3 Mart 2012
Hakan Vreskala - Kurdi Nizanım
"İsveçte yaşıyor, İzmir'li. Perküsyon büyücüsü " diye girizgahı vardı Hakan Vreskala'nın Röportajı'nın.. ve şu şarkısının sözlerinin içeriği de şu şekildedir:
“Türk Kürt kardeş falan değil, ayan beyan sevgilidir. Ayıran kalleş değil ancak hayatın tam da kendisidir… Her öpüşmemiz daraltacak, ırkçıya faşiste dünyayı. Kudurup köpürseler bile, keçe kürdamsın böyle biline. Sözleri Şivan Perwer yazdı, Sezen Aksu besteledi bu aşkı…”
Ne denir ki buna şimdi? Büyük Aşk'lar kavgayla başlarmış ve çatışmanın derinliği tutkunun büyüklüğünden olsa gerek.. İki Sevgili'nin arasındaki tutku büyüdükçe huzur azalır. Böyle iki halk aslında nedir artık bilmiyorum ama ihtiyacımız olan ayan beyan bir kardeşlik..
Norwegian Wood!
Öncelikle Kitabın hikayesinden başlayalım.
Yine bir şehir değiştirme esnasında artık yeni insanlardan, "merhaba ben.." demekten yorulduğum bir dönemde birisiyle arkadaş olduk. Nice milletten onca yakın arkadaşım olmuş iken Almanya'da yaşamama rağmen bir Alman'la samimi bir ilişki kuramamıştım hiç, bu ilkti.. Cornelia
Augsburg'daki Üniveristeye gelmeden beş tane Türk kızının ortasına düşmüştüm. Onların arkadaşıydı ve üstelik hepsini görmezden gelip haftada bir sadece bu kızla görüşüyordum Augsburg'un nedendir bilmem biz çıktığımızda sürekli yağmur yağan caddelerinde. Erkek ve Kadın'dan yakın arkadaş olur mu? İmkansız demiyorum ama zor ve geçen onca zamanın sonucunda diyebilirim ki biz bu zoru başarmıştık. Yüzde yüz bir dosthane ilişkiden bahsetmiyorum zira beni ona yaklaştıran yüz hatlarının inanılmaz güzelliği iken aynı şekilde benzer bir şey de onu bana yaklaştırmıştır muhtelemelen. İlerleyen zaman içerisinde biz aslında beraber konuşmaktan keyif alan, benzer ilgi alanlarına sahip iki arkadaş olduk üstelik her ikimizi de en azından o dönemde bağlayan herhangi bir erkek-kız arkadaşı da yoktu. Haftada bir derslerin aynı zamanda bittiği günlerden herhangi birisinde Augsburg'un İstiklal'i olan Maximillian Strasse'ye iner bir cafede laflardık.. Rutinleşmiş olan bu muhabbetlerden öyle keyif alıyordum ki bloga da yazmıştım bunu ve fakat kısa bir süre sonra fazla özel olduğunu düşündüğüm için postu da silmiştim.
İkimiz de Yay Burcu'yduk ve haliyle anlatmayı seviyorduk, anlatıyorduk sürekli. Her ikimizin de doğum günleri birbirlerine yakındı ve her iki doğum gününde de beraber vakit geçirdik. İşte bu sıralarda ben ona o dönem okuduğum Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nin almancasını hediye eder iken henüz almanca ile aramın iyi olmadığını düşünerek o da bana Haruki Murakami'nin "Norwegian Wood" adlı kitabının ingilizcesini hediye etmişti. O benim okuması aslında oldukça güç olan hediye ettiğim kitabı bitirir iken ben onunkisini daha çok "ingilizce" olduğu için biraz okuyup bir kenara atmıştım. Aylar yıllar sonra işte geçen günlerde Türkçesini buldum ve okudum.
Güzel bir kitap seçmiş. Burada da Universitede iki insan sürekli derslerden ayrı kalan vakitte buluşuyor, yemek yiyor ve diğerlerine göre olağan dışı sayılabilecek eylemler gerçekleşiyor. Benim için güzelliği elbette o dönemleri hatırlatması ve biraz da geç okumanın şaşkınlığı.
Yine bir şehir değiştirme esnasında artık yeni insanlardan, "merhaba ben.." demekten yorulduğum bir dönemde birisiyle arkadaş olduk. Nice milletten onca yakın arkadaşım olmuş iken Almanya'da yaşamama rağmen bir Alman'la samimi bir ilişki kuramamıştım hiç, bu ilkti.. Cornelia
Augsburg'daki Üniveristeye gelmeden beş tane Türk kızının ortasına düşmüştüm. Onların arkadaşıydı ve üstelik hepsini görmezden gelip haftada bir sadece bu kızla görüşüyordum Augsburg'un nedendir bilmem biz çıktığımızda sürekli yağmur yağan caddelerinde. Erkek ve Kadın'dan yakın arkadaş olur mu? İmkansız demiyorum ama zor ve geçen onca zamanın sonucunda diyebilirim ki biz bu zoru başarmıştık. Yüzde yüz bir dosthane ilişkiden bahsetmiyorum zira beni ona yaklaştıran yüz hatlarının inanılmaz güzelliği iken aynı şekilde benzer bir şey de onu bana yaklaştırmıştır muhtelemelen. İlerleyen zaman içerisinde biz aslında beraber konuşmaktan keyif alan, benzer ilgi alanlarına sahip iki arkadaş olduk üstelik her ikimizi de en azından o dönemde bağlayan herhangi bir erkek-kız arkadaşı da yoktu. Haftada bir derslerin aynı zamanda bittiği günlerden herhangi birisinde Augsburg'un İstiklal'i olan Maximillian Strasse'ye iner bir cafede laflardık.. Rutinleşmiş olan bu muhabbetlerden öyle keyif alıyordum ki bloga da yazmıştım bunu ve fakat kısa bir süre sonra fazla özel olduğunu düşündüğüm için postu da silmiştim.
İkimiz de Yay Burcu'yduk ve haliyle anlatmayı seviyorduk, anlatıyorduk sürekli. Her ikimizin de doğum günleri birbirlerine yakındı ve her iki doğum gününde de beraber vakit geçirdik. İşte bu sıralarda ben ona o dönem okuduğum Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'nin almancasını hediye eder iken henüz almanca ile aramın iyi olmadığını düşünerek o da bana Haruki Murakami'nin "Norwegian Wood" adlı kitabının ingilizcesini hediye etmişti. O benim okuması aslında oldukça güç olan hediye ettiğim kitabı bitirir iken ben onunkisini daha çok "ingilizce" olduğu için biraz okuyup bir kenara atmıştım. Aylar yıllar sonra işte geçen günlerde Türkçesini buldum ve okudum.
