı yüzde yüz haklıdır. Skor alsaydın haklı olan sen olurdun, ama alamadın...
-Aslında teknik direktörün neden Umut'u tercih ettiğini biliyorum. Burak ve Umut iki farklı santrfor kimliği ve her ikisinden de birer adet bulundurmak istiyorlar. "Eli sıcak" olana umut bağlamak daha iyidir oysa. Umut'u çok severim ama bugünlerde formsuz. Oyuna olumlu katkısı olsa da ihtiyaç daha çok bitirici vuruş idi.
-Ozan, Volkan iyi oyuncular ama uzun süredir transferlerle boğuştular, maçlarda süre almıyorlar. Arda aynı şekilde maç eksiği. Bu sayı birden fazla olursa sıkıntı yaşanılır. Bu denge de gözetilmesi gerekir. Üstelik bu karambollerde Cenk'in iş yapamaması çok zordu.
-Her zaman değil ama seçimlerin bir kısmı da performans üzerine olmalıdır. Sabri'nin milli takımdan kesilmesini anlıyorum. Gençlerin artık yerleşmesi gerekir. Gel gör ki Gökhan'ın sakatlığında oynamayan Ozan'ı orada zorlamak yerine kısa süreli formda Sabri de iş yapardı, Belki de sadece şu zamanda formda olduğu için.. Keza Cenk de..
-Yanlışlar, kötüler ? Ozan Tufan'ın sağ bek zorlaması sıkıntı yarattı. Gökhan Töre iyi değildi. Volkan goller kaçırmasına rağmen iyi olduğu halde oyundan alınan oyuncu oldu. Hakan Çalhanoğlu ilk yarı iyi paslar çıkardı ama ikinci yarı düştü. Burak kalabalık arasında çok sık kayboldu.
-Golde hata kimin? İki stoper santrforu kontrol altına almış ve topa sahip olana baskı olduğu noktada Şener sağ bekte kontrol alması gereken oyuncudan fazlasıyla uzakta. Savunma dörtlüsüne o an bir çizgi çekerseniz savunmanın diğer üç oyuncusu ile Şener'in arasındaki mesafe zaten sorunu ortaya koyuyor. Savunma dörtlüsü beraber hareket eder, dört oyuncu arasındaki mesafe sabittir. Biri diğerine göre ve aslında hepsi de topa göre kendisini konumlandırır. Sağ bek Şener sürüden ayrılmış kurt misali o dengeyi gözetmedi.
-Bir hata da orta sahalardaydı. Hücuma dört oyuncu ile çıkan Letonyalılar Türkiye'nin savunma dörtlüsü ile orta sahası arasında alan buluyorlar. Şener doğru yerde olsaydı dahi orta sahaların hepsi rakibin önünde.. Herkes aslında o kadar emin ki golün olmayacağından ve kazandığından.. Uyumuşlar.
-Benim en çok tıkandığım notka budur. "Yerleşim hatası" bekler ve defansif orta saha için ölümcüldür. Rizespor'un geçen sezon yediği gollerin pek çoğunda sorun savunma önü oyuncuların oyun bilgisi konusundaki eksikliklerinden kaynaklanıyordu. Hikmet Karaman'ın burayı Koray-Robin ve şimdi de uzun zamandır Bundesligada oynayan Makiadi gibi Almanya eğitimli oyunculara bırakması kaçınılmazdı. Geçen sezon bizim çok çektiğimiz o doğru yerde bulunma ve "derinlik" alma mevzusuydu ki dün yenilen golde de kendisini gösterir. Bu tam anlamıyla oyun bilgisidir. Busquetliktir işin özü. Türkiye'nin temel eksiklikleri.
-Ki dün yenilen pozisyonların adedi bir hayli fazlaydı, gözden kaçmaması gerekir. Bu denli baskı kurduğun ortamda net pozisyon sayısı neredeyse eşit oluyorsa düşünmek gerekir savunma üzerine..
-Öyle ki hatta.. Adam her topa giriyor, her yerde kayıyor, gidiyor, mücadele ediyor ve stattaki adam için "çok iyi oynuyor" görüntüsü veriyor ama maçı an ve an izlediğinizde yerleşim hatası yaptığı için aslında teknik direktör için en kötü oyuncu o olurken taraftara sorsanız maçın adamı seçerler.
-Rizespor'da ilk işim oynanan Fenerbahçe maçında yenilen gollerin analiziydi. Sow'un ilk golünü hatırlayın. Hatalar zinciri aslında Sylvestre'nin yerleşim hatası yapmasıyla başlıyordu. Nerede duruyordu? Emre ile Alper'ın tam ortasında. Ne oluyor? Emre alıp topu Alper'e verdiğinde ceza sahasının önünde demarke vaziyette Alper topla buluşuyor ve sonrası gol.. Gol olmasa dahi o pozisyonun oluşumu başlı başına bir hataydı. Ardından diğer hatalar başgösteriyordu belki ama bu hata çok sık tekrarlanıyordu. Kasımpaşa maçında Scarione'nin golü de topla üzerinize gelen oyuncuya karşı "derinlik" alma konusunda sıkıntı yaşanmasından kaynaklanıyordu. Öyle ki bu ve benzeri yerleşim alma ve saha içi dolaşımda sorunu bilip defalarca gösterseniz dahi bir noktada iş oyun bilgisine, eğitime kalıyordu aslında.
