25 Aralık 2015

Ryan Donk'u Nasıl Bilirsiniz?

Benim incelediğim maçlarda  teknik direktör koltuğunda oturan isim Şota Arveladze idi. Saaatler süren Kasımpaşa analizinin ardından iki net sonuca vardım:

1- Şota kötü bir teknik direktör.

2- Ryan Donk sorumsuz bir futbolcu ve kötü bir stoper.


Kasımpaşa’nın yediği goller ve düşük performansı daha çok  oyuncuların rahatlığına, ortamın serbestliğine ve yeterli mücadelenin gösterilmemesine ya da giden bir iki oyuncunun yokluğuna bağlanıyordu. Oysa gerçek neden tam anlamıyla ortada bir savunma felaketi yaşanmasıydı.  Takım “alan savunması” konusunda en temel kuralları dahi uygulamaktan acizdi. Süper Lig’de bunlar olur mu? Tersten bakmak daha doğru. Başakşehir hariç bu savunmayı kusursuz uygulayan takım var mı?  Kasımpaşa ise savunmada problemli bir anlayışa sahip ama aynı zamanda savunma bilgisi "zayıf" olan Donk gibi bir stoperle oynuyordu.  Bu takım neden çok gol  yiyor sorusunun cevabı aslında net bir şekilde ortadaydı.  Takım alan savunması konusunda hem kusurlu hem de beraber hareket etme konusunda beceriksiz. Kasımpaşa'da olan eksikliğin çok daha azı Rizespor'da olduğu zaman Hikmet Karaman hızlı bir şekilde antrenmanlara "kayma" diye kabaca özetlenebilecek olan takımın topu karşılayışı ve alan savunmasını yeniden çalıştırmaya başladı ve hızlı bir şekilde de sonuç aldı. Üstelik idman metotları da gerçekten harikaydı ve hep derim Hikmet Karaman kusursuza yakın bir çalıştırıcı.

Ryan Donk ise diğerlerinin aksine ne duracağı yeri biliyor ne de stoperde olması gereken özelliklere sahip.  Donk çok iyi bir futbolcudur ve fakat stoper mevkisi konusunda gelişim göstermesi gerekir. Size saatlerce uğraşacak bir analiz yapmayacağım zira bunu geçen sene yapmıştım. Geçen sezona dair herhangi bir hafta seçip ileriye doğru gideceğim. Misal daha çok benim mercek altına aldığım 23. haftadan başlayayım.. 

23. HAFTA: Kasımpaşa-Akhisar (2-2 Gol: Bruno)

 Burada yenilen golde temel hata bireysel değil kollekyif. Dörtlü savunmanın dört oyuncusunun birbirlerile ile olan mesafesi 8-10 metre olması gereken yerde çok fazla. Kasımpaşa geçen sezon yediği gollerin büyük bir kısmı bu yanlıştan kaynaklandı.  İki savuma oyuncusu arasından üç şeritli otoban geçirirsiniz, o derece.. Ve işte LuaLua'nın ayağından top çıkmadan önce Donk burada "yerleşim hatası" yapıyor. En büyük problemi "rakibi karşılama" konusundaki eksikliğidir. Derinlik konusunda sıkıntı yaşadığı ve olur olmaz "tek daldığı" için nice goller yedirmiş.. İşin en enteresan detayı "kabak" gibi ortada olan savunma yanlışlarına teknik adamın müdahale etmemiş olmasıdır.

25.HAFTA:  Kasımpaşa-Galatasaray

Umut'un Golü: Aslında bu maçın birinci golünde de Umut'u marke edemeyişi var ama asıl sorun sonrasında yenilen ikinci goldedir. Burada bir savunmacının yapmaması gereken en temel hatayı yapıyor Donk. Daha iyi anlamak için geniş özeti izlemeniz gerekir. Stoper Donk  rakibin on numarasını ORTA SAHAYA kadar takip ederek dörtlü savunma hattında sağlam bir gedik açılmasına sebebiyet veriyor. Oysa yapılması gereken bir yerden sonra markajı defansif orta sahaya devretmektir. "alanı" savunmak gerekir, adamı değil. Sneijder'ı kovalayan Donk'un açtığı boşluktan Hollandalı Yasin'i görüyor ve Galatasaray durumu 2-2'ye getiryor.

