Başını kim çeker? Sözcü gazetesi. Emin Çölaşan, Uğur Dündar.. Cumhuriyet gazetesi.. Bekir Coşkun. Bir diğeri kim? Yılmaz Özdil.
Son dönemde yükselişe geçen BirGün ya da henüz yayın hayatı
geçmişi yeni olan Sol gazetesi gibi etki alanı “şimdilik” sınırlı olan kesimi
bir kenara bırakıyoruz.
Yılmaz Özdil bugünkü ironik yaklaşımıyla MHP’yi eleştirmiş. Arkadaşı
Baykal başkan olduğunda en ufak bir eleştiri getirmediği CHP’yi üstelik geriye
dönük bir şekilde eleştirmiş. O Kılıçdaroğlu’nu Baykal sonrası geldiği için
hiçbir zaman affetmeyecektir, biliyoruz. Demokrasi
sözcüğünün dillerden düşmediği ortamlarda Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğinin henüz
içselleştirilemediğini de bildiğimiz gibi. BDP’ye keza aynı şekilde. Tüm
partilere geçirmiş. Her şeyi eleştirmiş. Diğerleri de keza demokrasi sözcüğünü
dilinden düşürmeden geçiriyor da geçiriyor birilerine.. Haklı olduğu ayrıntılar
da vardır belki, bu başka bir yazının konusu olsun.
Yalnız ilginç olan nokta şu ki bu belli başlı zaman zaman
desteklediğimiz, okuduğumuz bu yazarlar yaklaşık 11 yıldır belirlenmiş üslubun dışına
çıkmadan yazdıkça yazdı ve nihayetinde sonuç şu oldu: AKP bu isimler yazdıkça oylarını her geçen gün daha da arttırıp iki
kişiden birisinin oyunu alacak seviyeye kadar yükseldi.
Halkı aydınlatma sorumluluğunu üzerine alan muhalif basın
bir kez olsun “Ya aga biz on yıldır yazıp çiziyoruz da bırak muhalefetin sesini
yükseltmeyi var olan kitlenin dahi kaybına neden olduk” diye bir özeleştiri
oldu mu?
AKP ile en ufak bir bağ kuramayacak ölçüde uzak olmama
rağmen zaman zaman AKP İktidarından dahi daha korkutucu faşizan taraflarının
olduğuna neden ben acaba inanıyorum? Varolan tutumlarına dair bir eleştiri ya da toplamda bir değişim oldu mu geçen 11 yıl
içerisinde? Başka açıdan bakarsan 11 yıldır başarısızlık istikrarı yok mudur bu
sorumluluğu almış insanlarda?
Bir kez olsun kendilerini sorguladıklarına şahit olduk mu?
Bunu vakti zamanında bir kez Serdar Turgut yapmıştı. Hürriyet’te yazdığı dönem AKP’nin 2002 seçim
zaferinin hemen ardından bir yazı kaleme
aldı. Basının özeleştirisi yapması üzerineydi.
Dedi ki Ertuğrul Özkök tarafından sansür uygulanıp yazılmayan ve
akabinde onu Hürriyet’ten veda etmesine neden olan yazısında “ Biz basın olarak başarılı olamadık. Halka
ulaşamadık. Etki edemedik. Kırkımızın da karşı çıktığı parti birinci parti olarak
seçimi zaferle sonlandırdı. Bu onların başarısı bizim başarısızlığımızdır”.
İçeriğini özet geçtiğim bu yazı sansüre uğramıştı vakti
zamanında. Serdar Turgut da istifa etti ve sonrasında Akşam’a geçti v.s..
Aynı zamanda işin bir başka boyutu da var.
Bakın Gezi Süreci AKP’ye olan başkaldırıdan ziyade aslında
muhalif partilere ve muhalif çizgide yazı yazan basına sert eleştiriler
taşıyordu. Bu mesajı Kemal Kılıçdaroğlu almış. Dedi ki Halk TV’de Uğur Dündar’a
konuk olup başörtülü vekillere neden ılımlı yaklaştınız sorusuna:
“Bu gezi parkı direnişinin bize mesajıydı”.
Peki muhalif basın Gezi Direniş’inden hangi mesajı aldı?
Mustafa Kemal Atatürk’ü faşizanlaştıran algısında bir değişim oldu mu? Başörtü
gibi diğerinin inancına çeşitli korkuları bahane ederek yasak koyma üzerine bir
farklılık oldu mu? Ahmet Kaya’ya zamanında linçin meşru zeminini hazırlayanlar
bugün “yanlış yaptık” dedi mi? Bir daha olmayacağına dair içimize su serpti mi
yoksa fırsatı ele geçirdiğinde devam edeceğinin sinyallerini mi verdiler?