-Koray Altınay'ı oraya yerleştirdik sonra. Her oyuncu hakkında hatalarından oluşan bir video hazırlarken Koray'ın hata sayısı ilk iki maçında sıfırdı. Dışarıdan izleyenlere ister istemez "muazzam, süper" diyorsun, akşam maç analizlerinde hoca da seviniyor ama bunu teknik ekip dışında hemen hiçkimse anlamıyordu. Hulasa bek ve defansif orta saha eleştirisi çıplak gözle yapılması çok zor.
-Fatih Terim'in basın toplantısı.. Hakem hatası, olur. Haklıdır da belki. Üst üste de gelmiştir. Lakin İsveçli vurgusu komik olduğu kadar da tuhaf. Bir ülkenin hakemleri başka bir ülkeye neden düşmanlık beslesin? Kim bunun bu şekilde olageldiğine inanır? Söylemekten çekinmeyelim, ancak bir başka insanı ülkesine göre değerlendiren insanlar düşünür. Geçmişte "Hele bir Yugoslav'dan.." diyen olursa..
-Hülasa.. 54 Avrupa ülkesinden 53'ü yarışıyor. Bunların 23'ü turnuvaya katılım gösterecek!. Ve Türkiye ilk ikiden direkt gitme şansını fazlasıyla azalttı zira ikinci ile arasındaki puan farkı 7. Çek Cumhuriyeti 3 maçını kaybeder, Türkiye 3 maçını kazanırsa.. Geçelim. Hollanda'yı yenip umutları sonraki haftalara bırakmak tek şansı Türkiye'nin.
-Şansızlık ya da teknik direktör ne yapsın diye bir şey yok aslında. Bir takım hem Letonya hem de Hollanda maçlarının son çeyreğini çıkaramıyor ve sorun yaşıyorsa orada bir şeyler yanlış yönetiliyor demektir. Nasıl ki 2008 Avrupa Şampiyonası'nda son dakikada gelen goller "şans" değil de Terim faktörünün bir çıktısıysa burada da Fatih Terim bu son çeyrek üzerine düşünmeli.
Takımım beni burda sanıyor.. 2-Ben kendimi burada sanıyorum.. 3-Poldi beni burada sanıyor.. 4-Kız arkadaşım burada olacağımı düşünüyor.. 5-Menajerim benim burada sanıyor. 6-Gerçekte ben ise buradayım (Dortmund yedek kulübesi..)
-Çok enteresan işler bunlar.. Şimdi siz teknik direktörlük mesleğiyle haşır neşir olmak isteseniz minumum on yılınızı alır. Bir takım çalıştırmayı bırakın, teknik direktörün yanında o kulübeye girmek için geçmek zorunda olduğunuz yollar o kadar uzun ve çetrefilli ki.. Gel gör ki futbolda uzmanlık istemeyen tek şey teknik direktörü atayan, transfer yapan yönetici. O kadar kolay ki. Paran varsa tamam. Diyelim ki paran yok ama enişten, abin ya da kardeşin başkan? E sen de hemen görevli ol. Tam türk işi derler ya, öyle yönetiliyor Galatasaray.
-Asıl sorun ne biliyor musunuz? Galatasaray'ın transferde yaşadığı sorunlar değil. Olmaması gerekir ama oldu diyelim bir kaza. Yahu bir kurum "Biz zamanında faxı çekmişiz ama imzayı atmayı unutmuşuz" diye kepazelik olan bu durumu daha da rezil rusva edecek bir açıklama yapar mı? Bu açıklamayı yapan akıldan medet ummak zorunda kalmak asıl sıkıntı.
-Kardeşim uzun zamandır futbolla ilgileniyor. Akıllı da çocuktur. Başkan olsam ve gerçekten iş yapacağına inansam dahi takımın başına atamam, Ayıp olur derim.. Tepki çeker derim. Koskoca kulübü aile şirketine çeviriyor diye laf ederler çekinirim.
-Grosskreutz skandalı sonrası sportif direktörün asistanı kovulmuş. Kağıdı diyelim ki ters çevirip göndermiş olsun ve imzalı tarafı gitmemiş olsun. Asistanı seçen kim? O insanı oraya yerleştirenin sorumluluğu? Nihayetinde o hatayı yapan insan muazzam işler yaptığı zaman öne çıkan kim oluyor?
-Galatasaray gibi büyük bir camiadan bahsediyorsanız oyuncuya verilen birkaç milyon euroya takılmamalısınız. Grosskreutz gibi sistem içi önemli olan futbolcunun varlığıyla kazanılacak olan fazladan üç Türkiye Süper Ligi iki Şampiyonlar Ligi maçının sonucunda kasaya girecek olan 10 milyon lira kayıp. Üzerine Dortmund'a bonservis ve oyuncuya maaş ödemek zorunda.
-Aslında sorgulanması gereken de biraz bu. 3 yıldır Şampiyonlar Ligi'ne kalan ve ikisinde de üst tura çıkıp rakibinden her sene 50 milyon euro fazla kazanan bir kulüp nasıl olur da ezeli rakibine göre daha kötü maddi durumda olur? Fenerbahçe'nin geçen sezon sadece Diego'yu aldığını ve bu dönemde Galatasaray'ın pek çok yıldız aldığını da biliyorum ama yine de bir dengesizlik yok mudur? Bir yerde ibralar, sorgulanmalar yetersiz değil midir?