Benim bugün hala beraber olduğum sevgilimi de aynen onun bugün hala beraber olduğu erkek arkadaşını bulma serüvenleri bu konuşmalar esnasında gerçekleşti. Elbette Erkek-Kadın dostluğunun imkansızlığından birisi de sevgililere rağmen beraber vakit geçirmek eskisi kadar kolay olmaması. Buluşmalara bir kere benim bir kere de onun erkek arkadaşı katıldı ve sonrası da gelmedi, olmuyor ve olmaz da.
Güzel bir kitap seçmiş. Burada da Universitede iki insan sürekli derslerden ayrı kalan vakitte buluşuyor, yemek yiyor ve diğerlerine göre olağan dışı sayılabilecek eylemler gerçekleşiyor. Benim için güzelliği elbette o dönemleri hatırlatması ve biraz da geç okumanın şaşkınlığı.
Haruki Murakami'nin bir bakıma Japonya'nın 68 kuşağını da gözler önüne serdiği bu romanını ben çok sevdim. Sallinger'in Çavdar Tarlasındaki Çocuklar'ı gibi diyebiliriz. Üniversiteye yeni başlamış bir capunun ergenlik yıllarının hikayesi ve dilinin samimiyeti sanırım onu Japonya'nın en çok okunan kitabı yapmıştır. Dinlendirir, keyif alırsınız. Bir filmi izler gibi okursunuz lakin böyle düşünenlerin yaptığı 2010 yapımı filmden çok da bir şey beklememizi de hatırlatmak isterim. Film en azından kitabın yarattığı duyguyu hiçbir şekilde vermiyor. Belki de bu güzel romanın en keyifli yanı müzikler ve dünya edebiyatının önemli eserleriyle çok güzel bir şekilde hikayeye yedirmesi, renk katmasıdır. Üstelik bir capundan beklenmedik ölçüde seçimler söz konusu. Kitabın içerisinde geçen onca müzik içerisinde tek bir Japon sanatçısı bulunmuyor keza onlarca kitap arasından da Japon Edebiyatına dair herhangi bir kitap bulunmadığı gibi. Bu da yazarın anne ve babasının Japonya'da Edebiyat hocası olduğunu hatırlayınca sağlam bir isyan gibi duruyor.
O dönemin soluna yönelik bir "samimiyet" eleştirisi de söz konusu ve bu fazlasıyla tanıdık. Univeriste'yi işgal edenlerin çok kısa süre sonra derslere en çok katılım gösteren öğrenciler olması ya da zamanın marksistlerinin bir süre sonra İBM'de filan çalışacağını öngörmek gibi.Marx'ı okuyup anlamak isteyenin anlayamadığını söylemesinin utanç nedeni olmasının absürdlüğü gibi benzer eleştiriler.
İntiharın şekillendirdiği yaşamlar derdim eğer bu kitabın ismini ben koyacak olsaydım eğer. Kitap intihar ile başlayıp intihar ile bitiyor belki ama tüm bu kasvetli havayı dağıtabilcek kadar da neşeli bir dili var.
Bu gibi eserleri ben daha çok yolculuklarda okunması taraftarıyım. Size bir sayfa önceye götürmeyeceği gibi okuduğunuzda algılayamayacağınız tek bir kelime veya cümle de yoktur. Bu bazen benim gibi okuyarak zorlayıp kendi içerisinde bir şeyleri kmıldatma, farkılılaştırma isteği olan insanlarda kitabı yer yer "sıkıcı" yapsa da pek çoklarınız için oldukça keyifli bir dili olan güzel bir roman olacağını düşünüyorum eğer beni dinler ve bu kitabı okursanız.. Bu eser hakkında tek bir cümlelik yorum yapma hakkım olsaydı güzel bir film okumak derdim sanırım. Kitabın arkasında yazan "yoğun erotizm" sosunu ise eğer kitabın arkasına bakmazsanız hissetme şansınız çok fazla yok zira o kadar güzel de yedirilmiştir. Keyifli okumalar..
Sarp Apak - Efulim
Beklediğimin çok üstünde bir performans sergiledi Sarp Apak. Buraya almaluydım bunu zira güzel olduğu kadar içerisinde taşıdığı coşku da performansına ayrı bir tat kattı. Genelde oyunculuğunu çok beğenmediğim gibi gülebildiğim bir adam da değildir ama canlı canlı bir kaç izlediğiniz zaman da kanınız ısınıyor bir şekilde. Hemen hepsi çok büyük emekler veriyorlar ve pek çoklarının aksine hak ediyorlar..
Beyaz Show'da Yalan Dünya kadrosu vardı ve beni en çok şaşırtan İrem Sak oldu. Cidden güzel bir kadın ve bunun yanında sıradışı bir karaktere de sahip. Bunu hemen anlıyorsunuz. Elbette bizim eleman muhtemelen setteydi ve küçük de olsa bir ziyaret gerçekleştirdi (şahsen Bartu filan çıkar diye izlemiştim bu programı)
2 Mart 2012
Football is God!
"Dünyanın bütün büyük takımlarının stadyumlarında maç oynadım ama cehenneme en çok yaklaştığım yer Bombonera'ydı" Romario
Herkes takımını sever ama Buenos Aires'deki kadar değil derler. Ole Bendtzen'in Berlin Futbol Filmeleri Festivalinde sunacağı film "Futbol Tanrı'dır".
İzleyemedim ama film hakkımda okuduklarım beni fazlasıyla heyecanlandırdı. Prix Europa'da Avrupa'nın en iyi belgesel filmi ödülünü almış.
Ablam'ın çocuğunu görmeye altı günlüğüne Almanya'ya gidiyorum ama tam da bu film festivali başladığında ben dönmüş olacağım. Bir süre sonra bu futbol filmlerinin/belgesellerinin hemen hepsini tek tek arşivlemek gerekir..
Edu ve Alves
Bir teknik direktör komisyon alır mı?
Teoride bu mümkün.
