23 Mayıs 2013

İçimde Yılgın Rüzgarların..



Eski şarkı bu çok..  O yıllara da dönelim ama ben size babamı anlatayım biraz.

Yazları giderdim Almanya’ya. Üç ay. İlkokul 2’de başladım lise sona kadar düzenli bir şekilde gidiyordum.

İlk defa havuzu orada gördüm. İlk defa olmasa da uzun sürecek olan çocukluk aşkı da orada başladı. Sarışın bir Alman kızı. Bizim kasabanın çocuklarının tamamı yine bu kıza kesik. Bizim kaçma şansımız yoktu pek, biz de olduk. O değil de Almanca bilmiyorum. Hani olsa bir ilişki nasıl devam edecek, en ufak bir fikrim yok. Aşkın dili vardır diyerek çok fazla düşünmezdik.

 Özellikle havuz.. Küçük bir cemaat, konuşmasan da her gün buraya gittiğin vakit kasabanın yarısını tanıyordun, gözün aşina oluyordu bir şekilde.  Üstelik bu kızın ailesi havuzdaki büfeyi işletiyor. Bazen annesinin yerine bu da bakıyor müşterilere ve ben oraya iki dönüm tarla parasını bu yüzden yatırmıştım. Jelibonlar vardı, seçiyordun ve bu sayede daha fazla vakit geçirip az biraz da ilişki kuruyorduk çat pat bile olmayan almancamla..  Üzerinde şekerler olan jelibonlardan nefret etmiştim ama işte..

Platonik aşkın kibirle karışık olağan duygusu şudur ki o kız da zaten size aşıktır ama açılamıyordur bir türlü. İki eski sevgili de zaten hep birbirlerini unutamamıştır geyiğinin biraz benzeri. İçten içe buna ilginç bir şekilde inanırsınız.  Ben o kadar abartıyorum ki olduğum bölgeye tesadüfen geldiği vakit “dur şuna kesik olmadığımı anlasın” diye o bölgeden uzaklaşıyordum.  Gerizekalı diyeceksiniz ama hakkaten akıl yoktu bu tek taraflı çekilen eziyetin içerisinde. Oysa bir gün olsun bana özel bir bakış, ayrıntı, yaklaşım filan görmemiştim ama eli kulağındaydı, bekliyordum.

İki havuz var. Birisinin boyu sıfırdan başlayıp 1.50’ye kadar gidiyordu. Şimdi bu o çocuk boyumuza “derin” diyebileceğimiz kısmındaydı ve ben tam da onun önünden havuzun ortasına doğru yol alırken kesinlikle emindim, bana bakıyordu. Havuzun kenarından ortasına doğru olan yürüyüşümde öyle bir hava vardı ki görmeniz gerekirdi. Kenardan yürürken aniden hızlandım ve ortalarda bir yerde çivileme havuza atladım. Hava atıyorduk, en büyük havamız da buydu.

Küt!

Beyin içeride sarsıldı, betona kafayı geçirdim ama kendime geldim suyun altında. Havuzun ortasından çekilmiş bir ip vardı. Ona tutunmasaydım karizma çizilebilirdi de. Yine de bir çıkışım vardı yukarıya doğru..  Saçlarla suyu attırdım şöyle.. Ayağa kalkınca su şortumun altına geliyor ama daha havalı yürümeye başladım. Havuzun derinliklerine doğru giderken kızın bana baktığını gördüm.

Hiç yüz vermedim.

Daha da beter bakmaya, gözünü benden ayırmamaya başladı.

“Olur öyle güzelim, güzele kim bakmaz ki” havasında ona doğru ama ona bakmayarak ilerledim.
Yalnız o değil yanındaki kızlar da bakıyor, gözlerini dikmiş benden alamıyor, konuşmak için fırsat yaratma peşindeler. Bana doğru bir şeyler söyledi söyleyecek. Herhalde arkadaşları gelecek, bu bizim kız senden hoşlanıyor ama açılamıyor filan diyecek.