11 yıldır yazıp yazıp AKP’nin oylarını yükseltmesinde rolü
olduklarını düşünmediler mi hiç? CHP kötü.. MHP kötü.. BDP kötü de siz muhteşem
misiniz? 11 yılda ne yararınız oldu?
Üstelik 11 yıldır aynı tarz muhalefeti sektirmeden yapmayı "tutarlılık" kisvesi altında pazarıyorlar. Dönüşüm geçireni de "dönek" diyerek azarlıyorlar. İnsanoğlu geliştikçe, okudukça ve yıllar yılı üzerine koydukça değişim geçirmemesi, yani başarısızlığında dahi "tutarlı" kalması aslen acınası durumdur. "Valla ben 12 yıldır dersime çalışmıyorum ve hep kalıyorum" diyerek tutarlı olmanın neresi övülebilir? Bu ülke muhalefeti maalesef size mahkum. Bu aynı zamanda daha başka bir muhalefeti yaratamayan benim gibilerin de şüphesiz başarısızlığıdır, ona da sözüm yok.
Lakin şu kesin ki AKP iktidarının zulmü karşısında sizlerin diğerine karşı empati yoksunluğundan doğan faşizan yaklaşımınıza ortak olmak istemediği açık. Tarihsel bir araştırmaya konu olan Atatürk'ün manevi kızı Sabiha Gökçen'in Ermeni olma ihtimaline dahi topyekun saldıracak kemalist faşizanlığınızdır AKP iktidarının oluşumu. Sadece şu araştırma nedeniyle Hürriyet gazetesi ve elbette Emin Çölaşan Agos ve Hrant Dink'e savaş açmıştı. Yine aynı gazete Ahmet Kaya'yı Kürtçe şarkı söyleyeceğim dediği için.. Yani bir tarafınız modern yaşamın içerisindeki medeni unsurları AKP'ye karşı haklı bir şekilde savunurken öte tarafınız Hitler'e yanaşıyor. Daha da kötüsü inanılmaz tutarlı, asla yolundan dönmeyen ve 11 yıl değil 25 yıl AKP iktidarda kalsa 25 yıl önceki mentaliteyi değiştirmeyecek ölçüde kabuk bağlamış zihniyetiniz..
Bunu da gururla.. 11 yıldır bir iktidara gram zarar verememiş olmanın neresi gururdur, kimse sormaz. O Gezi'nin ruhu "Mustafa Keser'in Askerleriyiz"dir. Unutmayın. Atatürk'e saygı duymak başkadır onu faşizan göstermek çok başka. Başıörtülülerle iftar açmaktır, inanmayan insanın dahi Kandil'de içki içmemesidir Gezi Parkı Direnişi.
Zamanında twitter üzerinden 3 Temmuz şike sürecinin
ortalarında bu süreçle yıldızı parlamış Lube Ayar’a bir kullanıcı şu soruyu
sormuştu:
“Bu sürecin kazananları ve kaybedenleri var. Siz hangi
taraftasınız?”
Benzer soruyu ben sormak istiyorum.
AKP İktidarının kazananları ve kaybedenleri var. sizler-dürüst olun- hangi taraftasınız?
6 yorum:
Güzel İnsan;
Türk Demokratik Devriminin tarihsel sürecinin başlangıcının Tanzimat değilse de Meşrüti Hareketlere kadar geri götürülmesi ve bu süreçlerin iyi bilinmesi gerektiğine inanıyorum.
1. ve özellikle 30 Mart Vakası gibi gerici kanlı bir ayaklanmayı yine kanla bastırıp 2. Meşrutiyeti ilan edenlerin; Avrupa aydınlanmasından etkili Jön Türkler, subaylar, üst subaylar(aydınlar) olduğunu görürüz.
Üst yapı veya daha doğru bir deyimle bir küçük burjuva hareketi olarak başlayan Meşruti Hareketler yine bir küçük burjuva (üst yapı)hareketi olarak Demokratik Devrim süreçlerine evrilmiştir şeklinde özetlenebilir.
Bu kısmı yazarken amacım; demokratik diyebileceğimiz meşruti hareketlere karşı ortaya çıkan 31 Mart Ayaklanmasının kanlı bir şekilde bastırılışı sonrasında Şeriat Devleti adına gazaya-kutsal savaşa çıkanların aldıkları yenilgi sonrasında mücadelelerini, İLLEGAL bir yapılanmaya (tarikat, cemaat, dernek, vakıf, Kur’an Kursu vs) dönüştürerek devam ettirdiklerine işaret etmektir.
Bunu işleyen demokratik devrim süreci koynunda bir karşı devrim hareketini barındırmıştır şeklinde ifade etmek mümkündür.