Büyük kulüpler senede sadece bonservislere yaklaşık 25-30 milyon avro verebiliyor. Oyuncu maaşlarını da buna eklerseniz rakam bazen 50 milyon avroya ulaşabiliyor. Duruma göre kesinti yüzde 10 ve üzeri olabilir. Yani burada çok net bir 5 milyon avro dışarı akıtılan bir para var oyuncu ve kulübe gidenden hariç. Bu kazancın hangi oyuncunun menajerine gideceğini belirleyen isim ise bizim ülkemizde "genelde" teknik direktör..
Bazen yönetici de olabilir bu. ..derler ya "Hocamız istedi aldık" Bu aslında daha çok yöneticinin belirlediği oyuncu havuzundan teknik adamın seçtikleridir.
Sonuç itibari ile yüksek maaşlı ve bonservisi olan oyuncu alım satımında dönen çok yüksek bir para mevcut. Aşağıdaki Bender's postunun içerisinde geçen Necat Aygün'ün oynadığu maçlarda 1860 München kazanıyor yorumu üzerine Neva şöyle bir yorum bırakmış, oldukça ilginç..
"Benzer bir durum Beşiktaş'ın Julio Alves'inde de var; onun oyuna girdiği hiç bir maçı kaybetmemiş tskım. Hatta Beşiktaş, zamanında Necat'la da sadece 1 maç kaybetmiş.
Bir başka benzer nokta: Daum'un, Necat'ın transferinden komiyson aldığı iddia edilmişti o günlerde; geçen gün birisi de Julio Alves'in, maç başına para alabilsin diye son dakikalarda maçlara sokulduğunu iddia etmiş.
Herhalde iddianın dayanak noktası bu maç kaybetmeme hadisesi: Normalde senin takımına giremeyecek kalibrede bir oyuncuyu, maç başına parasını kazansın diye hangi maçlarda oyunsa sokarsın? Tabii ki kazanmakta olduğun maçlarda."
..içeriği ne olursa olsun Edu ve Alves transferleri doğal bir sonuç değil. Edu'nun Schalke geçmişi ve İnter deplasmanında attığı iki gol sıradan insanları aldatabilir ama biraz araştırma yapan bir insan hali hazırda Edu gibi oyuncuya Magath üzerinden gelen eleştirileri bilmek zorundadır ve elbette böyle bir transfere sonrasında da girişmezdi. Almanlar Magath için en son şunu diyorlardı "Tamam bir yandan güzel işsizlik oranını tek başına düşürüyor ama kulüplere de yazık.." Zira Edu ve Ali Karimi, Christeas" gibi işsiz, talep görmeyen boşta gezen yaşı geçkin oyuncuları transfer etmek normal değildi. Oradaki anormalliği buraya taşımak ise başlı başına..
Berlin vs Bremen
Thomas Schaaf'ın hayatı Werder Bremen çatısı altında geçti. 1972'de girdi kapıdan içeriye henüz çoçuk yaşta.. 1980'de Bremen ikinci Bundesligada oynar iken profesyonel oldu ve Otto Rehhagel'in ikinci kez gelişiyle Birinci Bundesliga'da oynamaya başladı. Rehhagel 14 yıl boyunca Bremen'in başında kalır iken 14 yıl boyunca da Thomas Schaaf onun yönetimi altında futbolculuk kariyerine başladı ve bitirdi. Öyle ilginç gelir ki bana bu.. Şöyle düşünün: Birinci Bundesliga'da 262 maç yapmıştır Thomas Schaaf ve bunun 261'i Otto Rehhagel yönetimi altındadır. Öyle bir adam ki hayatı boyunca tek bir teknik direktör altında çalışıp sadece tek bir takımın oyuncusu ve teknik direktörü olmuş.. Thomas Schaaf bu sene Bremen'de 40.yılını doldurur iken 40 yıllık futbol yaşamını iki kelimeyle özetleyebilirsiniz: Werder Bremen ve Otto Rehhagel...
Şimdi bu ikisi bu hafta sonu karşı karşıya gelecek. Berlin'in en çok yenildiği takımdır Bremen.. Ama artık Hertha Berlin'in kaybetmeye tahammülü yok. Ben Berlin yenilmez diyorum ama tam bir tahmin yapmak gerekirse gollü beraberliktir..
Cumartesi 16:30 Hertha Berlin - Werder Bremen maçı TRT Haber'de!
29 Şubat 2012
Hayatım Futbol #22
Hayatım Futbol'un 22.sayısını Milli Takımlara ayırdık. Ben de Almanya'yı yazdım. Şuradan okuyabilirsiniz ------> ALMANYA
The Other Chelsea
11 Mart 2012'de Berlin'de yapılacak olan "11mm-Fußballfilmfestival" içerisinde gösterime girecek Jakob Preuss filmi. 2011'de Max Ophüls en iyi belgesel ödülünü kazanmış. Şaktar'ı anlatıyor.
Yarım yılı aşkın bir zaman dilimini Şaktar ile geçirmiş yönetmen. Abramovic benzetmesi var ama benim Hoffenheim'daki Hopp ile ayırdığım gibi yönetmen de Ahmetov'u farklılaştırıyor. Hoffenheim da olduğu gibi burada da Ahmetov herhangi bir kulübü değil doğup büyüdüğü kasabanın iflasın eşiğinde olan kulübüne yardım elini uzattığının altını çiziyor. Toplamda 1.5 milyar avro harcamış ve yine Abramovic'in aksine şehirde bu adama tapılıyor. 87 dakikalık bu futbol belgeseli bir şekilde izlenmeli..
Kulüp mü Milli Takım mı ?
Bayern Münih'in en sevilen oyuncularının başında gelirdi Mehmet Scholl. Onu diğerlerinden ayıran ayrıntı elbette başta pek çok büyük takımdan teklif almasına rağmen daha düşük ücret karşılığında dahi olsa Bayern Münih ile sözleşme imzalamasıdır. Burasını bırakmak gerçekten zor bazıları için.. Sagnol ve Lizarazu röportajlarını okuyorum ve her ikisi de Ribery'e mesajn gönderiyor: Tanrı'ya şükretsin ki Bayern gibi bir Aile kulubünün içerisinde yer alıyor yoksa o fahişe skandalı başka bir ülkenin başka bir takımında olsa böyle kolay kurtulamazdı gibi.