 Buna inanmıştım bir şekilde..

Kız bana doğru geliyor, benim o gerizekalı aşık çocuk tavrım ise kızdan kaçıyor derken kuzenimi gördüm.

O da bana bakıyor.

Çevremdeki herkes bana bakıyor

Lan ne oluyor derken anladım.

35 cmlik havuza çivileme atlayınca kafa yarılmış, kanlar alnıma doğru akmaya başlamış. Kuzenim gelip haber verince havuzun güvenliğine giderken yaşadığım hayal kırıklığını anlatamam.

Çok az kalmıştı be çok az..

Yurtta da bir kere kafayı yarmıştım ben.  Mahallenin çocuklarıyla kavga etmiş, biraz hırpalanmış olan çocuğun metrelerce uzaktan attığı taş kafama isabet etmiş ve bu şekilde dikişlerle tanışmıştım. Beni götürdüler, ayakta acıdan öldürürken kafama dikiş atıp yurda geri postalamışlardı.

 Oysa burada?

Beni hemen sedyeye yatırdılar. O kadar filmlerde gördük, demek böyleymiş dedim içimden.  İçeride ilk müdahale yapılırken başımda dört insan! Sonrasında ambulans geldi. En yakın hastaneye götürdüler, kuzen de yanımda çeviri yapıyor, beni bilgilendiriyor. Aslında sallamıyordum ama öyle bir muamele yaptılar ki ölecek hasta sandım kendimi. “Olm bak kötü bir şey var, söylemiyorsan valla bak..” diyerek kuzene çeşitli küfürler savuruyordum. Bir insanoğlunun kafası yarıldı diye başında beş kişi bir şeyler yapıp ambulans çağrılıp hastaneye gönderilir mi?

Kesin kötü bir şey vardı, kesin..

Hastanede ise kuzeni gülme krizi tuttu. Benim başıma dikiş atılacak olan o bölgeye bir iğne yapılınca kafanın bir bölümü balon gibi şişti. Mınnakodumun kuzeni gülmekten çeviriyi de unuttu, ne yapacağımı şaşırdım. Hülasa saçımın bir kısmı da kesildi, dikiş atıldı ve eve geldim.

Babam..

Almanya’da bu hikayeyi anlattığım zaman insanlar şaşırır ama eminim ki buradaki baba tavrı pek çoğunuza şaşırtıcı gelmeyecek. Ne kızın bana aslında bakmadığının yarattığı düş kırıklığı, ne o sıcakta havuza bir hafta giremeyeceğimi öğrenmemin acısı ne de kafamın tam ortasına dikişler atılıp saçların bir kısmının kesilmiş olmasından dolayı şapkayla gezecek olmam önemli değildi.

Babam bu duruma ne diyecek?

Filmlerde hep bu gibi durumlarda ailenin çocuğa yaklaşımı vardır. Sarıp sarmalarlar, bir dediğini iki etmezler ve daha fazla zarar görmediği için sevinir, eşşeğini kaybedip de sonra bulan insan gibi çocuğuna yeniden doğmuşçasına sevgi gösterilerinde bulunurlar.

Bizimkisi alayla karışık bir kalay, bir kalay..

Okulun son günü kolumu kırmış, alçısı bir günlük olduğunda da yine yaz tatili için Almanya’ya gitmiştim. Aynı şekilde o yolculuk boyunca aynı korku..

Babam beni dövmemiştir hiç. Ablalarımı çok eskiden çok da sert olmamak kaydıyla dövermiş, ama bana denk gelmedi. Üstelik çok samimi söylüyorum ki beni dövmek biraz zordur. Bu gibi durumlarda acaip acı çekerim, üzerime gelir, bir noktaya kadar bir şey demem, diyemem zaten. Amma velakin 10 yaşımda iken dahi şalter attığında işler değişiyor. O andan itibaren sorun benim elimden babamı kim alacak problemi başlıyor. Yanımda, çevremde elime ne geçirirsem, neye gücüm yeterse ve tamamen kendimi kaybettiğimi söyleyebilirim.  Şunu da mutlaka eklemeliyim; inanılmaz rahatlıyordum. Bir boşalma anı, bir deliriş anı. Tehlikeli olduğumu bilmem söylemem gerek var mı bu zamanlarda..

