18 Haziran 2011

Der Capitano.!



Bugün Götze var. Işıl ışıl parlıyor.. Olmazsa Schürrle var.. Hele bir Mesut var ki.. Bunlara bir şey mi oldu ? Reus.. Greusskreutz.. Marko Marin.. Hepsi yirmili yaşlarının başında ve gelecek vaad ediyor. Alman futbolu 'artık' emin ellerde. 2000 öncesi de onlarca yetenek vardı. 1990 Kadrosunun yaptıkları ortadadır. Ama işte 2000-2008 arası yeteneksiz Almanya'sına sahip çıkan ise sadece Doğu Almanya kökenli Michael Ballack idi.

Nankör olmamak gerekir. Alman futbolu ona çok şey borçlu. O kısır ve güçsüz dönemde kendilerini temsil edecek yetenekten yoksun kalmanın tüm hırsını Almanlar gencecik bir çocuğun üzerine yükleyerek 27 yaşında Sebastian Deisler'in futbolu bırakmasına neden oldu ve öyle bir adam geldi ki değil bu baskıyı fazlasını dahi kaldırabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Bileği bu açıdan bükülemeyecek noktaya geldiğinde futbolun içerisindeki en önemli liderlerden birisi oldu.



O takımı finale taşıyasıya kadar bir Effenberg modelinin kusursuz temcilcisi iken o finalde ise tam bir kaybeden. Ballack'ınız varsa final oynayacağınız ne kadar garanti ise o finali kaybedeceğiniz de o kadar.. Böyle de tanıma girmeyen bir etki bıraktı geride.

Doğrudur bir Effenberg hiçbir zaman olamadı. Ama şu var ki o artık Effenberg-Hagi-Rooney-Kahn tarzı liderliğin Almanya'daki son versiyonuydu. Onunla beraber bir dönem kapanmıştır artık burada.. Bu tipolojinin karakteristik özellikleri vardır ve bu bazen 'olumsuz' anlamda kullanılır iken bazen de takımların finale gelmesinin arkasında yatan en önemli unsur olarak dile getirilir.



İster Kaiserslautern yıllarına isterseniz de Karl Marx stadyumudaki ilk maçına bakın.. O yönetir. Kimin nerede nasıl durması gerektiğini saha içerisinde belirler. Ballack'ı asla ve asla sahanın dışından bakıp algılayamazsınız. Her iki ayağını raket gibi kullanması,mücadelesi ya da orta saha olarak attığı onca gol değil.O tam anlamıyla saha içinin ve aslında dışının lideridir.. 21 yaşında da 34 yaşında da bu böyledir. Artık takımların bu tipte liderlere ihtiyacı yok. Yeni nesil demokrasiye geçiş yaptı ve herkes kendisinden sorumlu.. Tüm takımın bazen tüm ülkenin yükünü tek bir adam çekmek zorunda değil..



..bu fotoğraf karesi iki önemli noktanın altını çizer. Kazanma isteği/hırsı ve belirleyici olmak.!

Avusturya karşısında takımı zorlanır iken belirleyici olan golü atmadan hemen öncesidir. Söylemlerinizi saha içerisinde eyleme dökmezsiniz kimse sizi ciddiye almaz. Ballack saha içerisinde de tam da olması gereken yerdedir. Onun attığı gol onun verdiği pas ve onun gördüğü sarı karta neden olup finalde oynayamaması sağlayan faulu ve sonrasında attığı gol Almanları finale taşımıştır.. 2002 finali 2006 üçüncülüğü ve 2008 ikinciliği onun liderliğinde kotarılmıştır. Bu almanların kendi deyimiyle kısır döneminin ürünleridir.

Leverkusen gibi şampiyonluğu olmayan takımı Şampiyonlar Liginde final oynatsa da tüm finalleri kaybetmiş bir adam Michael Ballack ve onun 34 yaşındaki ısrarını da bir kez olsun finali kazanmak isteği üzerinden okunmalıdır.