Burak'ın Golü: Burada ise "sözde" Burak Yılmaz'ı marke ediyor. Bu maçın birinci golünde de Selçuk'tan önce yine Umut'u marke edemediğini görürsünüz lakin burada Burak Yılmaz'ın markajda iken bu golü atması golcü oyuncunun zekasından çok Donk'un markaj konusundaki eksiliğidir problem.

 26.HAFTA: Gençlerbirliği-Kasımpaşa 5-1

El Kabir'in Golü: Burada kontrolünde olduğu topu kaybedip penaltı yaptırıyor. bu ve benzer topla daha çok oynama isteği nice gedikleri açtı Kasımpaşa'nın başına. Öyle ki yenilen bazı gollerde savunma hep "üçlüdür" zira Donk ortalarda yoktur.. Muhteşem bir gol atarsa toplumun hafızasına daha çok o yapışır ve fakat bunlar görmez..

El Kabir'in 2.Golü: Donk'un en önemli problemlerinden birisi "rakibi karşılama" konusunda alması gereken derinliği belirleyememesidir. Bu maçın ilk golünde de kademeye girerken  oyuncuya yine mesafesini ayarlamıyor. Bu golde ise  ikiye tek kalmasına rağmen "tek dalıp" diğer oyuncuyu boşa çıkarıyor.

 27.HAFTA KASIMPAŞA - BEŞİKTAŞ: 1-5

Mustafa Pektemek'in Golü: Bakın burada kimin marke ettiği oyuncu golü atıyor.

Jose Sosa'nın Golü: Hali hazırda markajdaki oyuncuya gitmesi hata. Hamlesi hatalı ve marke ettiği oyuncunun boşa çıkıp golü atması da kaçınılmaz son.


BONUS:

Khalili'nin golü: Donk'un imzasını taşıyor bu gol.

Wellinton'un golü: Donk'un hediyesi.

Fernandao'nun Golü: Donk marke ediyor.


Bugün haberlerde Jerome Boateng röportajı mevcut. Diyor ki Pep gelir gelmez bana videolar hazırlamış. Daha gelmeden benim hakkımda bütün bilgilere sahipti. Çeşitli hatalarımdan oluşan videoları göstererek neler yapmam ve yapmamam konusunda beni bilgilendirdi ve değişim böyle başladı.

Bilenler bilir, aptalca faul ve olmadık yerde kırmızı kart konusunda Boateng uzmandı. Pep ile beraber öyle bir gelişim gösterdi ki dünyanın en iyi stoperleri arasına girdi. Pep ona süreki "ayakta kalması" gerektiğini ve yerde kayarak mücadeleden kaçınması gerektiğini söylemiş. Sürekli abuk subuk kayarak penaltı yaptıran adam gitti, yerine maç başına ortalaması 7'den bile az ikili mücadeleye giren başka bir Boateng geldi.

Bu gerçeğin farkında olarak kaliteli kumaşa, üst düzey tekniğe sahip Donk gelişebilir mi, sorun burada. İzlemedim ama defansif orta saha konusunda da doğru bir oyuncu olduğu konusunda şüphelerim var. Çünkü kamuoyu ofansif bir oyuncuymuşçasına uzaktan attığı goller, çalımlar gibi aksiyonlarla Donk'u değerlendiriyor. Oysa şunu sormak gerekir: Çok çok iyi bir stoper olmasına rağmen Rıza Çalımbay gelir gelmez neden iki stoper alma ihtiyacı duydu? Neden hemen Donk'u orta sahaya çekti?

Bu kadar kaliteli ayaklara sahip bir oyuncu oyun bilgisinin kusurlu olduğunu söylemek isterim. Kim bilir, Denizli belki Donk'u çok daha üst bir seviyeye çıkarabilir ama alınmadan önce iyi bir analizi yapılması şart..

23 Aralık 2015

LOST IN TRANSLATION



Yazı Fitbol Dergi'sinin Kasım sayısında yayımlanmıştır.

.......

