Tomas Tuchel'in bu yarım saate yakın konuşmasını "kabaca" çevirdim. Bire bir aynı olmasına özen gösterdim ama daha çok içeriği yansıtma derdindeydim. Bunu bazen başka kelimelerle ama sıklıkla da onun cümleleriyle yaptım.
Övgü veya yergiden ziyade aday teknik direktörü tanımak için..
RULE BREAKER
RULE BREAKER
Burada tecrübelerimi sizinle paylaşacağım için oldukça mutlu olduğumu söylemeliyim her şeyden önce.
Öncelikle beni antrenör olarak takımın başına Christian Heidel getirdi. Tek bir resmi maç dahi Bundesligada ne oyuncu olarak oynamış ne de antrenör olarak takım çalıştırmamış olduğum halde böyle cesur bir karar vererek benim meslek hayatımı başlatmış oldu. Dolayısıyla ilk "Rulebreaker" burada menajerimiz Heidel oluyor. Ben takımı ikinci ligden birinci lige çıkaran teknik direktörün kovulmasının arkasından geldim. orada mesele sonuçlar değil daha çok futbola olan temel yaklaşım konusunda problemler olmasıydı. Neyse hikaye böyle bir şekile başlamış oldu.
Salı günü ilk defa bir Bundesliga takımını çalıştırmak üzere göreve başladım. Cumartesi günü de Bayer Leverkusen'e karşı ilk resmi maçımı oynamak zorundaydım. Ne bir hazırlık kampı ne de beraber geçirdiğimiz günler vardı oyuncularla. Salı günü ilk antrenaman. Cumartesi günü ilk maç. Takım öncesinde kupada dördüncü lig takımına elenmiş olduğunu da düşünürsek "isimsiz bir teknik direktör" için ideal bir ortam vardı. (gülüyor) İlk gün kısa bir antrenman yaptıktan sonra iki günlüğüne basından ve her şeyden uzak 100 km uzaklıkta bir otele gidip orada çalışacak aynı zamanda takımla da tanışmış olacaktık. Ben sadece 1 yıldır u19'un antrenörü olarak kulüpteydim.(U19 ile şampiyon oldu geldi) Pek çoğunu sima olarak biliyordum ama kimseyi gerçekte tanımıyordum.
Çarşamba günü başladık işe.
Takımla ilk buluşmamız antrenman öncesi kahve-pasta arası yaparken ben elimde tahtayla bundan sonraki süreçte geçerli olacak olan kuralları yazmak üzere hazırlıyordum kendimi. Bir süre sonra bu kuralların ne olduğunu da söyleyeceğim. Öğleden sonraki antrenman uzun değildi ve 19:30'da akşam yemeği vardı. Gergindim. Yardımcı antrenörüm yok daha. Tek başıma orada öylece duruyordum. Daha 2 gün önce gençleri çalıştırıyor ve aslında her şey olağan bir şekilde ilerlerken birden kendimi burada buldum. Öyle ki takımda yer alan bazı oyuncular benden yaşça daha büyüktü.
Ben yemeğe 10 dakika erken geldim ama karşımdan gelerek çıkanlar oluyordu. Bazıları uzun süredir orada vakit geçirmiş olmalı ki yemeğin sonuna gelirken bazıları ise yemeğe yeni başlıyordu. Yemek bittiğinde hızlı bir şekilde şunu söyledim: Yarın antrenman sonrası 12:30'da herkes yemeğe ben "afiyet olsun" deyince aynı anda başlayacak. Herkes tam 12:30'da orada olacak ne erken ne de geç.. Kural 1..
Perşembe günü herkes tam zamanında oradaydı. "Afiyet olsun" dedim ve yemek başladı. Şimdi düşünün bir Bundesliga takımı ve muazzam bir servis var. Birinci çorba, ikinci çorba ana yemek ara yemek, etidir, balığıdır, çeşit çeşit tatlısıdır.. Profesyonel bir takımın ne ihtiyacı varsa orada vardı. Ben daha çorbamı bitirmeden takımın yarısının yemek masasından kalktığını gördüm. Tatlılar, onlar bunlar her şey masada duruyor, orada iki kişi kalmış diğer masada üç kişi. Tamam ben düne kadar U19 antrenörüydüm ama yine bu böyle gidemezdi.