Haklılar.. Tam anlamıyla aile bağları güçlü, birlik ve beraberlik kulübüdür Bayern. Oyuncularına sonuna kadar sahip çıkar ve onlardan da aynı şekilde sadakat beklentisi vardır. Burada bu her şeyin üzerindedir aslında..
Mehmet Scholl'u diğerlerinden ayıran bir başka özelliği ise Milli takım ile kimi turnuvalara "sakatlanırım da sezonu Bayern ile kötü geçiririm" korkusu nedeniyle "sakatlığını" bahane edip gitmemesidir. Sözün özü şu ki Mehmet Scholl için her zaman önce Bayern gelmiştir sonra milli takım vesaire..
Konu şimdilik Thomas Müller ve hatta son dönem performansına göre biraz da kaptan Lahm.
Özellikle Hollanda maçındaki Thomas Müller'in harika performansının dört gün sonrasında Bayern formasıyla Dortmund karşısındaki kötü oyunu düşündürmeye başladı. Neden milli takımda böyle iken kulübünde bu kadar iyi değil?
Karl Heinz Rummenigge'ye göre bir Bayern oyuncusu Avrupa Şampiyonası Finali hayalini değil Şampiyonlar Ligi finali hayali kurmalıdır. Milli takımda olduğu kadar Bayern formasıyla da oynamalıdır ve hatta daha fazlası zira maaşını veren burası diyor.
Özellikle kulüp oyuncularının milli takımda sakatlanması üzerine kopan fırtına ilerleyen zamanda daha da fazlalaşacak gibi.
Ben bu postu Sportbild'in içeriği basına net bir şekilde yansımayan Şampiyonlar ligindeki Basel yenilgisi sonrası "Rummenigge" konuşmasına dayandırarak haberleştiriyorum ve fakat Höness'in Robben meselesinde açık bir şekilde Bild'i de suçlamasından sonra Bild tarafının Bayern'e feci de yüklendiğini de görüyorum. Ama şu kesin ki Bayern yönetimi ve hatta taraftarı önce "kulübüm" der sonra milli takım v.s..
28 Şubat 2012
Bender's!
Almanya'ya yeni gelmişim 2004 kışında.. 1860 maçlarını Alianz Arena'da oynuyor. 70 bin kişilik stadyum dolmuyor. Genelde ortalama 40 bin kişi. Her maça gidiyoruz.. O dönem Berkant Göktan da var, GS'daki günlerin hatrına her maçını izliyoruz. İlk o zaman gördüm.. İkisini bir sahada hiç göremedik birisi girer diğeri çıkardı..
Bender kardeşler..
Almanya'nın2006'da efsane bir genç kadrosu vardır. Hannover'de yıldızlaşan Zieler'in Manuel Fischer'in filan olduğu.. Bender kardeşler de buradan ilgi çekti. 1860'da düzenli bir şekilde ikisi oynamasa da her daim geleceğin yıldızı olarak bakıldı ki çok çok iyi futbolcular.
Defansif orta saha. Her ikisinde de fizik maşallah.. Mücadele gücü, teknik ortalama üstü. Yaşları da genç ve istikrarlı..
Birisi Dortmund'a diğeri Leverkusen'e girdi. Ayrımlamak bugün bile çok zor. Leverkusen'deki birazcıcık daha teknik Dortmund'daki birazcıcık daha mücadeleci.. ama toplamda çok kalın farklar yok. Ve şimdi her ikisi de milli oldu.
Löw'e dahi soruyorlar, nasıl ayıracaksın bu ikisini birbirinden.. İkizler öyle ki sadece tip olarak değil oyun stili de hemen hemen birbrinin tıpatıp aynısı gibi. Neyse ki Sven Hannover maçında sakatlanıp milli takımdan affını istemek durumunda kaldı. Şimdi Lars Bender'i göreceğiz Fransa karşısında..
Ne zaman bunları görsem Almanya'daki ilk günlerim aklıma gelir. Berkant'lı 1860 Münih zamanı gelir. Daimi olarak 1860 maçlarına gidip ikinci Bundesligayı yakından takip edip bir başka yolun başlangıcına denk geldiğimiz o günler.. Her ikisi için de çok net bir tanım yapmak gerekirse "kaliteli" ve "güven veren oyun anlayışına" sahip futbolcular diyebiliriz..
27 Şubat 2012
Hepimiz Piçiz!
Öncelikle;bu pankartın üzerine yazı yazan Şair Onur Çaymaz'ın mükemmel yazısı şuradadır.
Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'in de katılım gösterdiği bir eylem. İçerisindeki Pankart bu olur iken atılan sloganlar da şu şekildedir.
"Bozkurt Ogün" "Bozkurt Çatlı" “Bozkurtlar burada Ermeniler nerede”
Sonrasında ise Bakan Şahin şu açıklamayı yapıyor:
"Türk milletinin utanılacak bir tarihi, geçmişi yoktur, Türk miletinin yüreği birdir ama gerektiğinde yumruğu da birdir"
........
Utanma eylemi insanın ahlak anlayışına göre çeşitlilik gösterir. Misal ben kendi ülkemin İçişleri Bakan'ının "Hepiniz Ermenisiniz Hepiniz Piç'siniz" pankartının altında yürüyüş yapmasından utanabilir iken bir başkası bundan gurur duyar. Misal yine ben Türk'ün toprakları altında Türk'ün belirlediği kurallar ve hoş görü ile yaşam süren insanların yaşam içerisinde gördüğü vahşi eylemler karşısında Türk'ün(çoğunluğun) onu sahiplenmesinden "gurur" duyar iken bir başkası bir anlık bir slogan içerisinde Ermeni olmaktan ya da bunu isteyen vatandaşlardan dahi utanabiliyor.
Ne'yden utandığın insanlığınla ilgili bir durumdur.
Maraş,Çorum,Sivas'dan utanmaktan ziyade gurur duyan insanlar var bu ülkede.
Dünyanın herhangi bir yerinde o ülkenin bakanının faşizm rüzgarlarının estirildiği bir eylemde görülmesi çok ciddi çalkantılara neden olabilecek iken bizde bu şekilde geçiştiriliyor. Olağan bir durum bu, Sivas gibi 6-7 Eylül gibi.. Maraş gibi..
Misal ben..