Lakin böyle durumlar o dönemler yılda bir ya olur ya olmazdı. Babam ayarında tutturup lafları sokmaya devam ederse o acıyla kalırdın öyle. Zaten dikiş atılmış, zaten hastasın, yaralısın ama asıl korkunç olanı evde babanın sana bu kazadan dolayı sarf edeceği sözler olurdu.

Üç ya da dört kez babama karşı o eşiğe geldim.

İlkokul beşinci sınıfta Almanya’da yaşayan halamı beynindeki tümörden dolayı kaybedince tüm aile bir gün içerisinde dedemin evine doluşuverdi. Benim dengemi bozan ise olağanın dışında tutkuyla bağlandığım babaannemin kızını kaybettiği için sürekli ağlaması, ağıt yakmasıydı. Benim de halamdı ama 10 yıllık yaşantının içerisinde onu bir ya da iki kez görmüştüm, üzüntüm çok fazla değildi.

Ağlıyordum ama halama değil babaanneme. Çocukluğumun en büyük korkusu köyde birilerinin vefat etmesiydi zira babaannemin ağıtları dayanılmazdı benim için.

Doldum, doldum, doldum..

Dedemle babam basit bir meseleden tartıştı. Aslına babam dedemin sağlığını düşünüyordu ve inatçılığından dolayı kimi durumlara dikkat etmediği için kavga ediyordu. Çocuk kafasıyla algılayamıyordum ve dedemle olan kavgada birden babamın üzerine yürümüşüm. Gerçekten hatırlamıyorum o anı..  Çevremdekiler elime geçirdiğim nesnelerle babama zarar vereceğimi düşünürken yıllar sonra babamla bu zamanları konuştuğumuzda ise onun korkusu kendime zarar verebilmemmiş.
Hülasa o uç noktaya çıkmadığım sürece babamın olası her türlü kazada garip bir tavrı olur ve canımı çok acıtırdı.

Birkaç defa dedim ya.. Sonuncusu Almanya’dan buraya gelmeden on gün önce gerçekleşti.

21 Mayıs 2013

Everyday is Like Sunday


Dönüşüm




Kötü bir zamanda buraya ayak bastım.

Aslında acılar ve mutluluklar yaşamın olağan çıktıları. Son nefesi veresiye kadar bunlar hiç bitmeyecek ve sızlanmak yersiz. Mutsuzlukların sıklıkla bir süre sonra çeşitli güzel duyguları oluşturduğu üzerine çok fazla yazı da yazdım. Tersi de mümkün.

Ama yine de çok kötüydü.

Kötü ya da katlanılmaz olan gerçekte yaşadığınla dışarıdan algılanan arasında devasa bir fark olmasıydı. Farklı bir yalnızlıktı bu. Gerçeği anlatma çabasından ziyade görüneni oynama tembelliği, yılgınlığın ve bıkkınlığın olağan sonucu. Tümer Metin kitabında Fenerbahçe’ye transfer olduğu zamanda sürekli olarak “bunları yazacağım” diye kendisini avuttuğunu dile getirir, ben de aslında aynı şekilde. Bunları yazacağım dedim ve aslında yazdım da. Bu arada Tümer Metin’le de bugün kavga ettim. O da başka bir yazı konusu mnk!

Sadece eskisi gibi yazdıklarımı paylaşma ihtiyacı hissetmiyorum ya da zamanı değil.

BirGün gazetesinde spor sayfasını hazırlıyordum, pazar günü Kenan Başaran röportajı sonrası bırakmak zorunda kaldım. 