Cuma günü evimizde oynadığımız her maçta olduğu gibi bir gün öncesinden otele gidiyoruz. Orada da yemek var. 19:30'da hepimiz buluşacağız. Onlara bu sefer şöyle dedim: "Bu benim daha üçüncü günüm ve bir kez daha size yemek hakkında bir şeyler söylemek hoş değil ama sizden bir ricam daha olacak. Daha önceden söylediğim gibi herkes tam zamanında yemeğe başlayacak ve ilk 20 dakika da beraber olacağız yemek masasında. Kimse kalkmayacak." Herkes kabul etti. Ve inanır mısınız o gün yemekten sonra takım 40-45 dakika masadan kalkmadı. 18 kişiyiz ve iki tane 9 kişilik masa var. Herkes öyle bir isteğim olmamasına rağmen son kişinin yemeği bitirmesini bekledi ve ondan sonra masadan kalktı ve bu beni çok mutlu etti. Diğerine saygı, beraber konuşma, fikir alışverişi, bütünlük, takımdaşlık duygusu vesaire. Her şey çok başka olmaya daha o yemek masasında başlamıştı. Takım olmak, bu duygu her şeyin başında gelir.
FARKLI DİZİLİŞLERLE SAHADA YER ALMA
Bütün yorumcular özellikle ilk yılımızda her maça farklı dizilişle çıktığımızı dile getirdiler. Peki bu neden böyle oldu? Diziliş kalecinin dışında kalan 10 oyuncunun sahada geometrik olarak farklı şekilde yer alması. Klasik 4-4-2.. Baklava 4-4-2.. 3-5-2.. 4-3-3 v.s. O zamana kadar olan yaklaşık 7 yıllık antrenörlük deneyimi içerisinde bana her yerde öğretilen bir sistemi takıma inşa ettikten sonra zamanla otomatizasyonunu artırarak bunu en iyi seviyeye getirmem gerektiği olmuştu. Farklı dizilişler ve sistemlerle sahada yer almamız öncesinde aldığımız bir karardan ziyade koşulların bizi götürdüğü yer oldu. Antrenör ekibimle beraber bu takımın diğerleriyle rekabet edecek seviyede olmadığını, kadro kalitesi, taktiksel içerik, bireysel oyuncu kalitesi, takımdaşlık duygusu açısından takımın fazlasıyla sorunlu olduğu konusunda hem fikir olmuştuk. Biz diğer takımlarla baş edecek güçte değildik.
Kısaca yetersizdik her konuda..
Bu durumda hızlı bir çözüm üretmeliydik, maçlar başladı vakit yok. Rakip analizi, rakip analizi, rakip analizi.. DVD'leri ileri sar, geri sar, ileri sar, geri sar, ordan kes, burdan kes.. Ve en sonunda çözüm olarak rakibin dizilişinin sahadaki yansıması olmaya karar verdik. Bu 4-4-2 olduğunda sorun değil, biz de 4-4-2 oynuyorduk. Ama mesela 4-2-3-1'de biz en iyi 4-1-4- Neden? Bu şekilde top rakipte olduğunda savunma nereye doğru koşacağını kolayca algılayabiliyor oldu. Bu rakibin dizilimin kendi sahamızdaki yansıması oyuncuların işlerini kolaylaştırdı. Saha içerisinde düşünmeden doğru bir şekilde hareket etmenin bir yoluydu onlar için. İçgüdüsel olarak hareket edip savunma yapabilecekleri bir sistemin sonuçlarıydı her maça farklı taktikle çıkma zorunluluğu. Rahatsız edici olmak ve doğru bir savunma yapmak için bu yol tercih edildi. Bu bir konseptti aslında. Maçın onuncu saniyesinde şimdi kim buna saldıracak, ben nereye koşacağım, ben mi sen mi dersen.. hoop geç kalındı bile. Bundesliga seviyesinde o kadar düşünmeye vaktiniz yok. Bu gibi ikilemlere oyuncuları düşürmeden kolayca saha içerisinde doğruyu bulmaları için düşünülmüş bir yoldu her maça rakibin sahadaki yansımasının karşılığı olarak dizilmek. Bir noktadan sonra bu çok farklı sistemleri oynayabilmenin rahatlığına kavuşturdu ve bu durumubu sefer de ben avantaja çevirdim. Bunun rahatlığı ile planlar yaptım.
Elbette antrenmanlarda da çok şeyi değiştirdik..