Ülkemizde yaşayan bir Ermeni'nin Türklerin soykırım yaptığını kabul etmemesinin üzerine onur yapıştıran, güzellik ekleyen, buradan Türklere "onur" çıkaran bir Ermeni vatandaşın bunları dile getirmesinden gurur duyuyorum. Böyle insanlık anlayışı olan bir vatandaş yetiştirilmiş olması tek başına benin ülkem adına gurur kaynağıdır. Hrant Dink, Ermeni vatandalşarına sesleniyor:
"Ermenilere de diyorum ki Türklerin hayır bu bir soykırım değildir" sözlerinin üzerinde onur görmeye çalışın, bir onurlu duruş bulmaya çalışın. Nedir o onurlu duruş: Bir Türk olarak ben.. Ben soykırıma karşıyım ırkçılığa karşıyım Sorkıyım allahın beşası bir şey nasıl ya.. benim atalarım böyle bir şey yapamaz çünkü ben yapmam.. Dolayısla burada bir onurlu duruş vardır"
Ve yine ben böyle güzel bir insanın yazdığını algılamaktan aciz mikropların gazete köşelerine farklı şekilde yansıtıp sonucunda hain bir pusuya kurban gidip öldürülmesi karşısında üzülüyorum ama daha da beteri onu öldüren insandan gurur duyanlar arasında benim ülkemin İçişleri Bakan'ın da bulunmasından dolayı da UTANIYORUM!
TFF yeni başkanını arıyor!
Bu yazı Cumartesi akşamı yazılmış olup bugün sabah BirGün gazetesinde yer aldı.
......
Türkiye Futbol Fedarasyonu (TFF) yeni başkanını arıyor ve konum için en uygun aday olarak da yaklaşık 8 yıldır Beşiktaş kulubü başkanlığını yürüten Yıldırım Demirören uygun bulunuyor. Siz de bu fıkraya benim gibi gülmüyorsunuz elbette. Bu ve benzeri çarpıklıkların altında yatan yönetilme sorununa beraber bakalım.
Beş bin kişinin yaşadığı bir kasaba düşünün. Demokrasi ile yönetiliyor olsun ve her iki yılda bir kendilerini yönetecek "yöneticilerin" seçim ile başa geldiğini düşünün. Diğer benzeri demokrasi yapılarından farkı; bu kasabanın yöneticisinin kendisinin belirlediği kurallarla aynı zamanda yargılama yetkisinin de olmasıdır. Beş bin insanın diyelim ki onda dokuzunun pek de sevmediği bir dilenci var. Diğer tarafta ise tüm kasabanın yaptığı çeşitli hizmetlerden dolayı çok sevdiği zengin bir iş adamı olsun. Hikaye bu ya; zengin yardımsever, olur olmaz bir yerde bu dilenciye zarar veriyor. Kurallar bellidir ve fakat o kuralları uygulatacak olan yine de Kasaba'nın başkanıdır. Halkın onda dokuzu sevmediği dilencinin zengin bir yardımsever tarafından feci şekilde tartaklanmasını önemsemiyor. Derdi ise daha çok bu zengin ve aynı zamanda suçlu da olsa kasabaya yardım etmiş/edecek olan insanın herhangi bir ceza almamasıdır.
Kasaba başkanı kararsız kalıyor, ne zengin adamı yargılayabiliyor ne de onu bu suçundan dolayı beraat etmesini sağlayacak yargılamayı gerçekleştirebiliyor. İstifa ediyor görevinden. Kasaba artık kendisine yeni bir başkan seçmek durumunda kalıyor.
Kasaba halkının temsilcileri kapıları tek tek dolaşıyor yönetici olarak seçeceği insanı arıyor. Dertleri istediği kararları hak-hukuk demeden uygulatabilecek herhangi birisi. Yöneticilik becerisi olup da kasabayı gelecek günlere doğru bir şekilde hazırlayacak olanı değil çıkarları gereği gerekirse her türlü adaletsiz yaptırımı uygulatabilecek olan herhangi birisini istiyorlar. Bugün zengin adamın beraati ve belki yarın çok başka bir karar... Sonunda "Kasaba Başkanı" olma hırsının önüne geçemeyen bir insanı bulup aday olarak gösteriyorlar.
Benim için tüm mesele bu kadar basittir.
Şike operasyonu içerisinde ben henüz şu insan suç işlemiş, bu düşürülmelidir gibi kararları verebilecek kadar tatmin olmuş değilim. Fakat bu konuda hükmünü vermiş olduğunu algıladığımız insanların karar almakta bağlı bulunduğu kurumların başındaki insanlarla ters düşmemek adına zorlandığını görüyoruz. TFF, Türk Futbolu'nu değil bu büyük oluşumun içerisinde yer alan insanların "günlük“ çıkarını düşünmek durumunda. Zira, başka şansları bu yapısal sorun nedeniyle yoktur. Bakın bir başka önemsiz gibi gözüken ve fakat sanılanın aksine Türk Futbolu için çok önemli olan ayrıntıya da değinelim.
Uğur Meleke hafta içerisinde muhteşem bir yazı yazdı. Barça'yı Beşiktaş ile kıyasa sokarak alt yapıdaki oyuncuların takımlarında görev alamamasına dair bir analiz yaptı. Sadece Beşiktaş değil pek çok büyük kulübün alt yapısından oyuncu çıkarmak gibi bir zorunluluğu yok. Oysa ben burada Almanya'nın yeni model oyuncuların Fedarasyon'un sorumluluk alarak ülkenin her yerinde açtığı okullarla yetiştirilme konusunda verdiği emeği işledikten sonra tüm bu yeteneklerin lig içerisinde pratik yapması için değiştirilen kararları şu şekilde işlemiştim: "Almanya, yetenekleri keşfedip eğitmenin dışında genç futbolcuların Bundesliga'da oynamaları konusunda kendisini sorumlu kılmıştır. Yabancı futbolcu sayısı kuralı ile başlarda oynansa da sonradan uluslararası rekabete kötü etki edeceğini düşünerek serbest bırakıp bunun yerine rahatlıkla burada da uygulayabileceğimiz şu kuralları getirmiştir."
