29 Kasım 2011

Orhan Pamuk Röportajı!




-Maçlara babanızla mı giderdiniz?

Çocukluğumda Mithatpaşa Stadyumu'na giderdik.İnönü Stadyumu'nun adı 1950'lerde, Menderes iktidarda, İnönü muhalafetteyken Mithatpaşa idi. Maçlarda aklımda kalan, şimdi hafızamı yoklayınca görüyorum ki, goller büyük anlar değil, başka şeyler. Mesela Fenerbahçe'nin birden yerin altından-bana öyle görünürdü, bunu esrarengiz bulurdum- sahaya bir anda çıkıvermesi, futbolcuların enerjik bir şekilde orta yuvarlağa koşuşu, bunlar beni etkilerdi.Çok şiirsel bulurdum bu görüntüyü, severdim.Sarı kanaryalar denilirdi Fenerli oyunculara. Ayrıca Fenerbahçeliyim demezdik, fenerliyim, derdik.

-Niye Fenerbahçe ?

Bu işler din gibidir, sorulmaz. Derin bir nedeni yoktur. Fenerbahçe'nin 1959'daki takımını, tıpkı yazmakta olduğum Masumiyet Müzesi'nin kahramanlarından birisi gibi, ezberden sayabilirim. Tabii ki Fenerbahçeli olmam,babamla, onunla özdeşleşmemle ilgili. Numaralı tribünde, şeref tribününün yanında bir yerde, kalın enselilerle birlikte maç seyrederdik.Çevredekiler Bertolt Brecht'in oyunlarındaki kapitalistlere benzerdi, ellerinde de bir sigar olur, maç boyunca içerlerdi. Dolmabahçe yönünden gelen hafif bir rüzgar içilen sigarların ve sigaraların dumanını gözümün içine üfler, gözlerim acıyla maç boyunca sürekli sulanırdı. Numaralı tribünlerin zengin seyircileri, işçilerini aptal bulan, küfreden kapitalistler gibi futbolculara durmadan yukarıdan küfrederlerdi.Sonra sakinleşir, aralarında şundan bundan işten konuşurlardı. Futbol kafamda küfretmekle birleşmiş. Durmadan hakeme "ibne" diye hep bir ağızdan bağırılırdı; bizler o zaman susardık; belli belirsiz bir utançla. Naklen yayınlarda seyircilerin "ibne hakem" uğultusu gelmeye başlayınca, stadyumdan gelen sesi kısarlardı.Biz evde gene susardık. Benim futbol sevgim, futbolcuları aşağılamanın öteki takımı "alçak düşman" gibi görmenin zevklerine değil, futbolculara tapınmaya, hayranlık duymaya dayanır. Benim futbol kahramanım, sakat olduğu halde, topallayarak son anda oyuna giren ve seksen dokuzuncu dakikada gol atarak takımı, milleti herkesi kurtaran oyuncudur.

-Taraftar olarak neler yapardınız ?