Bundesliga maçlarında sıklıkla merkez kalabalık olur, iyi bir şekilde tutulur ve takımlar mümkün mertebe topu hızlıca kenara taşımak isterler. Ve benim takımım da hızlı bir şekilde kenara topu atıp çizgiden yerden ileriye doğru gitmek istiyordu. Bu bizim için kesinlikle doğru bir yöntem değildi. Kolay olduğunu söyleyebiliriz. Alırım topu, önümdeki çizgiden hücum oyuncusuna aktarıp gerisine karışmam? Biz ne yaptık? Diyagonal uzun oynamak için şartları zorladık. Nasıl? Antrenman sahalarında kale boyunu küçültüp beşgenler içerisinde takımı çalıştırdık. Yani çalıştığımız antrenman sahası içerisinde çizgiye inen zorunlu olarak diyagonal oynaması gerekecek şekilde sahaları farklılaştırdık. Çünkü bizim temel ilkemiz öne doğru diyagonal oynamak oldu. Mainz'ın o günden bugüne kadar taviz vermediği oyun felsefesidir.
Katı bir şekilde davranmadık. Baklava dilimi şeklinde olan sahanın içerisinde antrenör ekibimle beraber oyunculara nasıl çözüm bulacağı konusunda yardımcı olmaya çalıştık. Bu benim antrene etme yöntemimimi de değiştirdi elbette. Mesela elimde düdük, ileriye uzun diyagonal pas olmadığında oyunu durdurmadım. "Ben sana böyle pası atacaksın" diye oyunu kesip çıkışmadım. Hayır.. sahayı farklı şekilde kesip biçtikten sonra o alanda oyuncunun nasıl çözüm bulması konusunda yardımcı olmaya çalıştık bir şeyleri zorla dikte etmekten ziyade. Ben oyuncunun o alanda kendisine nasıl çözüm bulduğunu gözlemleyip gerekirse ona çözüm bulma konusunda yardımcı oluyordum. Oyuncunun problemi çözmede yardımcısı oluyorsun bir şeyleri yapıp yapmadığının kontrolcüsü olmak yerine.
Çok fazla tekrar yapıyoruz antrenmanlarda belki ama daha çok kendimizin belirlediği planı uyguluyorduk. Pas-pas-pas ve orta gibi antrenmanları hiç yapmadık mesela. 3 ay bunu 3 ay bunu çalışacağız gibi bölümlere ayırmadan bir bütün halinde her şeyi her zaman her gün çalıştık. Biz olabildiğince daraltılmış ve farklılaştırılmış sahalarda sürekli çalıştık. Daire biçiminde sahalardan 18 metre eni 75 metre boyu olan sahalara kadar çeşitli geometrik şekillerde çalıştık ama bugüne kadar bir kez olsun normal bir sahada 11'e 11 antrenman yapmadık. Çünkü birinci hedefim Cumartesi oynanacak olan maçın kopyasını hafta içerisinde oyunculara çalıştırmak oldu. Antrenör ekibimle beraber sayısız kez koşullara göre bizim belirlediğimiz çözümleri tekrar ettirerek maça hazırlandık. Mümkün mertebe oyuncuların sahada bulduğumuz çözüme maç içerisinde aşina olmasını sağlamaya çalıştık. Biz antrenör ekibi olarak "Rulebreaker" (kural yıkıcı) olduk ama böyle olduğunu bilmeden. Hedefimiz hep şu oldu: Bu eksikliğimizi, yetersizliği giderecek çözüm nedir? Bize ne yardım edebilir?
Her maç öncesi yayıncı kuruluşun mikrofonu önüme uzatmasından hep ürktüm. Her seferinde "Herr Tuchel, yine geçen kadronuzdan 6 kişinin yerleri farklılaşmış" dediği anda ben "Ne? 6 kişiyi mi değiştirmişim?" Farkında bile değilim, ben o an en iyi çözümü bulduğumu düşünüyorum sadece.. İkinci sezonda üst üste ligin ilk 7 haftasında galibiyet alıp rekor kırdığımız dönemin dördüncü maçında Bremen'e karşı aynı şekilde tüm hafta hazırlandık. Kim oynamalı, zayıf tarafı neresi, hangi oyuncu verimli olur gibi her şeyi halledip maça saatler kala menajer yanıma geldi. Eleştirel bir şekilde değil oldukça iyi niyetli bir tavırla "Yine 4 kişi değişmiş kadrodan. Sanırım Mainz'daki herhangi bir taraftar bile bu hafta kimin oynayacağını ve takımı ne şekilde sahaya çıkacağını bilmiyordur" Ne? Yarımdıcıma dönüp 4 oyuncuyu mu değiştirmişiz yine dedim. Bu değişilikler işin bir ayrıntısı. Farkında bile değiliz. Belki dışarıdan görünen bu ama gerçekte biz rakibi en iyi hangi kadro karşılar onun peşinde olduk.