-Bugün SportBild'in haberiydi.. Klaus Allofs oyuncu satışından çalıştığı kulüplere 300 milyon euro kazandırmış. Aynı zamanda misal Bremen'de iken 2004-11 arası tam 6 kez takımı Şampiyonlar Ligi'ne sokmuş. Nihayetinde Wolfsburg devasa bir para verip bu adamı takımın başına getirip işine karışmadı. Kimsenin büyük takım için düşünmediği Nürnberg teknik direktörünü takımın başına getirdi. Chelsea ve Dortmund'un yedek kulübesinden Kevin de Bruyne ve İvan Perisic'i transfer etti, parlattı ikisini de geçen hafta 100 milyona sattı. Oysa Wolfsburg yönetim kurulu başkanı eniştesini transferden sorumlu yapamaz mıydı?
-Bakın çok basit. Kalın kalın yazıyorum. Kongrenin oylarıyla gelen yönetimler Almanya'da kendilerine operasyonel iş yapacak sportif yönetim oluştururlar. İşi bilene bırakırlar. Yönetim değil "denetleme" kuruludur zaten gerçekte de adı. Kurumsallaşma dediğin budur, çok mu zor bunu yapmak?
-Daha başka şekilde açıklayayım. Yıllar yılı bu işi yaparak meslek haline getirip uzmanlaşmış olan Abdürrahim Albayrak ve Ali Dürüst ikilisini ele alalım. Gerçekte olması gereken nedir? X başkan geldi. Y de gelebilir. Bunun önemi olmaması gerekir. Bu iki adam ve teknik direktör ile beraber oluşturulan sportif yönetim başkanlardan bağımsız performansa göre iş yapmalılar. Kongrenin seçtiği insanlar bu sportif yönetimi ancak başarısız olduğunda işlerine son verirler. Almanya'da öyle ki başkanın teknik direktörü kovma yetkisi dahi yoktur!
-Neden olmaz? Neden profesyonel bir yönetici ile bu işler bu memlekette yürümüyor? Bunu ben bir kahvaltı masasında Rizespor kulüp başkanına sormuştum. Oyunculara yaklaşımı, galibiyet ve mağlubiyetlerde değişmeyen tavrı ve insanlığıyla on numara olan Rizespor başkanı şöyle dedi: Olmaz çünkü bizdeki teknik direktör kibri bunu kaldırmaz. Üzerindeki isme saygı duymadığı gibi ortaya pek çok çelişki çıkar. İkincisi ise hepiniz biliyorsunuz. Başkan bu konumdan faydalanmak, popülarite sağlamak ister. Kendisi istemezse kardeşi "beni yönetici yap, başkansın nasıl olsa" der..
-Almanlar olup bitene inanamıyor. Şampiyonlar Ligi seviyesinde bir takımın böyle bir hata yapacağına akıl sır erdiremiyor. Oysa başkanın kardeşini görevli atadığı ve futbolla ilişkisinin diğer başkanlar gibi sınırlı olmasına rağmen kayınçosunun eltisinin yönetime atadıklarını bilseler muhtemelen olağan karşılarlardı.
-Şimdi yine Hamza Hoca buradan takımı toparlayacak. Gelin görün ki bu zor koşullar altında şampiyon dahi yapsa kimse yine bu hocaya hakkını teslim etmeyecek.. Tesadüftü, x kötüydü, y gol atmasaydı denilecek..
-Arkadaş ben muazzam övgülerle donatılmış bir Kevin yazısı yazmadım ki? Yazı iki saat içerisinde neredeyse on bine vuracaktı. Çok iyi futbolcu değil, çok şeyi ortalamanın üzerinde yapıp da koşan, basan, hırslı bir oyuncu. Galatasaray'ın ihtiyacı olan bir oyuncu, hepsi bu. Yazılan ile algılanan arasındaki mesafe çok.
-Neden gönderildi? En çok bu sorulmaya devam ediyor. Sistem aslında değişti. Koşu mesafeleri düşürüldü, sprint sayısı maç başına 40 adet geriledi. Gegenpressing abartıldı ve Tuchel daha çok Guardiola'nın yolundan yürüyor. Grosskreutz ve Kuba gibi orta sahadan kapılan topla yapılan birbiri ardına hızlı hücumlara artık gerek yok. Daha çok akıl, yaratıcılık ve teknik ön planda. 118 değil 112 km. 240 sprint değil 200. Geriden hızlı hücum değil, önde sürekli baskının ürettiği hücumlar artık geçerli. Bu da oyuncu tipolojisinin değişimi olunca..
-Hiç unutmam buraya geldiğim 11 Eylül 2011 tarihini. Elimde hiçbir şey yok Hayallerim, umutlarım, hayalkırıklıklarım, enerjim, hırsım ne varsa küçük bir valize tıkıştırıp İstanbul'daki otel odasındaki masada öylece duruyordum. Bir çay söyledim. Masanın üzerinde cam vardı ki ince belli o çay başka duruyordu camın üzerine ve şöyle demiştim: Belki de sadece bunun için geldim ben buraya..
