Yazı Fitbol Dergi'sinin Kasım sayısında yayımlanmıştır.
.......
Jose Mourinho’ya 2010 Şampiyonlar Ligi finalini zaferle
sonuçlandırdıktan hemen sonra Alman yorumcular “Bundesliga’da bir takım
çalıştırmak ister misiniz” sorusunu yöneltti. Dünyanın en başarılı üç teknik
direktörü arasında gösterilen Portekizli menajer ise şu yanıtı verdi: “Bir gün
Almanca öğrenirsem, neden olmasın”. Hemen arkasından bir araştırma yaparak o
dönem Avrupa’nın beş büyük liginde tercüman kullanan teknik direktörlerin
listesini çıkardım. Size sonucu açıklıyorum: “sıfır”. Avrupa’da genel kanı tercüman kullanarak
iletişime geçen teknik adamların verimliliklerinden yüzde otuz gibi önemli bir
kısmını kaybettikleriydi. Bir zaman önce ligler arası farklılıktan dolayı
yabancı bir teknik adam bilgi birikimi ile bu farkı kapatma şansına sahipti.
Günümüz bilgi çağında her şeyin bir diğerine pek çok konuda benzediği noktada
yüzde otuz farkın kapanması artık çok zor. Milli takımlar ile üst düzey başarı
şansı yakalayan bu kariyerli teknik direktörlerin birbaşka ortak paydası ise
bizim ülkemizin dışında tercüman kullanarak çalışmış olmamalarıdır.
Jose Mourinho İnter’in teklifini kabul ettikten sonra sadece
3 hafta içerisinde İtalyanca’yı öğrenirken Guardiola ise ilk basın toplantısını
almanca yapacak kadar bu konunun önemini kavramıştı. Pek çok ligde kupa kazanan
Carlo Ancelotti’nin de İtalyanca, İngilizce ve Fransızca konusunda hünerli olduğunu
hatırlatalım. Hamburg’un bir dönem adı geçen Fatih Terim’in ise “dil bilmediği”
için anında üzeri çizilmişti. Biz ise teknik direktör seçimlerinde bu detayı
atlıyoruz. Dünyanın en iyi teknik direktörleri “dil sorununu” halletmeden takım
çalıştırmayacağını defalarca açıklamasına, beş büyük ligde tercümanla konuşan
teknik adamın olmamasına rağmen Türkiye Süper Lig’i takımları teknik direktör
seçimlerinde “dil ayrıntısını” hiçbir şekilde gündeme getirmiyorlar. Oysa
Mancini ile Prandelli arasındaki en önemli fark birinin diğerinin aksine
İngilizce de konuşabiliyor oluşuydu.
Süper Lig’de son sekiz şampiyon teknik direktörün de yerli
olması tesadüf değil, gelişen ve değişen futbolun kaçınılmazı. Benzer
şekilde Avrupa’da tercüman kullanarak son on yılda şampiyon olmuş teknik
direktör bulmak neredeyse imkansız. Avusturya, İsviçre gibi Almanca’nın
konuşulduğu ülkelerde başarı kazanan teknik
adamlar İspanya’ya gitmez. Güney Amerika kıtasında kendisini ispatlayanlar
soluğu Premier Lig’de değil ispanyolcanın konuşulduğu La Liga’da alır.. Galler
ya da İskoç teknik adamlar Almanya’nın herhangi üst düzey kulübü için aday dahi
olamazlar. Barça ve Real Madrid’den
aldığı teklifler sorulduğunda Jürgen Klopp “Almanca dışında İngilizce
biliyorum. Almanya dışında sadece Premier Lig’den bir kulüp çalıştırabilirim”
cevabını vermişti. Yaptığı ilk basın toplantısında ise başarısız olması
durumunda yine Almanca’nın konuşuduğu İsviçre Ligi’ni işaret etmesi tesadüf
değildir.
FIFA tarafından yüzyılın teknik direktörü seçilen “Total
Futbol” felsefesinin kurucusu Rinus Michels Bundesliga’ya iki kez farklı
dönemlerde teknik direktör olarak geldi. Her ikisinde de başarısız adledilip
kovuldu. Ara dönemde Hollanda milli
takımı ile 1988’de Avrupa şampiyonu oldu. Öncesinde Köln şampiyona sonrasında
ise Leverkusen ile büyük teknik adam başarı yakalayamadı. Yüzyılın teknik direktörünün değerini
Almanlar bilemedi diye bir tartışma açılmadı, bunun yerine daha farklı sonuçlar
elde edildi. Dil bir teknik direktörde ne kadar etki eder? Dil bilmeyen bir
menajerin kültürel entegrasyonu nasıl olur ve başarı şansı nedir gibi konular
irdelendi. Sonuç ise artık Avrupa’nın beş büyük liginin yazılı olmayan kuralıdır:
Tercüman kullanan teknik direktör
kulüplerde çalışamaz.