“Her kulüp kadrosunda en az 12 Alman oyuncu bulundurmak zorundadır”
“Her kulüp 15-21 yaş arasında herhangi bir Alman kulübünün alt yapısında minumum 3 sezon oynarak yetişmiş en az 8 oyuncu kadrosunda bulundurmak zorundadır. Bunların yarısı kulübün kendi altyapısında yetişmiş olmak zorundadır”
Peki Türkiye'de bu durum nasıldır sorusunun cevabını da çok değerli spor yazarı Uğur Meleke'nin yazısından altıntı ile cevaplayalım:
“Aslında her şey, geçmiş TFF yönetimlerinin her geçen yıl altyapı konusundaki yaptırımları yumuşatmasıyla başladı. Şu anda Süper Lig takımlarının 18'lerinde kulüpte iki yıl tescilli oynamış ve 22 yaşından gün almamış tek bir futbolcu olması, sahaya çıkmaları için yeterli (ki maalesef Trabzonspor'un da dahil olduğu bazı kulüpler, bu tek adamı dahi bulamayıp 18'lerine 3 kaleci koymak zorunda kalıyorlar!).”
Tüm bu kararlar TFF tarafından alınıyor. Neye göre? TFF yönetimini "seçen“ kulüplerin başında bulunan zengin iş adamlarının kulüp idare konusunda sorun yaşamaması, daha rahat koşullarda taraftarın gözünü boyayıp başkanlık makamında uzun süre kalabilmelerine göre! Kararlar bu kadar yumuşatılmış olmasına rağmen Trabzonspor gibi üçüncü kaleci kadroya yerleştirip bu gibi "küçük“ sorunlar yaşamaması gerekir. Mesele hep kulüplerin başında bulunan insanların çarpık yönetim biçimlerinin olağan sonuçlarını ortadan kaldırmak!
İlginç Pankart!
Böylesini görmedim.
İnternet ortamında konuşulan bir dedikodu var. Kaiserslautern'in eski oyuncusu -kısa süre önce Frankfurt'a satıldı- Amedick ile antrenör Marco Kurz'un ilişkisi varmış. Bu konuşuluyor filan. Amedick de devre arasında takımdan ayrılınca elbette iyice arttı dedikodunun şiddeti. Peki Mainz taraftarı ne yaptı?
"Bırakın şakayı. Antrenör Kurz Amedick'in karısını götürüyor" pankartı astı.
Eski oyuncu K'lautern başkanı Stefan Kuntz böyle bir saçmalığı ilk defa görüyorum diyor ki haklı.
Robben ve Quaresma!
Geçen hafta medya şampiyonlar liginde teknik adamın çıkışta elini sıkmadığı için Ribery'i eleştirecekti ki araya blogda da bahsettiğim gibi Höness girdi. "Bırakın lan bu geyikleri artık" dedi. Elini sıkmışmış sıkmamışmış.. Galatasaray benzer tepki sonrası başaşağıya doğru gitti. Bayern gitmedi.
Peki ne oldu?
Ribery -izlemediyseniz en azından özetleri izleyin- çok önemli maçı tek başına kazandırdı. Golden sonra da hocasının elini de sıktı vesaire. Ribery performansı ve bunun sonucu eğer çok önemli üç puan varsa burada biraz da oyuncularının arkasında duran bir başkan ve onun çok net bir yönetimi söz konusu.
Şimdi 2-0'a rağmen Robben meselesini gündeme getiriyor. Başta Franz Beckenbauer olmak üzere Robben egoisttir öyle olması gerekir mi gerekmez mi bir sürü tartışma yaşanıldı. Diyor ki Höness:
"Eğer bu son iki-üç haftalık periyotta yaşanılan gerzek RobbenEgoisttir tartışması olmasaydı bugün bu oyuncu da iki üç gol atmıştı. Gerzek diye çevirdim ama aslı şudur "Diese Scheiß-Diskussion"
Bir kenar oyuncusu diyor kenarda başka türlü nasıl etki eder ki? Elbette tek başına alıp gidecek..
Benzer oyun yapılarına göre Quaresma da aynıdır aslında.
Ortada bir pasör vardır her daim. Fernandes ya da Ernst olmadı Necip. İşin olması gereken boyutu nasıldır? Bu pasör belirler, sağa mı atayım yoksa sola mı? Seçin Quaresma olursa hedef bellidir ve genelde beklentileri bu oyuncu karşılar. Kötü gününde mi? o zaman diğer kenarı ya da merkezi kullanırsın.Lakin Beşiktaş'ta Quaresma'nın dışında etkili olan sadece Fernandes-Sivok işbirliğinden oluşan duran top organizasyonu var. diğer türlü ilk tercih eğer boşsa Quaresma oluyor ve bunun da sorumlusu yine bu oyuncu.
Dün Beşiktaş'lı oyuncular topu alıp Quaresma'ya atmak için yırtınıyorlardı.Neden? Galatasaray'ın başka bir yerden atak yemesi mümkün değildi zaten.
Simao, aylardır ofansif anlamda çok bir şey yok ama insanlar o biraz kımıldandığında üzerine iki olumlu eleştiri yerleştirmek için yırtınıyorlar. Aynı şekilde Quaresma üzerinden eleştiri getirmek için de var gücüyle çalışıyor. Diğerine iyi de desen kötü de desen pek para etmiyor çünkü. Sanırsın Simao 500 bin Quaresma 5 milyon alıyor yıllık.. Öyle farklı beklentiler oluşmuş durumda.
Savunma açısından problem yaşasa dahi ona göre bir oyun sistemi içerisinde olabilecek kadar tehlike yaratabilen bir oyuncu. Normal koşullar altında Simao ve Quaresma birbirlerini dengelemesi gerekiyor. Birisinin gününde olmadığında diğer kenar çeşitli set hucumları gerçekleştirecek olmadı bireysel yeteneğini konuşturacak ya da merkezden içeriye girecek ve fakat dün Beşiktaş'ın iyi ya da kötü olsun Quaresma dışında bir tehlike yaratma ihtimali var mıydı ki? Her topu alan onu "keyfinden" değil bir şeyler olacağına inandığından görüyordu.
En azından bu tartışma Türkçeleri olmadığından oyuncuları çok fazla etkilemiyor. Herkes bildiğini okumaya devam ediyor. Beşiktaş'ın sorunu Quaresma'nın bencilliği değil o kötü gününde olduğunda gerek maç içerisinde dahi diğer seçeneklerin biraz daha efektif olmasıdır.