-Geldim. İşim futbol olsun istedim. Bahanem buydu. İnternette blog ve dijital dergi derken gazeteler, radyo, televizyon, dergi ve kulüpte çalışmaya kadar istisnasız futbolun her köşesinde çalıştım. Belki de ilk defa bir şeyi istedim ve yaptım bu hayatta. Aklınızda bulunsun, bunu da kimseyi dinlemeyerek gerçekleştirdim. Yalnız son dönemde artık başım döndü. Altı ay önce arayana "Manşetlerde Spor" programının editörüyüm diyordum. 4 ay önce arana ise "Rizespor'da analistim" cevabını veriyordum. Şimdi ise çok başka şeyler.. Biraz daha çalışıp kendi ekibimi kurarak çok başka bir proje gerçekleştirmek istiyorum. Sadece zaman..
-Almanya'dan Türkiye'ye geldiğim günün sabahında otelde hiç beklemediğim bir telefon geldi. TRT Spor'un Almanya'dan Futbol programının yorumcusu kulüpte çalıştığı için (Samsunspor'da Petkovic'in yardımcısı) programa son vermek durumunda kalmış ve beni "geçici yorumcu" olarak istemişlerdi. 3 program yaptık sevgili Hünkar Mutlu kardeşimle. Gel gör ki Mustafa Doğan'ı sonra getirdiler. İsmimiz yoktu, onun vardı. Oysa o geldiğim gün bu memlekette Bundesliga'yı benden daha iyi yorumlayacak tek bir insan yoktu. bakın bugün Eurosport kanalında Alman ligi maçlarını yorumluyorum ama aynı iddialı cümleyi kurmam. O geldiğim günün öncesinde geçirilen 5 yıl boyunca neredeyse güne üç içerik düşecek şekilde Bundesliga üzerine yazı yazdım, her şehrindeki tribünlere misafir oldum, kafa patlattım. Son programda tahminleri aldılar ve ben 9'da 9 yapmıştım. Keyfini yaşayamadık diğer programda. Belki 8 yıl yurt dışında yaşamış olmanın verdiği bir Türkçe sorunu söz konusuydu ama halledilemeyecek şeyler değildi. Aslında o gün memleket bana "Hoşgeldin" dedi. O gün çok üzülmüştüm ama bugün baktığım zaman memlekette ola gelen haksızlıklar sonrası bu da bir şey mi diyorum.. Hatta o kadar komik geliyor ki.. bu ne ki? ama işte o dönemin memlekete yabancılığı ya da naifliği de başkaydı. Üzülüyordun böyle şeylere çocuk gibi.
-Birbirlerinden farklı çok fazla futbol işi yaptığımı söylemiştim. Bunlardan ikisi başka. Rizespor'da "analist" olmak ve bugün hala devam eden Eurosport'ta Bundesliga yorumculuğu. Maddiyatın en ufak bir değer taşımadığı işlerdi. İkisinde de farklı duygular var. Sanki ben maç analisti olmak için geldim buraya hissini yaşadım çalıştığım zaman. Yıllarca üzerinde durduğumuz şey başka geliyordu, öğrenme aşamasındaydım aslında. Şehir kötü ve koşulları benim için zor olsa dahi.. Bir umudum var yine. Belki ileride bir "İSTANBUL takımı" olursa hiç düşünmeden içeriye girerim. (İş başvurusu yaptım) İkincisi ise Bundesliga.. "Benim ligin lan bu" diyorsun. Hiçbir oyuncu yabancı değil, hiçbir ayrıntı senin için detay bile değil, son 8 yılın özeti gibi. Bugün yine farklı işlerde devam ederken Bundesliga'ya dair yorumculuk yaparken başka bir keyif alıyorum.
-4 yılda 5 farklı evde kaldım. 5 kez taşındım. Artık kendime bir ev alasıya kadar başka bir yere taşınmak istemiyorum ve sanırım Anadolu yakasının keyfini de geç de olsa keşfettim.
-Yaş aldık. Yaşlandık.
-Fitbol dergisini çıkardık. Candaş Tolga Işık'ın projesi. Bu ismi ben tanımıyordum telefon gelesiye kadar. Böyle bir çevresi olan adam görmedim desem.. Ben o kadar adamı tanımam tanısam yazı yazdıramam. Editöryal işleri yaptım, 12-13 sayfa hazırladım. Slogan ve yazar kadrosunun çelişkisi adına çok eleştiri alsa da içeriğini okuyanlar büyük oranda beğendiler. Türkiye Futbol Dünyası'nın aynası oldu ilk sayı aslında. Enteresan gelecektir ama en çok beğendiğim yazı Serhat Ulueren'in yazdığı oldu. "Bir gün Güntekin geldi servise.. Hepinizi kurtardım" dediğini ve bahisin başladığını anlatıyor. Akabinde serviste çalışanların bahis sonucu evliliklerinin yıkıldığından.. O yazı aynı zamanda Serhat Ulueren'i de anlatıyor. Türkiye'de yayıncılık anlayışı, insana verilen değer ve çok şeyi. İkinci sayıya başladık ve ben iki sayılık bir anlaşma yaptım. Sonrasına bakacağız.