Üzüldüm çok.. İleride yeniden oraya döneceğim, bunu çok iyi biliyorum çünkü ben öncesinde hayal ettiğimi sonrasında da yaşamayı beceriyorum, bunu da geçmişe bakınca gördüm. Ama şu zamanda ayrılmak durumundaydık.

İzmir’den Ank’ya.. Ank’dan Münih’e.. Ordan Augsburg’a ve nihayetinde Almanya’da Türkiye’ye ya da Augsburg’dan İstanbul’a gitmeden önce hep bir yaşantı hayalini kurdum kafamda. Her şehre bir dekor her memlekete bir yaşantı biçtim. Yıllar sonra diyebilirim ki hemen hepsini gerçekleştirdim. Ölçülü hayal kurmaktan ziyade yaşamın diyalektiksel ilerleyişini erken bir şekilde kavradım.  Bir anı yaşatırken içerisinde mutluluktan fazla mutsuzluğu da ekliyor, resmin bütününe tav olup onu hayal ediyordum. Sonrasında çok da zor olmuyor bunları gerçeğe dönüştürmek.

Buraya geldiğimde kazancım yok denecek kadar azdı. Şimdi oldukça komik gelen evlilik hayallerinin arkadan bastırdığı iş bulma, hayatı geçindirme gibi dertlerin esir aldığı bir “başarı” zorlaması da vardı. Başarılı olmak zorundaysan kendini gerçekleştiremezsin. Öyle bir zorunluluğun içerisinde asla özgür ve idealist tavır takınamazsın. Tezer Özlü der ki “20’li yaşlarda insan ya başarılı ya da kendisi olur”. Daha doğru bir analiz mümkün değil.

Öte yandan sevdiğin işi yapabilmek için de başarmalıydım.  Bir ara öyle oldu ki; Milliyet Taktik, BirGün, Skorer Panoramalar düzenlenmesi ve İtalya’yı yazma, Misli.com Bundesliga, Blog,Hayatım Futbol dergi derken araya giren FourFourTwo yazıları.. Haftanın her günü başka bir yere yazı yazmak durumundaydım. Geçtiğimiz hafta sonu Misli.com da bitti ve şimdi de BirGün.  Seneye bahis yazar mıyım (şu an düşünmüyorum ama değişebilir) bilinmez ama şu an itibariyle artık tek işim var. Bu açıdan mutluyum. O kaos dönemi sona erdi.

Şunu fark ettim; Döndüm ben yine kendime.  8 yıllık Almanya deneyimi içerisinde istesem de istemesem de yapmak zorunda olduğum şeyleri bana dikte ettiren mahalle ve toplum baskısı beni köreltmiş, gözlerimi kapatmış. Almanya’ya giderken anladım ki o zamana kadar savunduğum her şeyi bırakmış, mağlubiyeti kabullenmişim.

Bunu biliyordum da unutmuşum, şimdi hatırladım.

2004 Şubat ayıydı. TR’en Almanya’ya gidiş.  Babam’a ve nice insana rağmen uzattığım saçlarımı Almanya’ya ayak basar basmaz ikinci gününde kökünden kestirdim. Belime gelen saç, uzun eyfel kulesi küpelerle beraber çok şeyden vazgeçerken avazım çıktığı kadar bağırıyordum: başka bir emriniz var mı?
İnsan zamanla olgunlaşıyor, yeni bilgiler geldikçe dönüşüyor ve her daim geçmişini beğenmiyor değil. 8 yıl önce düşündüklerimi bugün farklı şekilde de olsa devam ettirme, onun üzerine koyma derdindeyim yeniden. 

Garip bir şekilde huzur da buradan geliyor sanırım.

İleride yazdıkça daha da iyi anlaşılacaktır.

19 Mayıs 2013

Şampiyon



Şu ana kadar gördüklerim arasında en iyi şampiyonluk fotoğrafı ya da çalışması diyelim bu oldu.