Deisler kenarda oynamayı sevmediğinden bahsederdi zira buranın en büyük handikapı pasöre bağlı bir maç geçirirsin. Xavi derdi "bakıyorum ona mı vereyim buna mı? Üç kez bindiriyor Dani'yi görmem gerekir artık.." Böyledir bu işler. Beşiktaş diğer kenarını da canlandırabilir, maç içerisinde Querasmasız seçenekleri de artırırsa hem bu oyuncu hem de Beşiktaş biraz daha huzur bulur..
Top 10 Gol -Şubat #4-
Çok güzel goller var bu hafta.Geçen arkadaş Juan Arango'nun golü neden yok diyrodu ki bu hafta o da eklenmiş. Hepinize iyi seyirler..
23.Hafta Bundesliga!
Şampiyonlar liginde oyundan çıkarken hocasının elini sıkmadığı için konu edilir iken golden sonra böyle de bir görüntü verdi. Boşverin bu geyikleri diyor Bayern familyası bize.
Robben'in yeteneği bana göre Ribery'den daha fazladır lakin Ribery'nin futbol aklı inanılmaz ve bu artısı nedeniyle Robben'in önüne geçiyor. Schalke maçında iki gol atmasının dışında verdiği gollük pasların akıl dolu oluşudur onu inanılmaz yapan. Tek başına Schalke'yi dağıttı, daha başka bir açıklaması bu maçın yok.Bu sezon onuncu golünü atarak çift haneli rakama ulaştı ki geride bıraktığı dört sezon içerisinde sadece ilk geldiği sezon 11 gol atarak bu barajı aşmıştı. Dahası bu sezon bu üçüncü dublesi. Yine geride bıraktığı sezonlar içerisinde toplamda iki kez duble yaptığını hatırlatalım. Bu sene Bayern'in vurucu gücü Frank Ribery..
Mohammed Zidan. Bundesliga tarihi içerisinde devre arası yapılan transferlerin hiçbirisi bugüne kadar dört maçında dört gol atmayı başaramadı. Bir dönem Klopp'un en sevdiği olan Mainz'da bir başka oynayan Zidan yine kendisini burada buldu. Dört maçta dört gol ki inanılamz.. Mainz da Tuchel ile beraber toplamda en farklı galibiyetini aldı.Üstelik atılan goller öyle organize ki hayran kalıyorsunuz..
Kral Otto ilk maçında yenildi.
Berlin maça çok iyi başladı ve hatta Rafael'in topu çizgiden son anda çıkarıldı. Arkasından bir gol daha kaçınca Berlin'in de tadı tuzu kaçtı. Augsburg hak ederek üç puanı aldı ki bu memleketimin takımı Bundesliga tarihi içerisinde ilk defa üç gol atmayı başardı. Sebebi de Berlin defansı.. Oy anam oy.. Öyle kötü öyle kötü goller yedi ki inanılmaz. Bu hafta beni yanıltan en büyük maç bu oldu.Berlin'in hücum hattı Bundesligaya hayli hayli yeter. İki tane güzel golcüleri var Ramos ve Lasogga gibi.. Bir yanda Rafael diğer tarafta Ebert derken ön taraf çok iyi.. Lakin öyle rezil bir defans var ki lütfen yutuptan yenilen gollere bir bakın.. Freiburg'un da bu hafta defansı döküldü ama bu hepsinden kötüydü.. Rehhagel önce burasını düzeltmeli ve savunmanın hücumun aksine düzelmesi zaman alıyor.
Bu karşılaşmanın sürpriz bir sonuç ile biteceğini düşünmüyor değildim ama alt skorla tamamlanması bana sürpriz oldu. Bremen 15.kez topu direğe nişanladı. Bu sezon Bundesliganın en fazla direğe isabet ettiren takımı.Normal koşullarda Pizarro'nun atacağı goller kaçtı ve sadece maçın son iki dakikasında kaçırılanlar dahi inanılmaz.
Golü atan Alexander Esswein'i çok beğeniyorum. Çok önemli zamanda çok önemli goller atması bir yana bu maç içerisinde Pekhart'a hazırladığı pozisyon var ki inanılmaz. Sol kenarda sürpriz işler yapıyor ve onun da geleceği parlak.. İkinci devrede atılan beş golün dörtdünde bu oyuncunun payı var.1990 doğumlu genç yetenek kesinlikle gelecek vaad edenler arasında..
Skora aldanmayın. Hoffenheim tam anlamıyla Wolfsburg'u deplasmanda dağıttı ki bekleniyordu bu.
Markus Babbel iyi bir teknik direktör. Berlin'den gönderilmesi başarısızlığı nedeniyle değil sözleşmesini uzatmadığı için oluşan tartışma ortamında görevine son verildi. Hoffenheim'a beraberliklerle başladı ve henüz yenilmemiş iken ilk galibiyetini de Hoffenheim deplasmanında aldı. Firmino ilk maçta iki gol atmıştı ve burada da golünü attı.Toplam 6 Bundesliga golünün üçünü Wolfsburg'a attı.. Maç normal koşullarda 1-5 filan bitmeliydi.. Haftaya da rakip kim bilmiyorum ama durdurulması çok zor bu takımın.Ritmi yakalamış..
Dortmund arka arkaya 7.kez galip gelerek kulüp rekorunu egale etti. Bunu 4 kez başardı ve hepsi de Klopp ile gerçekleşti.Henüz daha 8 galibiyet arka arkaya tarihinin hiçbir döneminde almadı. İkinci devrede ilk altı maçını kazanan ikinci takım oldu zira bunu daha önceden 1998/99 sezonunda Bayern başarmıştı. Gladbach evinde 15 maçtır kazanmıyor ve bu da kulübün son 17 yılın en iyisi.Daha da ilginç olanı ise Hamburg 8 maçtır dışarıda kaybetmiyor ve bu da Hambrug'un tarihinin ilki. Köln yine tarihinde ilk olarak yeni yılın evinde oynadığı ilk üç karşılaşmayı kaybetti. Gerçekten bir kriz içerisinde ve Podolski'nin dönüşü de şimdilik onlara yetmemiş gibi duruyor.Ligin herkesi yenebilir ve herkese yenilebilir olup da en dengesiz takımı olan Stuttgart ilk defa bu sezon üst üste iki kez evinde kazanmayı başardı ki Freiburg'un defansif hatalarıdır biraz da skoru şiriren.. Son olarak Ya Konan'ın golünü mutlaka izleyin..