-Pazar akşamı "tükenmişlik" sendromuna girdiğimi düşündüm. O kadar çok maç izledim, yorumladım ve üzerine çalıştım ki.. Milli maç arası ilaç gibi geldi derken Grosskreutz transferi.. Ben sadece artık soru sorulmasın diye bu yazıyı yazdım. Şu an yine mesaj olarak bu yazının linkini yazar arkadaşıma atıyorum mesela.. Yine bana Grosskreutz'u hiç tanımayanlar enteresan geliyor. İsim vermeyeceğim ama adam spor müdürü. Sorulan oyuncu da Dortmund'un ortalığı kasıp kavurup Şampiyonlar Ligi finali oynadığı kadrosundan bir oyuncu. Yabancının serbest kaldığı, liglerin birbirlerinin içerisine girdiği bu yeni futbol dünyasında Avrupa'ya hala bu kadar uzak kalmalarını anlamak mümkün değil.
-Twitter'da X hakkında konuşuyorum. Soru geliyor: X hangi kulübe gitti? Ya sabır diyorum. Lan aç gugıla bak bana sorup cevap bekleyeceğine. Ben senin arama motorun muyum? Siri miyim lan ben? Oblomovlar dünyası yemin ediyorum..
-İstanbul'u seviyorum.
-İnsanları sevmiyorum.
...Daha doğrusu insanlarla olduğundan daha farklı bir şekilde görüp iletişime geçmeyi.. Bir gün bu dil çözülecek, o zaman keyif alacağım belki. Şimdilik samimiyetsiz ve fazlasıyla karakteri tahrip eden yavşaklıkta sürüyor ilişkilerin pek çoğu.. Acı cekiyorum iletişimlerde. Bu söz buraya uygun kaçmayacak belki ama eksiliyorum kendimden iletiştikçe. Çünkü içimden sövüyorum, dışımdan gülüyorum sizin gibi. Zaten kendimi de çok sevdiğimi söyleyemem. Düşündüğüm kadar cesur değilmişim. Tanıyıp da sevemediğim insanlar grubunda gördüğüm tüm saçmalıkların bizzat kendimde de var olduğunun farkına vardığımda bıraktım ben isyan etmeyi. Yine de değiştirmeyi düşünüyorum ve bunu da yazarak başaracağıma inanıyorum.
-Bak işte şu karikatür. Bunu çizen adamın kafasını seviyorum. Kafka'nın o kitabından "Böcek oluyordu ama anası üzülmüyordu" ayrıntısına takılan kafa yapısı başlı başına muhabbet sebebidir. Çevremde maalesef çok az var..
-Yapmış olduğum için kendimi iyi hissetmediğim çok şey var. Düşünmüş olduğum için kendime kızdığım.. Bunları da yazmak isterdim ama üçüncü şahıslara zarar verme duygusu nedeniyle es geçiyorum. Ne iyi geliyor bana biliyor musunuz? Dostoyevski'nin "Yeraltından notlar" kitabı. Tekrardan elime aldım. Yıllar yıllar önce kendime başka bir dünya kurup yine kendimi muhteşem bir şekilde kandırdığım zamanda "Tutunamayanlar" ile kendime gelmiş, kendimi tanımama izin vermiştim. Benzer bir etkiyi bugün de Yeraltından Notlar ile.. İki kitabın da ortak paydası kişinin kendisiyle samimi bir ilişki kurmasına yol açacak etkiyi vermesidir. İnsanoğlunun kendisini sevmesi gerekir ama bunun için öncelikle tanıması. Manipüle etmeden kendine doğru bir bakış atması.
-Yazmanın kurtuluş olduğunu düşünüyorum. Yazarak farkındalığı arttırmak bir yana kendi üzerimde düşünerek daha eleştirel bakıp daha doğru işler yapmak istiyorum. Yazarak kurtulmak istiyorum. Sanki arkadaş yazınca günah çıkarıyorsun. Yazınca hayallerin için ilk adımı atmış oluyorsun. Yazınca kurtuluyorsun. arınıyorsun. Oysa duruyor her şey orada. Yine sen tiksindiğin adama gülerek "merhaba" dedin, asla yapmam dediğin şeyi yaptın. Ne garip..
Köln denilince akla Podolski gelir. Dortmund da biraz Greusskreutz üzerinden yorumlanır. Ne gariptir ki 2014 Dünya Kupası’nda olan bu iki Alman futbolcu da Galatasaray’da buluştu. O kadar çok ayrıntısı var ki 4 kitap yazarsın 30 da makale.. Öyle fenomen olmuş bir futbolcu. Büyümek istemeyen çocuk gibidir aslında. Schalkelilerin nefret ettiği Dortmundluların taptığı oyuncu. “Oğlum Schalkeli olsa kimsesizler yurduna veririm” gibi abuk subuk beyanatları olmuş tribün çocuğu amma velakin iyi de bir oyuncudur. Benim saygımı kazanmıştır çünkü isimsiz bir oyuncu olarak yetenekleri kısıtlı olmasına rağmen kat ettiği mesafe, tutkusu ve azmiyle ancak mümkün olmuştur. Her zaman sezon başı üzeri çizilen adam olup da her daim yeni transferlere rağmen vazgeçilmez olmayı en azından geçen sezonun başına kadar başarmış bir isimdir. Daha da önemli olan ayrıntı ise Galatasaray’ın pek çok eksiğini kapatacak özelliklere sahip olması. Şimdi akla gelenleri tek tek yazayım..
1- Çok koşar. Kat ettiği mesafe Almanya’da dahi onu farklı kılıyor.
2- Savaşçı ve mücadeleci. Presçi.
3- En büyük artısı sahaya çıktığında her zaman yüzde yüzünü verecek bir tutkuyla futbolu oynaması.