Jose Mourinho’ya 2010 Şampiyonlar Ligi finalini zaferle sonuçlandırdıktan hemen sonra Alman yorumcular “Bundesliga’da bir takım çalıştırmak ister misiniz” sorusunu yöneltti. Dünyanın en başarılı üç teknik direktörü arasında gösterilen Portekizli menajer ise şu yanıtı verdi: “Bir gün Almanca öğrenirsem, neden olmasın”. Hemen arkasından bir araştırma yaparak o dönem Avrupa’nın beş büyük liginde tercüman kullanan teknik direktörlerin listesini çıkardım. Size sonucu açıklıyorum: “sıfır”.   Avrupa’da genel kanı tercüman kullanarak iletişime geçen teknik adamların verimliliklerinden yüzde otuz gibi önemli bir kısmını kaybettikleriydi. Bir zaman önce ligler arası farklılıktan dolayı yabancı bir teknik adam bilgi birikimi ile bu farkı kapatma şansına sahipti. Günümüz bilgi çağında her şeyin bir diğerine pek çok konuda benzediği noktada yüzde otuz farkın kapanması artık çok zor. Milli takımlar ile üst düzey başarı şansı yakalayan bu kariyerli teknik direktörlerin birbaşka ortak paydası ise bizim ülkemizin dışında tercüman kullanarak çalışmış olmamalarıdır.

Jose Mourinho İnter’in teklifini kabul ettikten sonra sadece 3 hafta içerisinde İtalyanca’yı öğrenirken Guardiola ise ilk basın toplantısını almanca yapacak kadar bu konunun önemini kavramıştı. Pek çok ligde kupa kazanan Carlo Ancelotti’nin de İtalyanca, İngilizce ve Fransızca konusunda hünerli olduğunu hatırlatalım. Hamburg’un bir dönem adı geçen Fatih Terim’in ise “dil bilmediği” için anında üzeri çizilmişti. Biz ise teknik direktör seçimlerinde bu detayı atlıyoruz.  Dünyanın en iyi teknik direktörleri “dil sorununu” halletmeden takım çalıştırmayacağını defalarca açıklamasına, beş büyük ligde tercümanla konuşan teknik adamın olmamasına rağmen Türkiye Süper Lig’i takımları teknik direktör seçimlerinde “dil ayrıntısını” hiçbir şekilde gündeme getirmiyorlar. Oysa Mancini ile Prandelli arasındaki en önemli fark birinin diğerinin aksine İngilizce de konuşabiliyor oluşuydu.

Süper Lig’de  son sekiz şampiyon teknik direktörün de yerli olması tesadüf değil, gelişen ve değişen futbolun kaçınılmazı. Benzer şekilde Avrupa’da tercüman kullanarak son on yılda şampiyon olmuş teknik direktör bulmak neredeyse imkansız. Avusturya, İsviçre gibi Almanca’nın konuşulduğu ülkelerde  başarı kazanan teknik adamlar İspanya’ya gitmez. Güney Amerika kıtasında kendisini ispatlayanlar soluğu Premier Lig’de değil ispanyolcanın konuşulduğu La Liga’da alır.. Galler ya da İskoç teknik adamlar Almanya’nın herhangi üst düzey kulübü için aday dahi olamazlar.  Barça ve Real Madrid’den aldığı teklifler sorulduğunda Jürgen Klopp “Almanca dışında İngilizce biliyorum. Almanya dışında sadece Premier Lig’den bir kulüp çalıştırabilirim” cevabını vermişti. Yaptığı ilk basın toplantısında ise başarısız olması durumunda yine Almanca’nın konuşuduğu İsviçre Ligi’ni işaret etmesi tesadüf değildir.
FIFA tarafından yüzyılın teknik direktörü seçilen “Total Futbol” felsefesinin kurucusu Rinus Michels Bundesliga’ya iki kez farklı dönemlerde teknik direktör olarak geldi. Her ikisinde de başarısız adledilip kovuldu. Ara dönemde  Hollanda milli takımı ile 1988’de Avrupa şampiyonu oldu. Öncesinde Köln şampiyona sonrasında ise Leverkusen ile büyük teknik adam başarı yakalayamadı.  Yüzyılın teknik direktörünün değerini Almanlar bilemedi diye bir tartışma açılmadı, bunun yerine daha farklı sonuçlar elde edildi. Dil bir teknik direktörde ne kadar etki eder? Dil bilmeyen bir menajerin kültürel entegrasyonu nasıl olur ve başarı şansı nedir gibi konular irdelendi. Sonuç ise artık Avrupa’nın beş büyük liginin yazılı olmayan kuralıdır: Tercüman kullanan teknik direktör kulüplerde çalışamaz.