Bir noktaya gelirsiniz ki artık performansdan ziyade o zorlu koşulların ortasında cesaretli olup dik durmanız ayaklarınızın titrememesi size finali getirir. Kahn bunu çok daha açık ve argo bir dille söylemişti. Kısaca güzel oyun sizi yukarıya taşır iken kupayı kaldırmanız için taşaklı olmanız gerekir. Ballack çokca defa en zor zamanlarda sorumluluğu üzerine almaktan kaçınmamış sonuna kadar gitmiştir. 2002 finalini hatırlarsanız finalde oynamayacağını göze alıp sağ tarafta bomboş pozisyonda Kore'li oyuncuya pasın gitmemesi adına geriye metrelerce koşup faulunü yapıp golü engellediği gibi Hiddink'in Kore'sini yarı finalde eleyecek golü atacak koşuyu da gerçekleştirir. O maç ve içerisinde yer alan Ballack müdahalelerinin mevkisinin gereği değil takımın tüm yükünün omuzlarında hissettiğinin en açık göstergesi olduğunu görebildiğiniz gibi kaderine karşı yapacak bir şeyi olmadığının da anlatımıdır. İki yönlü orta saha olması nedeniyle değil aslında bu bir ileri bir geri koşular.. benzeri Rooney'de olduğu gibi forvet olmasına rağmen orta sahada sürekli mücadele ettiren hırsın ve aidiyetin bir dışa vurumudur.



Başka açıdan bu tipolojilerin kültür seviyesi yerlerde gezinir. En iyisi yine Ballack'tır. Effenberg ve Loddar'a ve hatta Rooney'e baktığınızda biraz olsun çekilir bir tarafı vardır ama onlar kadar da başarılı olamamıştır. Sanki saha içi başarı ile vasatın miktarı ters orantıda ilerliyor bunların üzerinde.



Asla ve asla profesyonel değildir bu oyuncular. Amatör ruhlarını hiçbir zaman kaybetmezler. Bayern'e imza atmasına rağmen Leverkusen'deki mücadelesi görülmeye değerdir. Hedefleri sorumlu olduğu birliği zafere götürmek.. Para değil Kupa önce gelir. Chelsea'ye transferi gittikçe düşüşe geçen Bayern'de uluslararası bir kupa kazanamayacağına inandığı içindir. 1999 trajedisinin gecesinde tüm Bayern'liler kendinden geçip eğlenir iken Effenberg o kupayı alacağım diye sayıklayarak odasına çekilmiştir. 2001 olduysa burada Kahn ve Effenberg'in azmi ve isteği nedeniyledir. 2000 UEFA kupası Terim kadar Hagi'nin ona olan aşkı nedeniyledir.. Ballack Chelsea'ye göre değil Leverkusen'in Ballack'ı olmalıdır. Hagi Barça ya da Real Madrid'e değil Galatasaray'a.. Zira bu adamların işi Real Madrid Barça'da olağanı gerçekleştirmek değil Leverkusen Galatasaray'da mucizeleri başarmaktır.. Ancak buralarda kendilerini tam anlamıyla gerçekleştirebiliyorlar..




Sadakat önemlidir bu bölgede ama nasıl? Kahn çocukluk aşkı ile evlenir iken misal Rooney'de aynı şekilde. Ballack henüz Kaiserslautern'de oynar iken 'Cafe am Markt'da gördüğü garson kıza vurulur.. Altı ay koşturur peşinden ve sonunda bir şekilde başlayan ilişki tüm Almanya'nın göz bebeği ve ilgisini çeken bir adam olmasına rağmen devam eder ve 'bir anlamda' mutlu sonla biter. Nasıl ki Rooney'nin fahişe sevdası Kahn'ın bir başka garsonla çocukluk aşkını hamile iken aldatması ya da Effenberg'in en yakın arkadaşının sevgilisi ile evlenme gibi durumları varsa Ballack'ın da benzer magazinel olayları olmuştur. Christian Lell'in kız arkadaşının Ballack'tan hamile olduğu dedikodusu uzun süre gündemi meşgul etmişti. Dedik ya sadakatın bizim anlamlamdıramadığımız bir boyutu söz konusu.. Henüz kimse bu isimleri bilmez iken tanıştıkları çocukluk ya da ilk gençlik aşkları ile uzun ömürlü ilişki yaşayacak kadar bağlılık gösterdiği kadınlara kimisi fahişelerle kimisi de arkadaşlarının kız arkadaşlarıyla aldatmaktan da geri durmuyorlar.



Bu oyuncular teknik adamın masasında oturur. Takımın oynayacağı taktikten kimin milli takıma seçilmesine kadar her konuda fikri alınır. Takımın nasıl hareket edeceğine karar verir. Bir anda teknik heyetten Bierhoff gibi ona karışan olursa üzerine dahi yürür.. Başka yerde bilemem ama Alman milli takım her zaman güçlü kaptanların çevresinde oluşturulmuş ve bu noktada kaptan en az teknik adam kadar söz sahibidir. Bu bir gelenektir. Breitner'dan Loddar'a kadar.. Bakın biraz geriye gidelim..