Galatasaray - Beşiktaş 3-2
Muhteşem bir iş çıkarmışlar. Böylesine güzel bir koreografi uzun zamandır görmemiştim. Emeği geçen herkese çok çok teşekkür.
Maçın kısaca yorumlamak gerekirse eğer Selçuk İnan derim. Muhteşem oynadı maç boyunca ve sahada görmediklerimizin dışında topsuz alanda yüzüne de yansıyan o iyi niyeti görüyorsunuz. Sahanın en ucu kale çizgisinde bulunabildiği gibi çizgiden top dahi çıkarabilecek kadar savunmanın derdine düşüyor. Bu çok temiz bir iyi niyet göstergesidir. Dahası top kaptırmadan olması gereken yere onu iletmesi kadar uzun toplardaki başarısı da Galatasaray'ın sezon başından beri beklediğimiz saha içi liderliğini de aldığının göstergesi.Melo'ya golde verdiği pas golün kendisinden daha güzeldi.Maçın oyuncusu Elmander değil tartışmasız Selçuk İnan'dır. İki asistinin dışında oyunu yönlendirme zekası, becerisi kadar doğru yerde bulunma içgüdüsü de aynı şekilde onun en önemli özellikleri arasında yer alıyor.
Selçuk'un yanı sıra özellikle oyun sıkıştığında ortaya çıkan Engin Baytar'ın o liderlik ruhu da önemlidir. Engin öyle bir zamanda ortaya çıkıyor ki artık siz Galatasaray'ın ön alanda sıkıştığını ve pozisyon üretimi konusunda sorun yaşadığını düşünürken o ortaya çıkıyor. Ha topu kaptırdı kaptıracak gibi ilerliyor belki ama önemli olan ayrıntı şudur ki sonuç alıyor.Kendi kalesine gol atmasına rağmen Semih'in formu kadar pek çoklarının umutlarını kestiği Riera'nın da sonradan girip "tekniğini" konuşturması, katkı sağlaması keza yine Galatasaray'ın artılarıdır.
Elmander'in büyük maçların hemen hepsinde gol atması önemli bir ayrıntıdır. Gol atamadığında dahi verimli olan bu oyuncuyu Fatih Terim seçmedi belki ama onun sistemine göre yaratılmış bir forvet tipi.İnsan ister istemez biraz daha genç olsaydı diye hayıflanmıyor değil.
Maç sonrası ekranlarda çeşitli maç yorumlarını dinledim.Hemen herkesin ortak fikri Quaresma'nın bencilliği, kötü oyunu vesaire.
Eğer o Almeida kafayı çaksa ne olurdu? Bakın burası Quaresma'nın dışında gelişen bir olay. Ne olurdu? Sahada üç golü attıran bir oyuncudan bahsedecektik. Deyim yerindeyse tek başına galibiyete götüren oyuncu olacaktı ve o övgüler bir dakika içerisinde kaybolup gitti.
Galatasaray'lıların bu maç içerisinde korktuğum tek isim Quaresma'ydı. Kenara indiğinde yaratacağı tehlike ortada ve kendisinden beklenileni de yaptı. Savunmasına yardım etmiyor, oyun tarzı tek taraflı ve hücum çeşitliliğini azalttığı ölçüde güzel oyuna da damga vuran bir etkisi var ve hepsine katılıyorum. Lakin şu maç içerisinde Beşiktaş'ı neredeyse galibiyete götürecek tek futbolcu Quaresma idi. Dahası kendisinden beklenileni de yapmıştır. Eleştirilmesi son derece doğal ama tüm yükü buraya aktarmak, her derbide attırdığı golleri görmezden gelip tüm sorunu buraya indirgemek çok yanlış olduğu kadar biraz da nankörlük gibi geliyor bana.
Necip'ten beklentiler çok yüksekti ama gerek bu maç gerekse de bundan önceki karşılaşmalarda geleceği adına daha karamsar bakmamı sağlıyor. Onun bölgesi yetenekten çok "oyun zekası" ile ilgilidir. Tavsiyem vaktinin büyük bir kısmını fizik kondisyon ve oyunun mental açıdan nasıl oynaması gerektiğine kafa yormasıdır. Zira yetenek olarak değil ama mental açıdan eksikliği onu geri plana itiyor. Böylesine bir maçta fernandes'in yokluğunda ortaya çıkması gereken oyuncu Necip olmalıydı.
Beşiktaş'ın Fernandes eksikliği kadar Avrupa'da maç yapmasının da sıkıntısı yaşadı. Eskiden bu aşılması gereken bir zorluk iken bugün Türkiye Süper Liginin maç temposu nedeniyle iş çok daha zor bir hal aldı. Carvalhal'ı ben anlıyorum ve haklıdır da eleştirilerinde.. Tüm bu skorlara rağmen Beşiktaş bu sezon bana göre "başarılıdır".
Oldukça keyifli ve güzel bir karşılaşma oldu.
Ece Sükan Benim Bloguma Yakışan Sony VAIO'yu Seçti... Sıra Sende!
Sony, en renkli VAIO serisi için Ece Sükan'la güzel bir işe imza attı. Ünlü moda ikonu Ece Sükan, benim bloguma yakışacak olan rengi belirledi. Blogları tek tek inceleyen Ece Sükan içerik, tasarım ve duruşa göre 6 farklı rengi olan Sony VAIO içinden bana kırmızı VAIO'yu seçti.
Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin…
Bir bumads advertorial içeriğidir.
Ayrıca Facebook üzerinde yapılmış özel bir aplikasyonla Ece Sükan profil fotoğraflarını inceliyor ve sana yakışan Sony VAIO'yu belirliyor. Sen de fotoğrafa tıklayarak Facebook üzerinden VAIO kazanma şansı yakalayabilirsin…
Bir bumads advertorial içeriğidir.
26 Şubat 2012
Babatorik ve Serie A!
Bundesliga yorumları Misli.Com'a olur iken Serie A tahminleri ise Babatorik'e.. Her Pazartesi de BirGün'e olunca blog biraz aksıyor..
Babatorik'in ise farklı bir konumu var. Öncelikle görüntülü ve maç tahminlerinin dışında başka başka videolar da çekiyoruz. Geçen haftaki videoyu aşağıda yayımlamıştık. Bu hafta yine olacak ve her hafta burada yayımlayacağız bir şekilde..
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)