Bu açıdan bakınca da 3 Kasım 2002 seçim sonuçları ile zaferle(Ulusal İktidar) sonuçlanan, yüzyılı aşan bir karşı devrim süreci karşımıza dikiliverir.
Diğer taraftan İstabul’da yirmi yılı, Konya gibi örneklerde ise neredeyse 35 yılı aşan bir yerel iktidarın ele geçirilmesi var gözlerden kaçan.
Velhasıl-ı kelam kazanan veya kaybeden olarak bir taraf seçilecekse eğer; 3 Kasım 2002 seçimlerinde tarafımı ‘Yenildik’ olarak açıklamıştım diyeyim.
II.
Zaferi tespit edip yenilgiye kabullendikten sonra ise;
Avrupa siyasi tarihine baktığımızda İşçi, köylü, emekçi, halk kesimlerinin aydın önderliğinde süren ve kral, kilise hegemonyasına karşı kanla canla kazılan bir demokratik süreç görürüz. Bizde ise, Türk Demokratik Devrimin yukarıda özellikle altını çizdiğim bir üst yapı-aydın-küçük burjuva hareketi özelliği fark oluşturur.
Kansız cansız diyebileceğimiz bir süreç içinde tabana-halka mal edilebilecek olması ile avantaj yaratırken, tabana yayılamaması olasılığı ile dezavantaj yaratan bir farktır bu.
Demokratik devrimin işçi, emekçi ve halk kesimlerine yayılmasında aracılık edecek olan küçük burjuva olarak nitelendirebileceğimiz aydın kesimi ise sınıfsal olarak değerlendirildiğinde(Marksizm) ihanete en yatkın kesim olarak nitelendirildiği hatırlanmalıdır.
Eh burada da yetmişli yıllarda başlayıp doksanlı yıllarda Turan Dursun, Bahriye ÜÇOK ve Uğur MUMCU katliamı ile sonlanan cinayetlerin ihanet etmeyecek aydınlar olarak kadar özenle seçildiği tespitine ulaşabilir sanırım.
Yani sınıfsal özelliklerinin tahlilinden başlayıp aydınımız ne kadar aydına varan bir konuya dalmışsın ki işin inadına zor.
Başarı dileklerimle
Saygılar
bunlar tatlı su moderni sözde solculardır. dans etmeyi, açık giyinmeyi, içki içmeyi falan solculuk ve modernlikle bir tutacak kadar ahmak, köhnemiş ve faşizan bir ideolojinin sok temsilcileri.
maalesef yanıp kül olmadıkları için AKP zihniyetine karşı adam gibi muhalefet edilmesine de engel oluyorlar. İşte Gezi'de biz bunu yaptık demokratik ve 'doğru' cümleler kurarak muhalefet ettik AKP'nin eli ayağına dolandı saçmaladı ERROR verdi. Sendeledi. Ama bu angutlar hala anlamdı. Anlamazlar, anlamayacaklar. Bunlardan medet umulmasını da saflık olarak görürüm.
Kılıçdaroğlu bir umuttu ilk sseçildiğindeki kurultayda. Maalesef geçen zaman içinde o değişimi ve dönüşümü yapamadı. İdare etti. İdare ederek köklü değişimler yapamazsınız. Gerekiyosa o kolu kesme cesaretini de göstermek gerekir. İşte bakın türban konusunda nerede CHP'nin şahinleri. Bu çağda hala en temel bireysel haklar konusunda o bağnazlığı göstermeye cesaret edemediler. Zira artık marjinal kaldıklarını anladılar.
AKP ile ancak doğruluk, dürüstlük, hak, hukuk, birey, insan, vatandaş hakkı üzerinden evrensel hukuk kuralları üzerinden çarpışabilirsiniz. Hem yaptıkları onca tiranlık ve zulmü yerden yere çalıp hem de siz nasıl daha iyisini yaparsınızı adeta halka anlatıp, belletirsiniz. İşte ancak o zaman belki bir şansınız olabilir.
Doğru sözcükler, doğru cümleleri bulmak lazım. Doğru sözcükleri ve cümleleri ancak aydınlık kafalı dünyayı doğru algılayan entelektüel ve dürüst, vicdanlı,cesur insanlar dile getirir.
Daha fazla cesaret lazım. Aynen Gezi'de olduğu gibi. O ruhun bir bedene bir gün kavuşması umudunu hep taze tutmak lazım.
Bu konular zor derken, çetrefil ve tehlikeli kelimelerini de eklemek lazım belki de...