1954 Dünya Kupasını Almanların o meşhur Macarları yenmesi mucizedir ama bunun arkasında kurt teknik adam Herberger'in müthiş planı olsa da iki golü atan Max'ın kaptanın oda arkadaşı olması ve onun teknik adama tavsiyesi ile ilk on bire girdiği gerçeğini değiştirmiyor. Blogda şu şekilde işlediğimiz Marcel Raducanu'nun kaçısında da milli takıma dönüşünü Hagi'nin engellediğini belirtir. Bunlar gün yüzüne çıkan bir kaç ayrıntı ama aslında buz dağının görünen kısmıdır.



Artık Lahm kaptan. Robben'in delicesine eleştirdiği ve lider olmaktan çok uzak bir adam var Almanya'nın başında. Artık Ballack ve benzerleri olmayacak. Neuer'den ümitliydim ben ama sistem artık bu tipolojileri dışarıda bırakıyor. Artık Almanya'da teknik adamın verdiği teknik kararı delicesine eleştirecek bir oyuncu bulamayacaksınız. Kendisinin tartışmasız bir şekilde sahada olduğu ve sorunsuz olduğu yerde arkadaşı adına teknik adamı kıyasıya eleştiren bir sorumluluk anlayışı ortadan kalkmıştır. Şu an Almanya milli takımının içerisinde Löw'e gram söz söyleyebilecek ve Löw'ün aynı şekilde çekindiği tek bir oyuncu dahi yok..Artık saha içerisinde..



böyle tuhaflıklar da yaşanmayacaktır. O karşıdaki futbolcuyu bu hale getirecek kadar baskın bir karakter iken aynı zamanda bu tokat karşısında sesini çıkarmayacak kadar takımını düşünür. Ballack'tan ziyade Effenberg adı ile anmak istediğim bu tarzın kazandırdıkları kadar kaybettirdikleri vardır. Bazen bu adamlar sayesinde mucizeleri gerçekleştirebildiğiniz gibi yine bu adamlar nedeniyle ortalamanın dahi altına çekilebilirsiniz..

Galatasaray ile bağlayalım..

Arda Turan bire bir örtüşmese de benzer geleneğe sahip Hakan Şükür'ün yetiştirmesidir. Onun gibi değerleri takımda görmek ister. Küçüğüne sevgi gösterip büyüğüne saygı duymak olarak geçiştiremeyeceğiniz ölçüde karışıktır. Hiyerarşi esas alınır. Bir yere kadar güzeldir de.. Lakin bu kaptanların en önemli özelliği tam da olması gereken derbilerde, Ballack harici final maçlarında orta çıkıp takımı bir üst noktaya taşımasıdır. Neuer gibi Ruhr derbisinde Effenberg gibi kendilerinden kat ve kat güçlü Manchester ve Real maçlarında döktürmesidir. Bunları yaptıktan sonra o çok bekledikleri saygıyı görmeliler. Biz de her şey tersden işliyor maalasef.. Arda Turan Galatasaray'ın önemli ve final maçları hariç her yerde oynuyor. Ne zaman ki Arda Kadıköy'de Şampiyonlar ligi çeyrek finalinde Barça'ya karşı döktürecek ancak o zaman.. Bugüne kadar gördüğü saygı bana göre karşılıksızdır. O günlere hazırlıktır.. Bekliyoruz..

7 yorum:

Celal Abbas dedi ki...

güzel bir yazı.

pelezinho dedi ki...

peki orhan abi almanların ballack ve benzeri lider oyuncuları aryacağını hiç düşünüyor musun?mesela 2010 dünya kupasında ballack olsa daha farklı olabilrmiydi?yoksa bundan sonra daha güçlü,daha bağımsız bir alman milli takımı mı izlicez?

Borges dedi ki...

pelezinho: Ballack kadar baskın olmasa da final maçlarında ortaya çıkıp sorumluluk alıp takımın gardını koruyacak bir futbolcu muhakkak olmalı. Biraz şiddeti düşük ama mutlaka olmalı.. Kendi içerisinde yaratacaktır bence ama o Lahm değil bu kesin.

Anıl Can Yıldırım dedi ki...

schweinsteiger olabilir mi? biraz effenberg ekolünden ama dediğin gibi daha yumuşak.

D.A dedi ki...

eline sağlık. güzel oldu bilgileri tazelemek.

ama şu almancadaki artikellere uyuz olmamı hortlattı yine.:) 'Der Capitano' yerine 'Die' koyardım ben Almanca sınavında olsam :D

Borges dedi ki...

D.A: Ben de die koyardım:)))

ahmet tekatlı dedi ki...

döktürmüşsün orhan abi,eline sağlık