Yüzyılın teknik adamı, bugünkü Barça’nın temellerini atmış ve her yerde onur ödülüne layık görülmüş Rinus Michels’i iki kez harcayan Almanlar bir kez olsun “değerini bilemedik” isyanı içerisinde bulunmazken yaşadığı ülke dışında en ufak bir başarısı bulunmayan teknik adamlar konusunda biz ise sürekli “değerini bilemedik” diye hayıflanıyoruz. Bu isyana en çok özne olan teknik adamların başında Joachim Löw gelir. Türkiye futbolu onun değerini bilemedi gerçeğini hepimiz koşulsuz kabul ediyoruz. Peki Almanlar? Fenerbahçe deneyimi sonrası Alman ikinci lig takımlarından Karslruhe’nin başına geçen Joachim Löw oynadığı 18 maçta sadece 1 galibiyet aldığı için kovuldu. Gerçekte 2004 yılında Alman milli takımının başına getirilen Jürgen Klinsmann taktik konusunda yetkin isim olarak yardımcılığına Ralf Rangnick’i düşünmüştü. Rangnick’in kabul etmemesi sonucunda teknik direktörlük kursundan arkadaşı Joachim Löw yardımcı olarak işe başladı. O zamana kadar Joachim Löw’ün değerini ne Türkler ne de Almanlar ne de başka bir millet biliyordu. Vicente Del Bosque ve Luis Aragones’in Türkiye dışında yabancı bir ülkede başarı kazanma şansının olmadığını otoriteler sıklıkla telafuz eder. İşin enteresan tarafı bu iki teknik direktöre ülkesi dışında teklif sunanın sadece Türkiye Süper Ligi takımları olmasıdır. Aynı zamanda ülkedeki baskın büyük kulüplerin başarısına endeksli milli takımlar ile kazanılan kupalar ise bir teknik direktörün kulüp performansı için yeterli veriyi vermeyeceği de aşikar. “Değerini bilemedik” hayıflanmasına konu olan bir diğer teknik adam Frank Rijkaard da benzer şekilde Türkiye sonrası Arabistan’a giderek başarısız denemelerine devam etti.

Futbol değişti, ligler arası mesafeler kısaldı. İdman teknikleri, teknolojik kullanım Avrupa’nın üst düzey kulüplerinde aynılaştı. Çaykur Rizespor’da “analist” olarak çalışırken tek bir tuşla üst düzey takımların idmanlarını izleyebilme şansına sahip olduğumuzu gördüm. 90 dakika içerisinde olan biten her şeyin sayfalarca dökümanlarının yayımlandığı bilgi çağındayız. Türkiye Süper Lig’i Avrupa’ya yakınlaştıkça yabancı teknik direktörün yaşatacağı dezavantajlar giderilemeyecek seviyeye ulaştı. Son büyük yabancı teknik direktör Slaven Bilic’in en zorlandığı bölümün motivasyonun galibiyetteki payının en fazla olduğu şampiyonluğa gidilen son kritik çeyrekte yaşadığını hatırlatmak gerekir. Hırvat çalıştıcı maç sonu taktiksel başarısızlıktan ziyade bu maça oyuncularını hazırlayamadığı özeleştirisini yapıyordu. Dilbilmezlik, yaşadığınız coğrafyaya kültürel uzaklığı doğurduğu kadar futbolcu psikolojisine uzaklıkla beraber maçın asıl unsuru olan oyuncuya psikolojik olarak dokunmanızı güçleştirir.

Ne Cesare Prandelli Hamza Hamzaoğlu’ndan daha iyi bir teknik adam ne de Ertuğrul Sağlam yarıştığı diğer yabancı teknik adamlardan daha iyi olduğu için şampiyon oldu. Diğer açıdan Slaven Bilic Türkiye’de performansının yüzde otuzunu dışarıda bırakarak yarışmaya dahil oldu da diyebiliriz. Pep Guardiola’nın altı ayda Almanca’yı, dil benzerliği nedeniyle Jose Mourinho’nun 3 haftada İtalyancayı öğrenmesi başarılarının kilit noktası olduğu kadar teknik direktör seçimlerinde neye bakılması gerektiğinin de altını çizer.