Örneğin çetrefile örnek vereyim. Borges, ben ve hatta cevap yazan arkadaşımız; aydına sitem, aydının ne kadar aydın olduğu, sınıfsal yapıda ihanete yatkınlığı, tatlı su solculuğu gibi nitelemelerde bulunduk ve yakındık diyelim.
Aslında daha derine indiğimiz de de Yakup Kadri'nin 1930'lu yıllarda yazdığı Yaban Romanında da aynı diyebileceğimiz bu tespitlerin nedenleri üstüne de düşünmek konuşmak gerekir.
Örneğin 16 ve 17 yy Avrupa'sında Coğrafi Keşifler sonrasında sömürgelerden Avrupa'ya akan servetin patlattığı-oluşturduğu bir ticari burjuvazi ve ondan sonra da sanayii yapılanması ile de oluşan dev bir İŞÇİ-EMEKÇİ kesimi vardır.
Bizim iki yüz yılı aşan bir gecikme ile yirminci yüzyılda yaşadığımız, o da ucundan azcık montaj sanayi ile oluşan köyden kente göçle İstanbul nüfusunun nüfusta patlama-varoşlar oluşmasını; Paris ve Londra'da 18 yy da yaşamış olduğu tespit edilmelidir.
Örneğin 1789 Fransız İhtilalini yaratan aydın ve düşünürlerin arkasında sömürüden inim inleyen dev bir işçi kesimi ve aynı zamanda krala, soylulara ve kiliseye karşı saygınlık ve iktidardan pay kapma anlayışında olan büyük servet sahibi bir ticari Burjuvazi mevcuttur.
Bu açıdan bakınca da ne Yaban'ın yazıldığı 1930'lu yıllarda sanayii gelişmesine bağlı bir kent nüfusu- işçi kesimi ne de zenginleşen milli burjuvazi görmemiz ne kadar zorlasak da mümkün değildir.
Çok değil daha on yıl önce feodal diyebileceğimiz köy kent kasaba-Tarım nüfusunun yüzde 70'lerde olduğu, bugün bu oranın yükselmesine rağmen en azından sendikalaşmış(ki baskı ve zulüm sömürü ile canına tak eden emekçi kesimin örgüt bilincine işaret eder) işçi sayısına baktığımızda 19 yy Avrupa'sına ulaşamadığımız ortaya çıkabilir.
Burjuvazi bugün artık gelişti gelişiyor desek de, büyüklerden Doğan Gurubunun 3 Milyar doları bulan vergi cezaları sonrası konuşmamak için dilini yuttuğunu, en büyük diyebileceğimiz Koç'un Alisi Gezi Eyleminde Divan Oteline eylemci kattı diye 1,5 milyar dolarlık ihaleden tart edilip, akabinde müfettiş alayı ile vergi incelemeleri başlatılınca gık çıkaramadıkları gibi;
Hükümetin 2023 Hedefine kilitlendik dediklerini duyarız zavallıca...
İşte burada Aydın dediğimiz kesimin; arkasında sendikalaşma-örgüt bilincine sahip büyük bir işçi-emekçi kitleleri olmadığı, İktidarın şamarından korkan pısan bir burjuva-montaj(sanayii denebilir mi bilemiyorum)kapitalizmi mevcut olmadığı gerçeğine ulaşabiliriz sanki.
Eh böyle olunca da; sınıfsal tahlilde ihanete meyilli bir Aydın-Küçük Burjuva kesimi ne kadar suçlanabilir gibi bir çetrefil soru ile karşı karşıya kalırız.
Zordan sonra Çetrefilde bu kadar uzayınca tehlike kelimesini es geçmek de fayda var sanırım
Saygılarımla
Birde;
Şu 'Faşizan', 'Milliyetçilik', 'Irkçılık' kelime-kavramları nedir? ne sanılır? ne değildir? Köhneleşmiş ideoloji gerçekten köhne midir?
Üstüne tartışmak-konuşmak değil de, dertleşmek olarak nasıl olur bilmiyorum?
Yüz verdik çene çıktın gibi algılanmayacağı bir gün mesela...
Sürç-ü lisan ettikse affola deyip çekilelim şimdilik.
Saygı ile
Mirim;
Bir yerde yanlış ifadem var.
Eziyet olmaz ise, üçüncü iletinin sondan üçüncü paragrafını;
İşte burada Aydın dediğimiz kesimin arkasında; sendikalaşma-örgüt bilincine sahip büyük işçi-emekçi kitleleri olmadığı, İktidarın zulmüne, şamarına korkmadan direnecek bir milli burjuvazinin-Kapitalizmin mevcut olmadığı gerçeğine ulaşılabilir..
şekli ile değiştirmek mümkün olursa sevineceğim.
Özürlerimle
Yorum Gönder