Bakın u15, u17, u19 maçları söz konusu olursa belki antrenörün öne çıkıp belirleyici olduğu yerlerdir ama bu seviyedeki futbolda oyuncular bu oyunun asli faktörüdür. Antrnörler ise oyunculara hizmet eder sadece. Bizim temel görevimiz bu oyunun gerçek aktörleri olan oyunculara "hizmet" etmek. Bu yüzden Mainz'da oyuncularımın bu sorumluluğu tam bir bilinç ile almalarını isterken onları yalnız bırakmayıp yanlarında bir destekçisi olarak her zaman yer aldık.
Kurallar koydum. Bu benimle takımın beraber yaşaması için geçerli olan kuralları her geçen gün geliştirdik. Bu kurallar oyuncuların yazılı olarak her gün göreceği şekilde duvarlarda asılıydı. Mesela bunlardan birisi nasıl birbirimize selam vereceğimiz konusunu içeriyordu. Biz oyuncularla birbirlerimizin gözlerine bakıp mutlaka ve mutlaka tokalaşarak selamlaşıyoruz. Bu öncelikle antrenörden başlar. "haa tamam selam" şeklinde değil. Elini sıkıp gözlerine bakarken antrenörün tavırlarıyla oyuncuyla beraber çalışmaktan alacağı hazzı karşı tarafa iletmeli. Takım arkadaşının konuşurken/selamlaşırken gözlerine bakmak, elini sıkmak bir kuraldır.
Ben ilk yılımda Mainz ile 9. oldum. Bu kulubün tüm zamanlarda elde ettiği en iyi derecesi oldu. Ve hepinizin tanıdığı o uzmanlar hemen başladı konuşmaya "Birinci lige çıkmış takımın en zor sezonu ikinci senesidir." Tamam.. İkinci senede Bundesliganın en iyi başlangıç rekorunu kırdık, ilk 7 maçı da kazandık. Ve sezonu da 5. bitirdik. Tabi ki bu da yine kulüp rekoru oldu ve Avrupa Ligi'ne gittik.
3. sene ise takımda yıldız üç oyuncu satıldı, takımın en etkili iki oyuncusu yarım sezonu sakat geçirdi 10 tane yeni oyuncu geldi ve yeni bir grup oldu. Pek kimsenin tanımadığı Rumen takımına karşı Avrupa Ligi elemelerini 46'ya 4 şutlarda üstün olduğumuz bir maçta penaltılarla kaybettik. O gün uçaktaki görüntüyü hiç unutamam. Ben takımı bu kadar bitkin ilk defa görüyordum.Perşembe akşamı oyuncular çökmüş ama cumartesi öğlen ise Bundesliga maçımız vardı. Cuma günü herkes video analizini bekliyordu, neyi doğru neyi yanlış yaptığımızı anlatmamı, göstermemi.. Hepsini video odasına toplayıp onlara dünyanın belki de en iyi takım oyuncusu olan Michael Jordan'ın şu sözlerini okudum:
"Ben kariyerimde 900 atışı kaçırdım. Yaklaşık 300 maç kaybettim. 26 kez maçın sonucunu belirleyecek olan atışı kaçırdım. Hayatımda yine ve yeniden sürekli kaybettiğim için bu kadar çok başarılı oldum" Michael Jordan..
Bunu okuyup duvara astım, Michael Jordan görüntüleri eşliğinde oyuncularıma okudum. Bu acılar, yenilgiler, sizi başarıya götüren yolun taşlarıdır. Cuma öğendi. Ve biz sadece 1 gün sonra Cumartesi öğlen yeni stadımızda Bayer Leverkusen'i 2-0 yendik.
O sezon geçirdiğim en kötü yıl oldu ve daha da önemlisi artık biz lig beşinciliğine göre değerlendiriliyorduk. Geçen haftaya kadar Bayern Münih'e karşı pozitif bilançosu olan tek takımdık, buna göre değerlendiriliyorduk. Bundesliga'da herkesi en az bir kez yenmeyi başardık. Daha da önemlisi biz hangi takımla oynarsak oynayalım, en güçlü ve formda takımı dahi yenebileceğimiz artık bekliyorlardı ve bizi hep lig beşinciliğine göre değerlendirdiler. Bu bir açıdan sizin "değerinizi" görme adına olumlu olsa da oyuncular bunu kaldıramadı. Olağan bir durum "kötü performans" olarak görülmeye de başlanmıştı. Başarı oyuncuların sırtında taşıyacağı yük olmaya başladı.
Unutmak.. Son söz olarak.. Tezim şudur ki: Bana göre erişilmiş başarıyı unutmak yaşanılmış mağlubiyeti/başarısızlığı unutmaktan çok çok daha önemlidir.