-Futbolcuların cikletlerden, çikolatalardan çıkan resimlerini biriktirirdim. Bu resimleri "Masumiyet Müzesi'nde yeniden bulmaya çalışıyorum bugünlerde.. Her pazartesi Fenerbahçe'nin haftasonu maçlarının fotoğraflarını, haberlerini ağabeyimle keser,bir deftere yapıştırırdık. O zamanlar, takımlar, özellikle deplasmana -Bir Ankara bir de İzmir vardı- çıktıklarında bir gidişte iki maç yaparlardı.Fenerbahçe izmir deplasmanında Cumartesi Karşıyaka ile, pazar da Altay ile oynardı. Pazartesi ağabeyimle bizim gazete kesip deftere yapıştıracak çok işimiz olurdu. Bir süre sonra bundan da sıkılırdım.En sonunda futbol hayranı olmak en azından, o zaman bir çocuk için, o altıın anın, topun kaleye girişini seyretmekti.Durmadan kalenin arkasında topun ağlarla "kucaklaşmasının" fotoğraflarına bakardık. Akşam gazetesinde, bir de golün yapılışını figürlerle gösteren krokiler olurdu, onları çok severdim. Bugün akademik dilde "hikaye anlatan resim" denir böyle resimlere.Krokide golün hazırlanışı 1.Önce kornerin atılışı 2.Topun kafalarda sekişi 3.Bir şut ve gol, hepsi aynı resimde ustaca gösterilirdi. Televizyonun olmayışı bana göre spor sayfalarını daha incelikli ve görsel yapıyordu.Oysa şimdi malzeme daha çok dedikoduya dayanıyor;herkes golleri televizyonda seyrediyor çünkü.Maçlar hakkında tasvire dayanan yazı da çok yazmıyorlar artık. Oysa işin içinde olan bir gazetecinin , her şeyi, tribünleri de hesaba katarak bir maçın yaşanılışını anlatışını okumayı severim. Orta yuvarlakta hakemlerle kaptanlar buluşur, para atılır, kaleler seçilir derken bütün fotoğrafçılar bir kale arkasına koşardı.Goller oraya girecek demekti bu, seyirciler gülüşürdü.

- Siz de futbol oynadınız mı?

Sokaklarda, okul bahçelerinde, arsalarda, özellikle de yazları.. Bugün kahveler, dükkanlar ve arabalarla tıkış tıkış olan Cihangir caddesi, 1960'larda bomboştu ve çocuklar, gençler için harika bir futbol sahasıydı.Ama Nişantaşı'nda futbol oynanmazdı.Bir tek spor ve sergi sarayının arkasında, bugün bugün Cemal Reşit Bey salonunun ve İtfaiye'nin olduğu yerde boş arsalar vardı. Öğle tatillerinde öğrenciler futbol oynamaya oraya giderlerdi.

-Futbola yeteneğiniz var mıydı?

Tevazu göstermeyeyim; evet, yeteneğim vardı ama gövdem, adalelerim, kemiklerim futbola uygun değildir.Yazları gittiğimiz Bayramoğlu'nda mesela bir dönem çok gutbol oynadım.Ama en kuvvetli oyuncu da olamazdım.Ağabeyim daha iyiydi.. Benim için futbol düşleri kurmak oyunun kendisinden daha önemliydi.Seksen dokuzuncu dakikada Fener'in golünü atmayı düşlerdim.

-Alman Kültürel Çalışmalar Alimi Klaus Theweleit, bir kitabında futbolun kendisine ne dünyalar açtığını anlatır..

Futbol bana, başkalarının arkadaşlığını, dostluğunu açtı. ağabeyimle yakınlığımız, arkadaşlığımız futbolla ve onun efsaneleriyle çok beslendi.Futbol oynamadığımız, seyretmediğimiz,radyodan maç dinlemediğimiz zamanlarda bile bu böyleydi.Aramızda on sekiz ay fark vardır,çok yakındık. Halının üzerine bilyelerle ya da tavla pullarıyla kurulmuş on birerlik takımlarla, bütün Avrupa Şampiyonasını canlandırırdık. İkimizden biri, stadyumdan naklen maç anlatan spiker gibi,halının üzerindeki maçımızı hayali bir seyirci kitlesine "naklen" anlatırdı.Her bilye ya da tavla pulu bir futbolcunun adını taşır, birimiz yanlış bir şey söylerse, bizi dinleyen milyonlar işitmeden ötekimiz fısıldayarak uyarır düzeltirdi. Gol olunca da radyodan gelen gol sesini taklit ederdik, stadyumda işittiğimiz taklidi zor bir bağrışma idi.Genede ben, evde, elinde tepsi, ciklet,çikolata, şeker satan adamın taraftarlarla şakalaşmasını taklit ederdim..

17.10.2005'de Orhan Pamuk'un "der Spiegel" dergisine verdiği röportajdan bir bölüm..

Hiç yorum yok: