16 Ekim 2014

Süleyman Koç


Süleyman Koç iyi bir insan.  Daha doğru tanımla önüne sunulan iyiye ulaşmak için son gücüyle mücadele etmiş agresif bir yaşam insanı.  Diyeceksiniz ki küçük kumarhanelerin oyun makinalarındaki paraları soymak uğruna orada çalışan bir garsonun kafasını kül tablasıyla vurarak ağır hasar oluşturmuş bir çetenin üyesi nasıl iyi olabilir?  İyi olmak isteyip de bunu başaramamış bir insan da diyebiliriz. Birilerine haksızlık yaptı, masumların canını acıttı ve bedelini ödedi. Niyeti ortaya koyarak onun yaptığı suçu hafifletmek derdinde değilim ama şu kesin ki içerisinde var olduğu en küçük topluluk olan ailenin belirlediği ahlak yasalarıdır belki de onu uçurumun dibine götüren. Bir yaş küçük kardeşi isyankar olurken Süleyman sahanın içerisinde ve dışında elinden gelenin en iyisini yapma gayretinde bulundu sadece. Söyleneni yapmakla mükellef bir yaşam içerisinde “hayır” kelimesini de yıllar sonra cezaevi psikologundan öğrenmesi aslında bir “baba başarısızlığı” olarak da geçer kayıtlara.. 


Almanya’nın bana göre tartışmasız en zeki insanı olan İmmanuel Kant’ın ahlaka dair söylemlerine kulak vermek gerekir. “İçeriği belirlenmiş, aklı dışarıda bırakan her türlü ahlak yasası geçersizdir”. İlla ki bir misal verilecekse hemen belirtelim “yalan söylemek kötüdür/günahtır” insan aklını dışarıda bırakan bir emirdir. Oysa bazen “yalan söyleyerek” hayatlar kurtarır insanlar.  Keza bir insanı öldürerek binlercesini de kurtarabileceğiniz gibi. Eylemin doğuracağı sonuçları akıl süzgecinden geçirerek ancak etik bir değere kavuşturabilirsiniz. Niyet de burada fazlasıyla önemlidir. Soygun yaparak da “kahraman” olunabilir aynı zamanda. Polisin hazırladığı raporun içerisindeki rakama göre 7 soygun yerinden elde edilen hasılat 22 bin euro olmasına rağmen bu paradan tek kuruş almayan Süleyman miktara da şaşırır cezaevine girmeden önce.

Süleyman Koç otoriter bir Türk ailesinin en büyük çocuğudur. Hayatta başarıyı söyleneni yaparak elde eder. Tanrı vergisi bir yeteneği yoktur Süleymen Koç’un. Misal kardeşi Sedat futbol söz konusu olduğunda daha yeteneklidir ama Süleyman’ın ifadesine göre antrenmanları ciddiye almadığı için ömrü olmaz futbol sahalarında. Paderborn ile birinci Bundesliga’ya çıktığında mahallesinde ona takılan olur “Sen çocukluğumuzda B takımında oynarken ben A takımındaydım” der. Onun cevabı da şıktır “Fakat ben bugün birinci Bundesliga’da oynarken sen benzinlikte çalışıyorsun”. Gerçekten de Berlin seçmelerine dahi seçilemeyecek derecede silik bir futbol geçmişi olmasına rağmen geldiği nokta inanılmaz. Çalışmanın, azmin futbol dünyasında yarattığı farka en önemli örnektir.


Kardeşi Sedat sürekli olarak kriminal suçlara bulaştığı için otoriter baba onu evden kovar. Süleyman Koç’un  hapis yatmaktan intiharı düşünmeye kadar geçirdiği bu ağır süreçlerin asli nedeni kardeşini koruma güdüsüdür. Ve bu yaşanılanlara rağmen şunu der hikayenin sonunda “Ne yapsaydım, onu sokaklarda bir başına mı bıraksaydım”? Ki soygun çetesine de bu soruyla dahil olur . “Sen kardeşinin iyiliğini istemiyor musun? Ona yardım etmek istemiyor musun?” Yaptıklarının hata olduğunu kabul ederken çektiği cezayı da sonuna kadar hak ettiğini söyler. Öyle ki o gün polisler onu tutukladığı zaman cezasını ağırlaştıracak kimi gerçekleri dahi polise söylemekten çekinmez. “Siz yazmamışsınız ama ben birinci soygunda da vardım, diğerlerinde de.. hepsinde”.

Kardeşi Sedat evden kovulurken Berlin Türkiyemspor ile hazırlık maçı yapan üçüncü lig takımı Babelsberg  bu takımdan Süleyman’ı keşfeder. “Berlin Türkiyemspor’da biz 35 kişiye oynuyorduk ve bunların hepsi de oyuncuların ailesiydi. Babelsberg’e transfer olunca gerçek bir maça çıktığımı algıladım” diyecektir ve yaşamı da değişir. Aylık maaşı 2 bin euro. Galibiyet primi 1000 euro ve beraberlikte de 300 euro alır. Kendi evine taşınır, ehliyetini alır, 11 bin euroya Toyota Yaris alacak kadar da kazanıyordur artık. Türkiye u21 ile görüşmeler yapılmış, ikinci Bundesliga takımı İngolstadt da onu yakın takibe almıştır. İşte tam bu süreçte bir odalık bir eve taşınan ve tüm masraflarını abinin karşıladığı Sedat ve onun uyuşturucu müptelası iki arkadaşı her şeyi temelinden sarsacak gelişmeleri başlatır.

Evden atılan kardeşinin arkadaşları soluğu Süleyman’ın evinde alır.  Sabah antrenmana giderken gelen çocuklar akşam antrenman dönüşü evi terk eder. Burada tuhaf ve garip şeylerin döndüğünün farkında olup rahatsız olan Süleyman “Hayır gidin sizi istemiyorum” diyemez.  O hayırları babasına demez, antrenörüne demez, kardeşinin arkadaşlarına demez. Bir süre sonra ehliyeti ve arabası olduğu için kardeşinin içerisinde olduğu soygun çetesi Süleyman’ı da içeriye çekmek için “kardeş” kozunu kullanır ve her şey böyle başlar. Süleyman’ın tek şartı “kimseye zarar gelmeyecekse ancak olur” der. Soygun çetesinin şoförlüğüne atanır. Daha da kötüsü bu çetenin eylemlerini bu sezon 

Gençlerbirliği’ne transfer olan takımdaki diğer Türk arkadaşı Guido Koçer’e de anlatır. “Ne olur ben de bu çeteye girmek istiyorum, hasılattan para dahi istemiyorum” diyerek bir soyguna yancı olarak katılır. Arkasından gelişen olaylar ise bu hafta sportbild dergisine verdiği röportajda anlatır.


GÖKHAN TÖRE VE SÜLEYMAN KOÇ

Geçtiğimiz günlerin gündemi Gökhan Töre oldu. Süleyman'a göre çok daha hafif bir suç işlemiş olan Gökhan'ın linç edildiği konuşuldu. Gerek Fatih Terim'in savunmasında gerekse de Gökhan Töre'yi koruma amaçlı olan yaklaşımlarda eksik olan bir ayrıntı var. Bugün daha ayrıntılı bir şekilde olayın ayrıntıları anlatıldı. Şuradan okuyabilirsiniz.  Şu altbaşlıklar önemli:

-Töre hikayesinde mağdur olan Ömer Toprak ve Hakan Çalhanoğlu'dur. Öyle ki çok sağlam kaynaktan alınan bilgi doğrultusunda olay yaşandıktan sonra Ömer'in lig maçında antrenöründen psikolojisi bozulduğu için affını istemiş. Burada Gökhan'ın linç edilmesi değil diğerlerinin gerçekci bir şekilde ne yaşadığı üzerinde durulmadığıdır konu. Hakan'ın babası da olayı ebediyete kadar sürdürme sevdalısı olmadığını ve Terim'in ilgisini beklediğini söyler. Bunun diğer bir anlamı oğlunun yaşayacağı ikinci bir senaryonun olmaması için garanti istemektir. Zira bu senaryonun bir milim ağır olanı o silahın tetiğinin çekilmesidir. 

-Süleyman Koç yaptığının cezasını 3 yıl 9 ay ceza alarak çekmiştir. 1 yıl içeride yatmış ve kalan sürede de her akşam ben buradayım demek zorunda kalmıştır görevlilere. Bu yüzden takımıyla beraber devre arası kampında Türkiye'ye dahi gidemedi. Bunun ötesinde röportajda da anlaşılacağı gibi psikolojik tedavi görmüştür. Eğer Gökhan Töre olayı gerek Beşiktaş kulübü yetkilileri gerekse de Türkiye Milli Takım yetkilileri tarafından ciddiyetle yaklaşılsaydı belki yine "KIZ MESELESİ" olan ikinci bir silahlı vaka yaşanmayabilirdi.  21 yaşındaki çocuğa suç yüklemektense onun böyle bir sorunu olmasına rağmen gerekli müdahaleyi yapmayan kelli felli adamlardır suçlanan...

-O kurşun sekti. Gökhan'ın minumum zararla atlatacağı bölgesine saplandı. Ama bilin ki o kurşunun vebali ilk olaydan haberi olup da bunun üzerine ciddiyetle yaklaşmayan, olayları hasır altı ettiğinde kulübe-milli takıma hizmet ettiğini sanan yöneticilerdedir.

-Süleyman Koç'un çevre ve aile içerisinde edindiği ahlakıdır onu yıkıma götüren. "arkadaşlarını satma" "Kardeşine sahip çık" "korkak olma" gibi.. Süleyman Koç bugün yaptıklarından utanıyor. Bırakın Gökhan Töre'nin kendisini.. onu savunacağım diyerek zıvanadan çıkan bir kesim "Kız meselesi, doğaldır" diyor. Hncal Uluç "Delikanlı, kanı deli akıyor işte" diye birinci paragrafta söylediğinle çelişmesi bir yana hepten silahı, tehdidi normalize ederek bunun devamını sağlar vaziyette açıklamalar yapıyorlar. İnanılacak gibi de değil. Başta Önder Özen olmak üzere sevdiğimiz saydığımız insanlarda hayal kırıklıkları yaşandı bu süreçte..

-Süleyman Koç'un iyi olmasına sevindim. Lakin soygunlar esnasında başına kül tablası geçiren adam çıkıp da bu cezanın yetersiz olduğunu söyleseydi otutur bunun üzerine düşünürdük.  Süleyman şoför olarak içerisine dahil olsa da şiddet olayının parçasıdır ve karşı tarafın hakkı öncelikli olarak en azından benim gündemimdedir. Gökhan Töre antrenmana geç gelse, taraftara hakaret edip hareket çekse "üzgünüm" demesi ya da bir yıl milli takımdan uzak tutmak fazlasıyla yeterlidir der, başta ben onu savunmak için çabalardık.. Lakin burada öncelikli olarak Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak'ın yaşadıkları travma Töre'nin affedilmesinden/yaşadıklarından daha kıymetlidir.

Ve bilinmelidir ki Gökhan Töre'nin işlediği suçun bu derece basın önünde ve sert bir şekilde eleştirilmesinin nedeni bu olayın yönetilemeyişi nedeniyledir. Sadece Terim'in maçlar öncesinde aldığı kararı telefonla olayın diğer iki insanına bildirerek bir orta yol bulma çabası içerisinde olsaydı belki bugün kimse Gökhan Töre'den bahsetmeyecekti. Orada bir "ego" var. "Cezayı kestim, şimdi de çağırdım, kabul etmeliler" yaklaşımı var. Sonuç ne olursa olsun Gökhan Töre'nin basın önünde böylesine bir ortamda linçe varan bir yaklaşımla eleştirilmesinin nedeni TFF, Beşiktaş yönetimi ve Fatih Terim'in olayı yanlış yönetmesi ve gereken duyarlılığı göstermemiş olmasıdır.

7 yorum:

Mehmet Reşit dedi ki...

Immanuel Kant ile ilgili kısımda anlayabildiğim kadarıyla bir küçük sorun var. Umuyorum ki itirazım mazur görülecektir.

Kant'ın, bu yazıda da kullanılan "niyet" kavramı, kavramın geniş anlamından dolayı olsa gerek, sıklıkla yanlış bir yoruma kurban gidiyor. Bu yoruma göre, bir eylemi tetikleyen en küçük bir iyi niyetin varlığı, o eylemi ahlâki açıdan olumlamak için yeterli olabiliyor. Bu, yine yazıda verilen örneklerde olduğu gibi, Kant'ın "yasa" nosyonuyla çelişen bir yorum. Kant'ın "yasa"sı evrenseldir, subjektiftir ve istisna götürmez.

"Hırsızlık yapma" evrensel bir buyruktur ve Kant'ın ahlâk felsefesinde bu buyruğu müteakip herhangi bir "ama" gelmez; hele ki bu "ama", yazıda verilen örnekteki türden bir kardeşini kıramama gerekçesi ardına gizlensin. Keza "yalan söyleme" de evrensel bir buyruktur ve bu buyruk da Kant'a göre herhangi bir "ama" kabul etmez; bu kısım ilginç gelebilir, söz konusu olan bir hayat kurtarmak dahi olsa.

İlaveeten, örneklerdeki türden keyfi uygulamalar açıkça hipotetiktir (sonuç odaklı) ve Kant'ın ahlâk felsefesinin en temel düsturlarından biri, herhangi bir ahlâki eylemin, yargının, niyetin kati surettte hipotetik olamayacağıdır.

Borges dedi ki...

BU örneği bir kenara bırakalım. Mesele burada "niyet" değil her şeyden önce. "aklı dışarıda bırakan" kısmı Kant'a aittir. Yalan söylemek pek tabi hayat kurtarabilir. Aklınzı çalıştırarak o an ve koşullarda yalanın doğru eylem olup olmadığını algılamalısınız. Bir bomba var, şifreyi size soruyor. DOğruyu söylerseniz binlerce insan ölecek? YA da oluşan koşullara göre doğrunun içeriği değişir. BU yüzden Kant "kendine yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapma" ile kuralları sınrlar. İçerisine senin aklını dışarıda bırakacak buyruk "ASLA" katmaz. Dini emirleri dahi bu açıdan bakıp yadsır.

Sizin anlamadığınız konu niyetin belirleyici olması. Ben böyle bir şey söylemek istemedim, doğru ifade edememişim diyelim. Oysa burada sözü edilen "niyet" değil. Bir yerde "yalan" doğru eylem olabilir
sonuç açısından da elbette. Sen aklını dışarıda bırakarak saf buyruklarla hareket edemezsin. Pek ala yalan ve yanlış pek çok eylem çok başka koşullarda "doğru" olabilir. Çok da haklıdır. Oldukça hassas bir bünyeye tüm "doğruları" söyleyerek dünyanın en büyük kötülüğünü de yapabilirsiniz ya da "yalan" söyleyerek dünyanın en duyarlı insanı da olabilirsiniz. Bu yüzden KANT ASLA ve ASLA "yalan söylemek kötüdür" gibi bir kaide asla dile getirmez. "Saf aklın kritiği". Okuyalım bir daha.

Mehmet Reşit dedi ki...

Evvela bir kendimi düzelteyim. Yukarıdaki ilk yorumumda Kant’ın yasası için “sübjektif” demişim. Allah müstahakımı versin. “Objektif” olacak o.

Sizin cevabınızın son kısmına iki alıntıyla cevap vereceğim, zaten benim dile getirmek istediğim bütün mesele de bundan ibaret. İlk yorumda konu dışı bazı yerlere saptıysam, ki sapmışım anlaşılan, affedin.

"Öldürmek amacıyla bir arkadaşınızın yerini soran potansiyel bir katile, arkadaşınızın hayatını tehlikeye atmak uğruna doğruyu söylemeli misiniz?" sorusu, Benjamin Constant'ın, Kant ahlakının ampirik gerçeklikten aşırı soyutlanmış olduğu fikrinden yola çıkan bir tezi. Bu tezin varış noktası ise evrenselliğin mutlak olamayacağı fikri. Kant’ın bu teze hususi bir cevabı var. Üstad, bu potansiyel katile neden yine de doğruyu söylememiz gerektiğini anlatıyor uzun uzun. Almanca orijinal başlığı “Über ein vermeintes Recht aus Menschenliebe zu lügen”; Türkçe’ye Oruç Aruoba tarafından “İnsanseverlikten Ötürü Yalan Söylemek Konusunda Bir Sözümona Hak Üzerine” başlığıyla çevrilip Cogito dergisinin bir sayısında yayınlanmış. Aşağıdaki ilk alıntı bu metinden:

“Doğruluk öyle bir ödevdir ki, sözleşmeye dayalı bütün ödevlerin temeli olarak görülmelidir; bunun yasası da, en küçük bir istisna tanındığında, sallantılı ve yararsız hale gelir.”

Türkçe kaynağa interaktif olarak ulaşmak mümkün olmadı. Almanca metin ise şurada mevcut:

http://www.korpora.org/kant/aa08/423.html

İkinci alıntı, Kant namına “Eine Vorlesung über Ethik” orijinal adıyla yayınlanmış ve Türkçe’ye “Ethica: Etik Üzerine Dersler” olarak çevrilmiş bir derlemeden. Bunun herhangi bir interaktif baskısını bulmak mümkün olmadı.

“Acaba mecburiyet bir yalanı mazur gösterebilir mi, yahut haklı çıkarabilir mi? Hayır! Tek bir durum gösterilemez ki yalan mazur gösterilebilsin.”

Borges dedi ki...

Mehmet Reşit: Bu kadar güzel yanılırım yaaa:) Tebrik ederim.

Şimdi benim yanılgım onun "kural koyma" metodu içerisinde insan aklını devreye sokan ayrıntısı üzeirne kurulu. ben böyle bir makaleden habersizdim, bu tartışmadan da. Arkadaşımın o dönem ödevi olan Kant'ın kitabını okuduktan sonr "İnsan aklını dışarıda bırakan bütün ahlak buyrukları geçersizdir" önermesinden yola çıkıp bu sonucu kendim bulmuştum.

Oysa o dediğin gibi "yalan" ve "gerçek" gibi kavramları insan mutluluğunu hedef alarak bir sonuca ulaşılmaması gerektiğini savunuyor.

Tebrikler arkadaşım ve teşekkürler. Bana da bu yorumla biraz daha öğrettin. Nihayetinde ben aklı devreye soktuğumda insan mutluluğunu ve çıkarını "hedef" aldım. O mutluluğu baz alarak bir sonuca ulaşılmaması gerektiğni dile getiriyor. Ben metni almancasındna bulup okudum..

Borges dedi ki...

Mehemt Reşit: Yalnız Kant'ın savunması da enterasan. Diyelim ki arkadaşınızı arayan insana yerini söylemediniz ve yalan söyleyerek bahçede olduğunu belirttiniz. O arada da arkadaşınız olduğu yerden bahçeye gitmiş olsun. Bu durumda yalan söyleyerek de arkadaşınıza zarar vermiş olursunuz. Ya da arkadaşınızın yerini söylediğiniz zaman katilin o yere giderken komşular tarafından görülüp polise yakalanabilir ihtimali de var. Bu sefer de doğruyu söyleyerek faydacı bir girişim yapmış olursunuz ama neticede bakılması gereken ya da baz alınması gereken kriter bu değil diyor. Yani bu gibi rastlantısal durumlardan genel bir yasa çıkartılamayacağını, varsayımın gerçek olmadığını dile getiriyor ki hakkıdır. Ve çok uzun bir tartışmadır bu.

Mehmet Reşit dedi ki...

Rica ederim. Hatta ben teşekkür ederim bu güzel paslaşma için. Umarım Kant hakkında bir hayal kırıklığına vesile olmamışımdır.

Kant üzerine yapılagelen en yaygın eleştirilerden biri, onun ahlak felsefesinin çok steril bir ortamı öngörüyor olduğu yönünde. Amiyane tabirle, ortama bir "kötü" dahil olduğunda sistem pratikte içinden çıkılamaz bir hale geliyor gibi görünüyor. Üstad, bu eleştirileri görecek kadar yaşasa, sanıyorum, "iyi de, bir ahlak felsefesi başka ne tür bir ortam öngörebilir ki?" derdi. Zaten dikkatinizi çekmiştir, Constant'a verdiği cevapta bir çeşit muhatabının meramını anlamlandıramama hali de mevcut; belki de içinden şöyle demiştir yazıyı kaleme alırken: "ben [saf pratik akıl] diyorum, adam bana [ampirik gerçeklikle örtüşmüyor] diyor".

Sizin daha en başta belirttiğiniz gibi, zamanının, hatta zamanımızın fersah fersah ötesinde bir zeka bu adamdaki.

Mehmet Reşit dedi ki...

Esasında sizinkiyle aynı akşam bir cevabi yorum yazmıştım, ama herhalde teknik bir hataya kurban gitti. Hatırladığım kadarıyla tekrar edeyim:

Evvela ben teşekkür ederim bu güzel fikir jimnastiği için. Bu türden bir diyaloğu yaşayabilecek, Türkçe yayın yapan, bırakın bir başka futbol sitesini, herhangi bir internet sitesi var mıdır acaba?

Kant hakkındaki, sanırım, en yaygın eleştiri, ahlakının fazlasıyla formel olduğu yönünde. Bugünün pratik ve pragmatist temelli genel ahlak şablonunun paradigmasıyla bakılacak olursa, öyledir de. Son verdiğiniz örnekten yola çıkacak olursak; herhangi bir "değişken"e bağlı olmayacak, şartlara göre esnemeyecek bir kurallar bütünü, Kant'ın ahlak metafiziğinden anladığı.

Yazıda da dediğiniz gibi, inanılmaz zeki, hatta çağının ötesinde zeki bir adam Kant.