4- Özellikle savunma konusunda “zeki” diyebiliriz, gerçek hayatta, söylemlerde ve eylemlerde pek “zeka” göremesek de.
5- Taktiksel açıdan çok yönlülüğü ona büyük bir artı kazandırıyor.
6- Normal koşullarda çok az sakatlanır. Sadece geçen sezon 6 haftalık sakatlığı oldu son 5 yıl ieçrisinde. Çok koşmasına ve ikili mücadeleye girme ve kazanma oranı yüksek olmasına rağmen.
7- 27 yaşında. 2014 yazına kadar Dortmund’un başarısının önemli bir parçası olması bir yana milli takım dünya kupası kadrosuna da dahil edilmişti.
8- Kulübünde kalsaydı bu koşullarda sadece sağ bek için alternatif olabilirdi. Orada Ginter’in iyi oynaması oynadığı bütün mevkilerde onu üçüncü şık yaptı.
9- Bir kenarı –ister açık ister bek- oynasın, tamamını kulllanır.
10- Saha dışı zekası ve saha içi tavrı, neredeyse Melo ile bire bir özdeşir.
11- Teknik kapasitesi Dortmund ve Alman milli takımı gibi yüksek profilli oyunculardan oluşan kadrolar içerisinde “sınırlı” olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu konuda tartışma hala sürüyor aslında. Bazıları tekniğini de beğenir.
12- Sağ kenar oynadı. Nuri’nin yanında defansif orta saha oynadı. Üst üste burada maçlar çıkardı. Bir kupa maçında Düsseldorf’a karşı stoper çıktı. Yine bir kupa maçında Hannover’e karşı sol bek oynadı. Kaleye geçti, sol ön ve sağ ön oynadı. Bir kere de forvet arkası onu gördük. Lakin orijinal mevkisi sağ bek ile sol ön olduğunu söyleyebiliriz. Savunma olarak sağ bekte iyidir, ofansif açıdan sol önde iş yapmıştır uzunca bir süre. Bu ikisinin ortası ve karışımı olarak sağ önde Galatasaray’ın onu kullanması Sabri ile iyi bir ikili yapmaya yetecektir. Yıllarca Schmelzer’in aşırı bindirmelerinden oluşan boşlukları iyi bir şekilde kapattığının altını çizelim.
13- Uluslarası tecrübeye sahip. Şampiyonlar Ligi finali de oynamıştır, milli takım ile tecrübesi de olmuştur.
14- İlk 97 maçında gol ve asist açıdınan skora 37 kez etki etmiştir efendim.
15- Gol atar. Muazzam bir Müller içgüdüsü ya da Lewandowski tekniğiyle değil her topa girme aşkıyla zaman zaman meşin yuvarlağı kimsenin beklemediği şekilde filelerle buluşturur. Marsilya’ya olduğu gibi üstelik bu bazen çok önemli maçlarda vuku bulur zira onun oynama tutkusudur aslında her şey.
16- Dortmund’un delisidir. Podolski de Köln’ün sembolüydü. Duygularıyla hareket eder, profesyonellikten pek nasibini aldığını söyleyemeyiz. Bazen “çocuk gibi” hareket ettiğini söylemek zorundayız.
17- Kenar oyuncuları etkili olan takımların panzehiri. Robben dahil durduramayacağı oyuncu yok. Savunma yanı güçlü. Bayern’ü üst üste 5 kez deviren Dortmund’un bu maçlardaki en büyük gücü Kevin idi.
18- Yükseklik korkusu var. Günden güne bu korku büyüyor. (Saha içine etkisi yok da işte..)
19- Ahlen’de takım arkadaşı Reus ile beraber oynadı. Aslında ikisi de Dortmund altyapısına gelmişti. Ne takımmış o dönemin ikinci Bundesliga’daki Ahlen’ı be!
20- Premier Lig’i seviyor, özellikle Liverpool’u. Bu iki seçim onu anlatır. 1- O ligde az düdük çalınır ve mücadele önemlidir, tempo. Greusskreutz’un en iyi yaptığı.. 2- Liverpool’un bir geleneği var ve takım sevgisi taraftarlarda çok fazla.
21- Sol ayağı zayıf. Sağ önde iyi işler yaptığı zaman dahi illa ki sağına çekip orta yapar. Bir dönemin tartışması da sol ayağı sıfıra yakın olmasına rağmen “Sol bek oynaması” gerektiği üzerineydi. Çok saçma. Sol önde iyi gözükmesinin sebebi de daha çok Schmelzer’in açığını kapatmasıdır.
22- Kafası eh işte.. Ceza sahasında zaman zaman iyi pozisyon alır ve kafasıyla iş yaptığı olur bazen.
23- Bitiriciliği –sağ ayağıyla sadece- fena da değildir. Zaman zaman golcü olarak anılmasına da sebebiyet verir.
24- En çok eleştiri alan ayrıntısı tekniğidir. Aslında çok kötü değildir ama milyon euroluk kadroların ortalamasının altında kalıyor. Aynı şeyi “hızı ve seri olmak” konusunda da.. Gel gör ki “yavaş” denilen Kevin bir ara 34.9 km hıza ulaştı ve bunu geçmek çok zordur aslında. Yavaşlığı seri olmak ile karıştırmamak gerekir.