Yüzyılın teknik adamı, bugünkü Barça’nın temellerini atmış
ve her yerde onur ödülüne layık görülmüş Rinus Michels’i iki kez harcayan
Almanlar bir kez olsun “değerini bilemedik” isyanı içerisinde bulunmazken
yaşadığı ülke dışında en ufak bir başarısı bulunmayan teknik adamlar konusunda
biz ise sürekli “değerini bilemedik” diye hayıflanıyoruz. Bu isyana en çok özne
olan teknik adamların başında Joachim Löw gelir. Türkiye futbolu onun değerini
bilemedi gerçeğini hepimiz koşulsuz kabul ediyoruz. Peki Almanlar? Fenerbahçe deneyimi sonrası Alman ikinci
lig takımlarından Karslruhe’nin başına geçen Joachim Löw oynadığı 18 maçta
sadece 1 galibiyet aldığı için kovuldu. Gerçekte 2004 yılında Alman milli
takımının başına getirilen Jürgen Klinsmann taktik konusunda yetkin isim olarak
yardımcılığına Ralf Rangnick’i düşünmüştü. Rangnick’in kabul etmemesi sonucunda
teknik direktörlük kursundan arkadaşı Joachim Löw yardımcı olarak işe başladı. O zamana kadar Joachim Löw’ün değerini ne
Türkler ne de Almanlar ne de başka bir millet biliyordu. Vicente Del Bosque
ve Luis Aragones’in Türkiye dışında yabancı bir ülkede başarı kazanma şansının
olmadığını otoriteler sıklıkla telafuz eder. İşin enteresan tarafı bu iki teknik direktöre ülkesi dışında teklif
sunanın sadece Türkiye Süper Ligi takımları olmasıdır. Aynı zamanda
ülkedeki baskın büyük kulüplerin başarısına endeksli milli takımlar ile
kazanılan kupalar ise bir teknik direktörün kulüp performansı için yeterli
veriyi vermeyeceği de aşikar. “Değerini bilemedik” hayıflanmasına konu olan bir
diğer teknik adam Frank Rijkaard da benzer şekilde Türkiye sonrası Arabistan’a
giderek başarısız denemelerine devam etti.
Futbol değişti, ligler arası mesafeler kısaldı. İdman teknikleri,
teknolojik kullanım Avrupa’nın üst düzey kulüplerinde aynılaştı. Çaykur
Rizespor’da “analist” olarak çalışırken tek bir tuşla üst düzey takımların
idmanlarını izleyebilme şansına sahip olduğumuzu gördüm. 90 dakika içerisinde
olan biten her şeyin sayfalarca dökümanlarının yayımlandığı bilgi çağındayız. Türkiye Süper Lig’i Avrupa’ya yakınlaştıkça
yabancı teknik direktörün yaşatacağı dezavantajlar giderilemeyecek seviyeye
ulaştı. Son büyük yabancı teknik direktör Slaven Bilic’in en zorlandığı
bölümün motivasyonun galibiyetteki payının en fazla olduğu şampiyonluğa gidilen
son kritik çeyrekte yaşadığını hatırlatmak gerekir. Hırvat çalıştıcı maç sonu
taktiksel başarısızlıktan ziyade bu maça oyuncularını hazırlayamadığı
özeleştirisini yapıyordu. Dilbilmezlik,
yaşadığınız coğrafyaya kültürel uzaklığı doğurduğu kadar futbolcu psikolojisine
uzaklıkla beraber maçın asıl unsuru olan oyuncuya psikolojik olarak dokunmanızı
güçleştirir.
Ne Cesare Prandelli Hamza Hamzaoğlu’ndan daha iyi bir teknik
adam ne de Ertuğrul Sağlam yarıştığı diğer yabancı teknik adamlardan daha iyi
olduğu için şampiyon oldu. Diğer açıdan Slaven Bilic Türkiye’de performansının
yüzde otuzunu dışarıda bırakarak yarışmaya dahil oldu da diyebiliriz. Pep
Guardiola’nın altı ayda Almanca’yı, dil benzerliği nedeniyle Jose Mourinho’nun
3 haftada İtalyancayı öğrenmesi başarılarının kilit noktası olduğu kadar teknik
direktör seçimlerinde neye bakılması gerektiğinin de altını çizer.