Herhangi bir kulübün önünde Cesare Prandelli seçeneği duruyorsa bakılacak ilk nokta 2012 Avrupa Şampiyonluğu’ndaki başarısından ziyade kaç dil bildiği “artık” olmalıdır. Almanlar, İtalyanlar, İngilizler, İspanyollar bu şekilde bakıyor, buna göre değer biçip seçim yapıyorlar.  Teknik adamların kişisel kariyerlerinin dahi önüne konuyor bu ayrıntı. Öyle ki seçimlerinde şıklardan birisi Jose Mourinho dahi olsa bu bariyeri gözetmeden yapmıyorlar. Sadece italyanca konuşan Prandelli ile geçirilen zaman içerisinde Wesley Sneijder’in demeci önemlidir “Soyunma odası arı kovanı gibiydi. Bir cümle on dile çevriliyor, kimse bir şey anlamıyordu”.  İspanya, Almanya dışında başarısı olmayan Löw’lerin, Del Bosque’lerin Türkiye değerini fazlasıyla bildi ve fakat Türkiye koşulları içerisinde başarı sağlayamayacağını öngöremediler.  “Değerini bilememek” deyimi daha çok yüzde otuz kayıpla yarışmayı son ana kadar götüren Slaven Bilic için geçerlidir diyebiliriz. Beş büyük ligin yanı sıra bütün büyük teknik adamların gözettiği bu kriter nice başarısızlığın arkasındaki asıl unsurdur. Gelişen ve değişen modern futbol içerisinde takımlar arası farklar minimalize edildi. Artık yabancı bir teknik direktörün sahip olduğu dezavantajı giderecek fark kalmamıştır. “Değerlerini bilemedik” diye hayıflandığımız teknik adamların tercüman kullanarak başka herhangi bir yerde başarı yakalamış mı diye bakarsak gerçekten hayıflanmamız gereken noktayı görebiliriz.

....................

Yazı sonrası çok fazla geri dönüş oldu. Birkaçını buradan cevaplayayım..

-Oyuncuların büyük çoğunluğu yabancı dil konuşuyorsa, sorun biter mi?

Burada örneği geçse de konunun özü sadece  futbolcu- teknik direktör ilişkisi değildir. Beraber yaşam süren bir kabile düşünün. Bunlardan sadece 25'i futbolcu. Gazetecisi, yöneticisi, basını, çaycısı, halkı, yerel gündemi ve kulübün kendisine has iç işleyisi v.s. Tüm bu kargaşa içerisinde teknik adam yaklaşık 100 kişinin idarecisidir. O çok duyduğunuz ama pek de anlamadığınız "Florya'da düzeni sağladı" cümlesinin içeriğidir aslında burada bahsedilen. Yabancı bir teknik direktörde bütün iş arkasındaki iş bitiriciye kalıyor. bu ya bir  yönetici  olur ya da yalnız bırakılmışsa onun tercümanı.. Sıklıkla  n yakınında aynı dili bilen yönetici. Bu adam çok başarılıysa, teknik adam potansiyelini kulübe yansıtır ama bu bir risktir.

Çaykur Rizespor kulübünün içerisinde altı ay vakit geçirdim.  Böyle bir deneyim yaşamadan önce saha içi taktiği başarının asıl unsuru olarak en tepeye yazardım. O zaman da bu yazı sadece futbolcu-teknik direktör ilişkisinde dilin önemi olarak vucut bulurdu. Hayır, öyle değil. Küçük bir kasabanın yöneticisinin dil bilmediğini, o kasabanın kültürüne yabancı olduğunu düşünürseniz daha iyi anlaşılabilir. 

-Avrupa'da tercüman kullanan teknik direktör bugün var mı?

Tek tük denemeler hala oluyor. Bundesliga'da en son 6 yıl önce Steve McClaren gelmişti Wolfsburg'a. İngilizce biliyordu ama ömrü sadece 6 ay sürdü. İspanya'ya giden ingilizlerin de ömrü çok uzun olmuyor hızlı bir şekilde dil öğrenmek için çaba sarfetseler de.. En son Gary Neuville sabah 6'da kendisine dil öğretecek hoca arayışı içerisindeydi. Ancelotti Rummenigge il telefonda Almanca konuşmaya daha şimdiden başlamış gibi.. Oysa Avrupa kültürü yine de birbirlerine yakın. Burada işleri çok daha zor..