25- Babası onu 4 yaşında iken Dortmund maçına götürür. O maçı unutmaz. Zorc, Chapusiat ve Sammer’in iki golüyle 4-1 kazanmıştır sarı siyahlılar. O günden sonra da babasıyla beraber Dortmund maçını içerisde dışarıda izler, maç kaçırmaz.
26- İdolü Paul Lambert! Önce UEFA Kupası finalinde Dortmund’a karşı oynadı ve sonra Hitzfeld onu transfer etti. 96-97 sezonunda Dortmund’da oynadı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Dortmund’un savaşçı orta sahası! Taraftar severdi çok..
27- Babası 30 yıllık Dortmund’un meşhur “süd tribüne” müdavimi.
28- Dortmund sistemi pres, koşu mesafesi ve özellikle pres anında rakipten daha fazla adam sayısına ulaşma üzerine kuruluydu. Bu minvalde herkesten çok koşup basan Greusskreutz Klopp’un iki şampiyonluğu ve şampiyonlar ligi final başarısında önemli bir rol oynadı. Teknik açıdan ortalama olmasını bu şekilde kapattı, DENGE’yi sağladı.
29- Klopp’un ilk iki şampiyonluğunda takımın değişmez oyuncusu olurken iki yılda iki şampiyonluk ve bir DFB Kupası kazanırken 17 gol attı 17 asist. Savunmasıyla nam yapmış bir oyuncu için fazlasıyla iyi bir hücum istatistiği olmuştu.
30- Bir eksi olarak şunu belirtelim: Oyun ön alana sıkıştığında dar alanda etkili eylemler konusunda sıkıntı yaşıyor ve çok fazla top kaybediyor. Lakin geniş alanda yakalarsa da “aslında o kadar kötü tekniği yok” diyecek eylemleri oluyor.
31- Derbilerin adamıdır,(Schalke maçlarında çok da iyi değildi aslında, büyük maçların..) bu açıdan biraz Meloluk da barındırır içerisinde. Şöyle bir hatırlatmakta fayda var “Schalke’nin tribünden gelen kalecisi Neuer ile olan” iletişimini. https://www.youtube.com/watch?v=YUy59-zDtxU
32- Kendi kişisel fikrim: Saha görüşü iyi. Boşluklarır kapatmada ya da topa sahip olduğunda görmede oldukça iyi. Hatta bir adım ileri gidiyorum ve oyun içerisinde oluşan boşlukları kapatma konusunda daha iyisini arasanız bulamazsınız.
33- En iyi döneminde dahi istikrarsız bir görüntüsü vardı. Mücadele, hırs konusunda sorun yoktu belki ama iki maç uluslarası yıldız seviyesinde oynuyorsa iki maç da ortalama..
34- Açık ve bek ayırt etmeksizin ortalaması Bundesliga seviyesinde senede 8 gol 8 asisttir. Bu da “defansif yönü ağır basan” bir oyuncu için fazlasıyla iyi bir rakamdır.
35- Enteresan bir şekilde Bayern Münih maçlarının yıldızı olmuştur. Aşırı ofansif sağ bekin açıklarını kapatmak, Bayern’in kenar gücünü sıfırlamak gibi çok önemli rolleri oldu.
36- Önemli bir artısı da şu olmuştur hep: Rakip ceza sahası çevresinde tehlike yaratacak top kazanımları..
37- Tekniği kimine göre iyi kimine göre vasat. Perisic’i almışlardı ve sonunda teknik kapasitesi yüksek bir kenar oyuncusu vardı takımda. (Geçen gün İnter’e giden..) Gel gör ki Kevin onu da geçip kadroya girdi.
38- Maç içerisinde ortalaması 12 km 35 sprinttir. Takım içi kıyaslamayla anlatırsak: Bender’den çok koşan ve en fazla sprinter oyuncuyu ikiye katlayan rakamlara ulaşır. Onu bireysel yetenek konusunda sıkıntısı olmasına rağmen vazgeçilmez yapan özellikleri
39- Bir derbide Asamoah’a ırkçı yaklaşımları olduğu iddia edildi. Blogda da yorumlamış, daha çok derbinin havasından gerçekleştiğini söylemiştik. Yoksa siyahi takım arkadaşlarının olduğu yerde buna benzer başka bir haber hiç olmamıştı.
41- Güzel yaklaşım.. Çok yönlülüğü.
41- Sabri’nin bu takımda en büyük sorun olduğunu düşünengillere umut vereyim: Grossskreutz Piszczek’in yokluğunda 2013 sezonu başında sağ bekte harikalar yarattı. Öyle ki milli takım için Lahm’ın merkeze geçmesi sonrası aday oldu. Bence Sabri’nin önünde oynaması gerekir ama akılda tutulsun.
42- Market değeri sakatlık sonrası kadroya girememesi ve geride kötü bir sezon geçirmesine rağmen 5 milyon euro.
43- Çok az sakatlanır. Derdiniz olmasın.
44- Saha içi tanımı: Defansif kenar forvet. Savunması muazzam ve buna rağmen hücumda da iş yapabiliyor diyelim.
TAKTİKSEL AÇIDAN GETİRİLERİ
Bu transfer hamlesinin özeti Galatasaray’da dengeyi sağlayacak olmasıdır. Oyuncunun yeteneklerine odaklanmak yerine takım içerisinde ihtiyaç olana sahip olup olmamasıyla değerlendirilmesi gerekir.