Herhangi bir kulübün önünde Cesare Prandelli seçeneği
duruyorsa bakılacak ilk nokta 2012 Avrupa Şampiyonluğu’ndaki başarısından
ziyade kaç dil bildiği “artık” olmalıdır. Almanlar, İtalyanlar, İngilizler,
İspanyollar bu şekilde bakıyor, buna göre değer biçip seçim yapıyorlar. Teknik adamların kişisel kariyerlerinin dahi
önüne konuyor bu ayrıntı. Öyle ki seçimlerinde şıklardan birisi Jose Mourinho
dahi olsa bu bariyeri gözetmeden yapmıyorlar. Sadece italyanca konuşan
Prandelli ile geçirilen zaman içerisinde Wesley Sneijder’in demeci önemlidir “Soyunma odası arı kovanı gibiydi. Bir cümle
on dile çevriliyor, kimse bir şey anlamıyordu”. İspanya, Almanya dışında başarısı olmayan
Löw’lerin, Del Bosque’lerin Türkiye değerini fazlasıyla bildi ve fakat Türkiye
koşulları içerisinde başarı sağlayamayacağını öngöremediler. “Değerini bilememek” deyimi daha çok yüzde
otuz kayıpla yarışmayı son ana kadar götüren Slaven Bilic için geçerlidir
diyebiliriz. Beş büyük ligin yanı sıra bütün büyük teknik adamların gözettiği
bu kriter nice başarısızlığın arkasındaki asıl unsurdur. Gelişen ve değişen modern
futbol içerisinde takımlar arası farklar minimalize edildi. Artık yabancı bir
teknik direktörün sahip olduğu dezavantajı giderecek fark kalmamıştır. “Değerlerini bilemedik” diye hayıflandığımız
teknik adamların tercüman kullanarak başka herhangi bir yerde başarı yakalamış
mı diye bakarsak gerçekten hayıflanmamız gereken noktayı görebiliriz.
....................
Yazı sonrası çok fazla geri dönüş oldu. Birkaçını buradan cevaplayayım..
-Oyuncuların büyük çoğunluğu yabancı dil konuşuyorsa, sorun biter mi?
Burada örneği geçse de konunun özü sadece futbolcu- teknik direktör ilişkisi değildir. Beraber yaşam süren bir kabile düşünün. Bunlardan sadece 25'i futbolcu. Gazetecisi, yöneticisi, basını, çaycısı, halkı, yerel gündemi ve kulübün kendisine has iç işleyisi v.s. Tüm bu kargaşa içerisinde teknik adam yaklaşık 100 kişinin idarecisidir. O çok duyduğunuz ama pek de anlamadığınız "Florya'da düzeni sağladı" cümlesinin içeriğidir aslında burada bahsedilen. Yabancı bir teknik direktörde bütün iş arkasındaki iş bitiriciye kalıyor. bu ya bir yönetici olur ya da yalnız bırakılmışsa onun tercümanı.. Sıklıkla n yakınında aynı dili bilen yönetici. Bu adam çok başarılıysa, teknik adam potansiyelini kulübe yansıtır ama bu bir risktir.
Çaykur Rizespor kulübünün içerisinde altı ay vakit geçirdim. Böyle bir deneyim yaşamadan önce saha içi taktiği başarının asıl unsuru olarak en tepeye yazardım. O zaman da bu yazı sadece futbolcu-teknik direktör ilişkisinde dilin önemi olarak vucut bulurdu. Hayır, öyle değil. Küçük bir kasabanın yöneticisinin dil bilmediğini, o kasabanın kültürüne yabancı olduğunu düşünürseniz daha iyi anlaşılabilir.
-Avrupa'da tercüman kullanan teknik direktör bugün var mı?
Tek tük denemeler hala oluyor. Bundesliga'da en son 6 yıl önce Steve McClaren gelmişti Wolfsburg'a. İngilizce biliyordu ama ömrü sadece 6 ay sürdü. İspanya'ya giden ingilizlerin de ömrü çok uzun olmuyor hızlı bir şekilde dil öğrenmek için çaba sarfetseler de.. En son Gary Neuville sabah 6'da kendisine dil öğretecek hoca arayışı içerisindeydi. Ancelotti Rummenigge il telefonda Almanca konuşmaya daha şimdiden başlamış gibi.. Oysa Avrupa kültürü yine de birbirlerine yakın. Burada işleri çok daha zor..
1 yorum:
süper ligde 14 yabancı kuralından sonra 2 şık ortaya çıktı.2 dil de diyebiliriz.bir teknik adam önce ingilizce bilecek.sonraki aşama ise yabancı oyuncuların en çok hangi dili konuştuklarına bakılacak.teknik adam tercihi bu yönde belirlenecek.
misal takım italyan teknik adama emanet edildi.ingilizce bilecek öncelikle.yabancı oyuncu tercihide genel olarak italyan olacak.
bide şu olabilir uzun vadede.türkiye sömürge olmaktan çıkar.haliyle türkçe önem kazanır.değer kazanır.o zaman nasıl almanyaya giden almanca öğreniyorsa türkiyeye gelende türkçe öğrenir.bu sömürge olup olmamakla gerçekleşebilecek bişey tabi.
fenerbahçe bu bakımdan doğru yaptı.ingilizce bilen teknik adam.portekizce bilen teknik adam.ve portekizce bilen yabancı oyuncu tercihi.yani bu durumda ingilizce bilen rvp ve kayer sıkıntı yaşamıyor.ingilizce bilmeyen fernandao da sıkıntı yaşamaıyor iletişim konusunda.teknik adamla.
Yorum Gönder