1- Sağ ön kenar olmadığı için Hamza Hoca lüzumundan fazla sistem değişikliğine gitti. Ama aynı zamanda Sneijder-Podolski-Burak’ın birlikteliğinden doğan savunma zaafiyeti ve topun geri kazanılmasının süresinin fazlalaşması Umut gibi ön alanda pres yapan amma velakin sistemi çökerten bir oyuncuyu dahil etmek zorunda kaldı. Sadece bu da değil.. Burak’tan vazgeçemeyen ve Umut’un da defansif özelliklerine ihtiyaçtan kadroya girdiği noktada Sneijder ve Podolski gibi çok etkili gol ayakları da kaleden uzaklaşmış oldular. Dolayısıyla Kevin Greusskreutz’un sağ öne yerleşimi ile beraber Sneijder-Podolski’nin aksine pres yapan, orta açan, gole değil gol attırmaya yönelik, içeriye değil çizgiye doğru oyunu enlemesine açan bir “tamamlayıcı” defansif kenar forvet takıma dahil edildi.
2- Takımın çok kimse farkına varmak istemese de asimetrik hücümu söz konusu. Yani Galatasaray sağdan sağdan geliyor. Bu da Sabri’nin asistleri ve iyi oynuyla beraber sağ kenarı savunması sorunlu bir hale getiriyor. Özellikle 2013 başında Pişçek’in yokluğunda muazzam bir sağ bek performansı göstermiş olan Kevin’in varlığı buradaki sorunu çözecektir. Dahası ister açık ister bek oynasın, Kevin kanadın tamamını kullanır. Bu da çıkan bekinin yerini doldurmak ki Schmelzer de bunu çok iyi başarmıştı.
3- Galatasaray’ın hücumda en büyük kozu Podolski ve Sneijder gibi muazzam iki şutöre sahip olmasıdır. Robben gibi bir adam dahi gelse üçüncü ön alan oyuncusu golü düşünen yapısıyla zarar verecektir. Tamamlayıcı bir oyuncu olarak hem bu ikisinin hücum gücünden çalmayacak ama aynı zamanda bu ikiliye daha fazla etki alanı sağlayacak olmasıyla Kevin Grosskreutz dengeyi sağlayacaktır.
"Merkezde Sneijder ile beraber Podolski’nin sol kenarda varlığı sağ kenar profilinin de hatlarını belirliyor. Sağ ayaklı ve çizgiye inecek özelliklere sahip bir futbolcu oyun çeşitliliğini ve Podolski’nin ikinci forvet rolüne bürünerek atacağı gol adedini artıracak. Kenar ortalarında forvetleşen yapısı ve sezgileriyle attığı gol sayısı bir hayli fazla."
Grosskreutz uzunca bir dönem sol önde oynamış ve içeriye doğru kıvrılmıştır ama sağ ayaklı ve sağ kenarda çizgiye kayacaktır ister istemez zira sol ayağı yok denecek kadar..
5- Yine Galatasaray'da Umut'u zorunlu bir şekilde kadroya sokan takımın ön alanda sürekli baskı yapmasının anahtarı olan topu kaybettiğin anda yapılan o baskının(Gegenpressing) eksik olması ve topun yeniden kazanılma süresinin bir hayli uzun olmasıydı. Kevin ön alanda kaptığı toplarla da etki etmiş ve Klopp futbolunun ilk üç yılında önde muazzam bir baskı üretme makinasına dönüşmüştür. Hem bu açığı kapatır ama aynı zamanda bunu Umut gibi santrfor bölgesinde Sneijder-Podolski'ye zarar verecek şekilde değil de kenar forvet rolüyle bu ikisinin verimliliğini arttıracak şekilde yapacak olmasıdır.
Duglas Kosta.. Müthiş bir giriş yaptı Avrupa Futbol piyasasına. Peki ne yaptı?
-34.2 km hıza ulaştı ki bu onu Bayern'in en hızlı oyuncusu yapıyor.
-Bayern Münih'in bugüne kadar yaptığı 31 ortanın 15'i ona ait. Neredeyse takımın tüzde 50 ortalarını yapan adam.
-9 tane kaleye şut pası verdi ki Vidal ile beraber yine bu alanda en iyisi.
-12 şutu da kalelere kendisi çekti.
-Yüzde 50 ikili mücadeleleri kazanma oranıyla oynadı ve böylesine tekniği güçlü oyuncu için oran bir hayli iyi. Muhtemelen şaktar dönemi bek oynamasının verdiği bir avantaj.
-Oynadığı 3 lig maçının 2'sinde maçın en iyi oyuncusu seçildi.
-3 lig maçında 1 gol 4 asist..
Benim şöyle bir tezim vardı: Lucescu'nun takımından alınan oyuncu her zaman değerinin üzerinde bir görüntüye sahiptir. Oyuncu 20 milyonluksa Lucescu'nun sistemi ile beraber bu rakam 30'a çıkar gibi.. İlk defa Şaktar'dan alınan oyuncu için "değerinin altında fiyat ödenmiş" yorumunu yapıyorum.
Son 5 yılda Ribery-Robben ikilisinin üzerinde yükselen Bayern artık Costa-Müller işbirliği ile anılacak. Her ikisi de gelecek 5 yılda Bayern'e damga vuracak ve Robbery gibi takımın kimliği olacak gibi duruyor..